İktidar hırsının hastalığa dönüşmemesinin neredeyse imkansız olduğunu kardeş kavgası ve aile bağları üzerinden işleyen dizi bir yandan insanoğlunun inanma ihtiyacı ve arayışını sorgularken diğer yandan Batılı gözünden her zaman ‘öteki’ olma haline ışık tutuyor. Yani ‘Vikingler’ isminden hemen bir savaş ve aksiyon dizisi bekleyenler için en başta belirtilmeli ki savaş sahneleri anlatının merkezinde değil. Hatta neredeyse kenar süsü gibi kalıyor ve zaten anlatının belki de en zayıf kaldığı bölümler olarak değerlendirilebilir. İnançlar sorgulaması, biraz tarih belgeseli, psişik fenomenler ve fantastik öğelerle anlatı savaş dizisi olmaktan neredeyse tamamen farklı bir türe kayıyor da denilebilir. Daha çok fantastik bir tarih dizisi olarak sınıflandırılabilir özetle.

Cesur, hırslı ve zeki savaşçı Ragnar Lothbrok’un Fransa ve Britanya’ya saldırılarıyla birlikte Vikinglerin tarihi ve kültürü de ‘gerçekçi’ temeller üzerinden hikaye ediliyor. Kardeşi Rollo’yla aralarındaki iktidar savaşı birinci sezonun sonunda kıyasıya bir rekabete dönüşüyor. İnsanın en çok kendine ve kendinden olana tahammül edemeyişi, ezeli erkeklik ve iktidar ilişkisi iki kardeş ekseninde genişleyen bir yapı içinde veriliyor. Anlatı, seyirciyle arasına küçük bir mesafe koyuyor ve direkt tam bir özdeşleşme yaşatmıyor. Daha doğrusu tarihi bir dönem resmedildiği için gerçekçi bir izlenim yaratabilmek adına dengeli bir uzaklık sağlanıyor. Ragnor veya Rollo’yu aklamıyor ya da birini diğerine nazaran daha merkezde de tutmuyor. Böylece seyirciye özdeşleşme açısından alternatif sunarak hem daha tarafsız hem de daha inandırıcı bir denge yaratılıyor. Kahraman, cesur, aşık ve açgözlü iki kardeşin kendi yaktıkları ateşte halklarını, saldırdıkları ülkeleri ve kendilerini nasıl gözü dönmüş bir hırsla yaktıkları ilgi hep yukarda tutularak veriliyor. Ateşe veriyorlar, yakıyorlar, yıkıyorlar ve yanıyorlar. Çünkü işin içine insanoğlunun en doyurulamaz açlığı, yani sahip olma ve liderlikle birlikte aşırı gurur ve kibir giriyor. Bulundukları konum itibariyle iç dürtüleri ve içinde oldukları vahşi sistem artık kardeşlere hırslı ve dolayısı ile haris olmayı neredeyse dayattığı için, her şeyin mübah olduğu bir çatışma adım adım filizleniyor. Birinin diğerine itaatinin söz konusu olamayacağı kadar ganimet ve kibir ikisinin de başını döndürüyor. Bölüşülecek zenginlik arttıkça kanaatkarlık gibi hasletler özür, yetersizlik ve acizlik gibi görünmeye başlıyor. Başarıyı sadece kendi tekelinde tutma hastalığı lider kardeşte büyüdükçe diğerinin de kin ve nefreti artıyor. Böylesi hastalıklı düşünce evrenlerinin olağanlaşması, artık kardeşlerin her türlü düşmanla işbirliğini ve birbirlerinin her şeyine (eşine, işine, çocuğuna, gücüne, hatta inancına ve düşüncesine bile) göz koymalarını da normal beklentilere dönüştürüyor.

