Adana Altın Koza Film Festivali’nin emekçi çalışanlarından Tufan Şimşekcan ve Ozan Sihay’ın kurduğu Atom Film, bir yandan reklam ve tanıtım filmleri çekerken bir yandan da sanatı, fotoğrafı ve kısa filmi bırakmıyorlar.
Çektikleri kısa filmlerle yurt içi ve yurtdışında önemli başarılara imza attılar. Tayfun Pirselimoğlu’ndan Sam Mendes’e, Tuncel Kurtiz’den Daniel Craig’e kadar önemli isimlerle aynı setlerde bulundular, çalıştılar. E, bana da onlarla röportaj yapmak düştü!
Öncelikle biraz Atom Film’den ve hizmetlerinizden bahseder misiniz?
2010 yılında Atom Film’i kurduk. Bireysel olarak fotoğraf çalışmaları ve kısa film çalışmaları yapıyorduk. Birlikte daha iyi çalışmalar oluşturabileceğimizi düşündük. Çektiğimiz kısa filmlerle yurt içi ve yurt dışı festivallerde ödüller ve gösterimler aldık. Türk ve yabancı uzun metraj sinema filmlerinde reji grubunda çalıştık. Ayrıca profesyonel olarak reklam ve tanıtım filmleri çekmekteyiz.
Sizin için kısa filmin tanımı nedir?
Kısa filmin göreceli bir tanımı olduğu düşünülmekte. Ancak çok net bir olgu aslında kısa film. Kısa film dediğimizde bunun içine kurgusal kısa hikayelerin çekilmesi de gelmekte, bir ürünü tanıtmak için yapılan reklam filmleri de gelmekte. Ama en algılanabilecek haliyle, kısa bir süre içerisinde içimizde oluşan, yer etmiş yahut hayal ettiğimiz bir durumu en yalın haliyle sinema ile aktarmak diyebiliriz sanırım.
Kısa filmi bir araç olarak mı görüyorsunuz? Yoksa söz gelişi bir 10 yıl sonra da, kısa filmler çekeceğim diyor musunuz?
Kısa film bir duygumuzu, içimizde oluşan bir acıyı, tarihte bahsetmek istediğimiz bir süreci, hayal gücümüzle yarattığımız fantastik bir durumu en çarpıcı haliyle izleyiciye buluşturmak için kullandığımız bir araçtır esasen. Yani kısa filmin kendisi başka bir türe ya da uzun metraja geçiş aracı değildir. O yüzden uzun metraj filmlerde çalışıyor olsak da, ilerde kendi uzun metraj filmlerimizi çekecek olsak da kısa film çekeceğiz. Kısa film yarattığımız hikayeleri özgürce uygulamamızı sağlıyor. O yüzden ara ara nefes almak için kısa film çekeceğiz diye düşünüyorum.
Son çektiğiniz “I II III IV”den ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?
2007 yılında yazdığımız bir düşünceydi bu. Kuantum fiziği ve shöringerin kedisi üzerine kafa yorduğumuz bir süreçte oluşuvermişti. Tarihte ve günümüz yaşamında her daim olan haksızlıklar ve baskılara karşı farkında olup duyarsız kalma durumu üzerine bir hikaye oluşturduk. Bu hikayeyi shöringerin kedisi deneyi üzerinden, maddi kaygıları fazla olmayan bir adamın kendi evinde korunaklı biricik yaşamına bir kırılma yaşatarak vermek istedik. 2013 yılında bu hikayeyi tekrar ortaya çıkardık. Çünkü dünyada ve ülkemizde olan baskı rejimine karşı yalın bir film çekmek istedik. ‘I II III IV’ kısa filmi bu şekilde oluştu. Ali Düşenkalkar ve Didem Balçın oynadı. Bu kısa filmimizle Boston Türk Filmleri Festivalinde En İyi Kısa Film ödülünü aldık. Yurtdışı ve yurtiçi festivallerde sürecine devam etmekte.
Sizce hızla gelişen teknolojinin, kısa filme ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?