Ragnor Lothbrok kardeşlerden lider olanıdır. Zeki, cesur ve başarılı bir karakter olarak ne kadar çekici resmediliyorsa hırslı, vahşi ve doyumsuz tarafıyla iticiliğine de aynı ölçüde yer veriliyor. Hatta yüzünde yakışıklılığına inat ukala bir ifade hiç eksilmiyor. Tüm iktidar sahiplerinde görülen marazalar tek tek Lothbrok’ta vücuda geliyor. Ölçüsüz gurur, can sıkıcı kibir, narsisizm ve dolayısıyla insanları küçümseme gibi davranış bozuklukları Lothbrok’u sararken kendisinin de aslında giderek mutsuz ancak daha zararlı bir yola girdiği izleniyor. Birlikte mutlu olduğu ve aslında sevdiği kadınla bile sağlam ve tutarlı bir ilişki kuramaz hale geliyor.

Lathbrok’un her zaferinin ardından kendi yakın çevresinde kırılan kalp sayısı da çoğalır, ancak uzaklara yayılan namı ve kazandığı hayran sayısı da çoğalmaktadır. Bu sarhoş eden kahramanlık şöhreti Lothbrok’u daha da acımasız, egoist, narsist ve ölçüsüz kılar. Dönemler değişirken kullanılan alet ve teknoloji gelişse de insanoğlunun özünün değişmediği ve her dönem de iktidar hastalığının sonuçlarının benzerliği çok ilgi çekici gelir gerçekten. Seyircinin gündelik politikacıları kafasında canlandırmasıyla tarih, tatlı bir yol haritası oluşturur. Lothbrok’un giderek kendini Tanrı yerine koyması, kahramanlığın verdiği hazzı hiç kimselere değişememesi, kendi imajına ve şöhretine tapınması, verdiği kararların halkının yararına olduğu inancı ve kendi kararlarından zerre şüphe etmeyip çevresindekileri potansiyel tehlike ve düşman görmesi gibi marazaların hangisi hangi lider de yoktur ki? Dolayısıyla Vikingler’i izleme sürecinde Lothbrok’un değişimi aynı zamanda her gün televizyonlarda izlenen bugünün liderleriyle çok benzer semptomlar gösterdiği için ayrıca değer kazanır. Seyirci defalarca izlediği pek çok liderin nasıl bozulduğunun yol haritasını eline almış gibi kafasında karşılaştırmalar yaparak sağlama yapar adeta.

Voltaire “hırs bir sandalın yelkenini şişiren bir rüzgara benzer; fazlası gemiyi batırır, azı da gemiyi olduğu yerde bırakır” der. Lothbrok ve Rollo’nun hırsları Voltaire’i haklı çıkartacak şekilde onların hem ilerlemesine hem de batmasına neden olur. Hırsları hedef bulmuş öfkeleriyle birleşince iki kardeş sadece kazanmakla yetinmezler, diğerinin kaybetmesini de arzu ederler. Artık ihtiras, kıskançlık ve kibir içinde en sevdiklerini kurban etmek haklılık kazanacak dahası gereklilik olacaktır. İşin en acıklı kısmı ise genellikle tüm liderler yaptıkları zulmün iyiliğine gerçekten inanırlar. Herhalde başka türlü yaşamaları ve kendilerine tahammül etmeleri imkansız olacaktır.

Dizinin en kıymetli diğer ana damarı ise insanoğlunun farklı da olsa bir şekilde inançlara olan ihtiyacının işlenmesidir. Biçimleri değişikte olsa da özünde aynı boşluğun doldurulmasına çare olan dinler ve Tanrılar da mercek altına alınıyor anlatıda. Belki de diziyi tarihi boyutundan ve iktidar savaşlarından çok, bu dokunuşu özel ve ayrıcalıklı kılıyor. Pek çok mitolojik, tarih dizisi zaten kardeş kavgasını defalarca mükemmel açılardan işledi ve devam ediyor. Ancak Vikingler din farklılıkları ve insanın inanca olan muhtaçlığını apaçık ve çılı çıplak bir keskinlikte veriyor. Önlenemez felaketlerin ve ansızın kapıyı çalacak kötü kaderin karşısında kim olursa olsun insan olmanın sınırlarında tıkanıyor. Ve işte bu yapacak hiçbir şeyin yetmemesi hallerinde insanın bu dünyadaki acınası gücü/güçsüzlüğü dinler aracılığıyla açığa çıkartılıyor. Hem barbar hem de sanatkar bir toplum olmayı başaran Vikingler bazen kendi tanrılarının yetip yetmediğini, dualarına cevap verip verilmediğinden şüpheye düştüklerini ve en acayibi Tanrı’nın gazabından korunmak için türlü kurbanlar hediye ettiklerini ama yine de işin içinden çıkamadıklarını anlatırlar. Salgın hastalıklar, fiziksel engeller, bazı yenilgi ya da anlaşmazlıklar sonucu Tanrılara kurbanlar ve hediyeler sunulması bir nevi rüşvet vererek kaderi garantiye alma çabası ve korkusu çok ilginç bir seyir sunar. Sonuçta dizi History Channel tarafından yapıldığı için belgesel tadında bazı referanslarla ilerliyor elbette ve din arayışını ve sorgulayışını da yapımcının yaptırım politikası açısından süzmekte fayda var. Hıristiyanlığa geçişe kadar olan sürecin barbarlık dönemi olarak resmedilmesi ve gerçek tarihi medenileşmenin paganizmden kurtulunca olabildiği bilgisi yine hangi kaynaktan doğuyor ve doğrulanıyor görmekte fayda olabilir. Her türlü din ve kültürün öteki ve direkt barbar ilan edilmesi dikkat çekici ve bıktırıcı gerçekten. Keşke Vikingler bu açıdan böylesi net ve kesin mesajlardan biraz daha kaçınabilseydi! Tabii yine de en azından böyle bir tartışmanın kapısını araladığı için kıymetli bir dramatik yapı sunuyor.

Bir başka ilginç nokta ise bu dizide de milyonlarca metin de olduğu gibi Batı’nın medeniyetler merkezi ve bir kez daha geri kalan tüm dünyanın barbar, saldırgan, ilkel, bilinmez, yamyam, eğitimsiz ve kültürsüz olduğunun ilan edilmesidir. Anlatı boyunca Batılı Viking’e burun kıvırarak ve aşağılayarak bakar. Gerçi Batılılarla Vikingler karşılaşmaları neredeyse Kezban İstanbul’da, Paris’te serisi gibi türlü dozu kaçmış sahnelerle bezenerek iyice aşağılanmayı hak edecekleri şekilde kurulmuştur ama bu klişe zaten Batılı’nın elinden çıkan tarih değil midir? Hıristiyanlaşmadan uygarlaşmak imkansız mıdır? Akıp giden olay örgüsü içinde alt metinlerin bangır bangır iğreti eden sesi, bir kez daha yeryüzü medeniyetlerinin tek merkezini hem inançlar, hem de kültürler bazında Batı olarak öğretiyor.

Oksidentalism disiplininin reaktif bakışıyla değerlendirince, Vikingler bir anlatı olarak şimdiki Danimarka, Norveç ve İsveçlilerin atalarını nesneleştirerek barbarlık ve ilkellikle etiketlemiştir. Bugün ironik olan şudur ki, Batılı tarihçilerin ortak bilgi kaynaklarına göre korkunç, ilkel ve savaşçı bir topluluk olan bu insanlar şimdi Nobel Barış Ödülü’nü Norveç’te vermektedir. Merkezin dizide de Avrupa olarak konumlandırılması ekonomik hegemonyayla birlikte kültürel, coğrafi, siyasi ve dini alanda da meydan okuma gibi görünse de tamamen teslimiyeti beraberinde getirmiştir.

Eh bu kadar siyasi, tarihi ve felsefi konuyu harika bir oyuncu kadrosu, nefis bir dramatik yapıyla ve insanın içine işleyen müziklerle işleyen bir dizi izlenmez mi? İzlenir tabii!

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.