Hızla ve ivmesi katlanarak gelişen teknoloji her yönüyle kısa filme katkı sağlamakta. Sadece kısa filme değil aslında sinemaya katkı sağlamakta. Gerçeklik duygusunun yok olabileceğinden korkuluyor. Ancak bu o filmi yapan yönetmene göre değişmekte. İsterse Nuri Bilge gibi teknolojiyi takip ederek görüntüyü alabileceği en verimli kamerayı, montaj ve efekt programlarını kullanarak gerçekçi bir film ortaya çıkartabilir, isterse aynı teknolojiyle sırf gişede başarı sağlamak için sığ filmler ortaya çıkartabilirler. Teknolojinin hiçbir şekilde sinemaya karşı faydasız olacaktır. Çünkü maddi yönden çok büyük bir sektör. Bir yandan da yaşamın en doğal anını sinema izleyicisiyle paylaşan bir sihir. George Melies’ın o zamanlarda sinemada yarattığı sihri, şimdi James Cameron teknoloji sayesinde yukarılara taşımakta. Yalnız bu arada Avatar, Spider Man, Avengers gibi filmleri de eleştirmemek lazım aslında. James Bond filminde reji grubunda çalışırken sinemanın nasıl büyük bir organizasyon olduğunu görmüştük. Anlattıkları toplumu bilinçlendirmek değil, eğlence kültürü oluşturup bireylerin sistemin içerisinde kurulu bir şekilde yaşamasını sağlamak aslında. Bu iyi bir şey değil. Sinemanın gelişimi için iyi bir şey ama. İronik çelişkilerle dolu bir ikilem aslında. Yani Ozu’nun, Kiarostami’nin, Kieslowski’nin, Yılmaz Güney’in yaptığı sinema anlatı ve derinlik anlamında çok daha değerlidir.
Örnek aldığınız, sinemasını sevdiğiniz, yerli ve yabancı yönetmenler kimler? Hangi oyuncularla çalışmak isterdiniz?
Özcan Alper, Ercan Özkan, Özgür Eken, Ahmet Boyacıoğlu, Ercan Yılmaz, Ahmet Uygun, Ali Akdeniz, Menderes Demir, Melisa Kurtay, Natali Yeres, Sam Mendes, Hasan Ormanlar gibi önemli sinemacılarla çalışma fırsatımız oldu. Çalıştığımız setlerinin her biri sinema okulu gibiydi zaten. Ama özellikle Tayfun Pirselimoğlu ve sineması çok büyük katkı sağladı sanırım. Tayfun Pirselimoğlu sette sinemanın ne olduğunu anlatıyordu kendiliğinden. Kendisi en ince ayrıntısına kadar yaptığı işin bilincinde ve hassas bir iyiliğe sahip bir yönetmen. Aynı setlerde Tuncel Kurtiz, Nejat İşler, Ali Düşenkalkar, Taner Birsel, Ercan Kesal, Erkan Can, Derya Alabora, Şevval Sam, Ruhi Sarı, Didem Balçın ve hatta Daniel Craig gibi çok önemli oyuncularla tanışma ve çalışma şansı bulduk. Film setleri organizasyon anlamında matematiksel bir çalışma gibi gözükse de, aslında her film seti ayrı bir okul niteliği taşımakta. Çalışmak istediğimiz oyuncu yok aslında. Hikayelerimizde yer alan karakterlere uygun ve doğallığıyla o karakteri izleyiciyle buluşturabilecek her oyuncuyla çalışmak isteriz.
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersiniz?
Ne yazık ki kısa filmcilere değer veriliyormuş gibi yapan birçok festival var Türkiye’de. Yurt dışında kısa film üretim bilinci üst seviyede, festivallerin yaklaşımı ise çok daha değer verici . Kısa filme geçici bir heves olarak bakılmakta. Bu bir tehlike aslında. Bu tehlike sadece kısa filmde değil, yaşamımızda yer alan, yaşamımıza katkı sağlayan her şey geçici bir heves haline geldi. Çok hızlı tüketiyoruz. Arkadaşlarımızla sohbetlerden bile kısa sürede sıkılıyoruz. Yüzde 0,1 kitap okuma oranına kadar düştüğümüz ülkemizde sinemanın algılanabilme seviyesi de kendiliğinden düşmekte. Ayrıca kısa film çekim sürecini çok kolay zanneden kısa filmcilerde sıkıntı oluşturmakta bir yandan. Kısa film senaryolarını bile yazmakta erinen, bir şekilde çekilir diye düşünüp hiç masa başı çalışması yapmadan çekime giren arkadaşlarda var. Bu kendileri için bir sıkıntı. Yoksa festivallerde yer alan jüriler bunu zaten algılamaktalar. Festival organizasyonlarını yapan kişilerin kısa filmcilere yaklaşımının daha değer verici olmasını isteriz. Buna en güzel örnek Hilmi Etikan’dır mesela.
Son olarak gelecek planlarınızdan bahsedelim…
Gelecekte şu an yaptıklarımıza devam etmek istiyoruz. Setlerde çalışmak. Kısa ve eğer olursa uzun metraj filmler çekmek. Bize yer ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.