33 yılını geride bıraktık İstanbul Film Festivali’nin. Bir jüri titizliğinde izlediğim festivalde öncelikle festival ruhunu güzel bir şekilde yaşadığımı söylemeliyim. Tabii her ne kadar festival zamanı sinemaseverlerle dolup taşan bir İstiklal Caddesi görünümü olmasa da salonlar arasında mekik dokumayı başardık. Emek sinemasının yerinin dolmayacağını bir kez daha anladık, İstiklal Caddesi’nin festival ruhunu yaratan, taşıyan büyük bir güçmüş Emek sineması…
Festivalde bütün bölümlere ilgi göstermeye çalıştım ama en çok da ulusal yarışma filmlerine önem verdim açıkçası. Antalya Altın Portakal’ın iflahımızı kesen ulusal yarışma filmlerinden sonra İstanbul’dan daha umutluydum ama artık genel bir sorun olduğuna kanaat getirdiğim ‘içeriksizlik’le burada karşılaştım. Senaryo yaratmaktansa durum, kesit aktarmayı ve bunu uzun ve sanatsal görüntülerle aktarmayı deneyen film algısı ulusal yarışmanın geneline yayılmış neredeyse… O yüzden @dirensenaryo demek lazım galiba bundan sonrası için…
Festivalin en kayda değer filmleri Ben O Değilim, İtirazım Var, Sesime Gel filmiydi. Tayfun Pirselimoğlu filmlerini genel anlamda boğucu bulan biri olarak Ben O Değilim’i bayağı sevdim. Hatta Pirselimoğlu’nun zaman zaman filmlerinin geneline yayılan defresif hallerini kırmak için çabaladığını hissettim. Mayolu oturma sahnesinde falan. Filme dair eleştirim biraz uzun olması ve Ercan Kesal’ın olması. Buradan Ercan Kesal’a garezim olduğu anlaşılmasın ama her filmde, aynı rollerin adamı olarak kendisini görmek hem karakterin hem de filmin inandırıcılığına bir darbe olarak geliyor bana. Yoksa filmi çok iyi sırtlanmış almış götürmüş, hatta en iyi erkek oyuncuya kadar uzanabilirmiş ama jüri isabetli bir kararla Serkan Keskin’i seçti.
İtirazım Var konusuna köşemde fazlasıyla girdim, Onur Ünlü’nün esprili deyişiyle ilk defa senaryo ödülünü es geçti ve yönetmen ödülüne uzandı Ünlü. Filmi diğer filmlerden epey farklıydı, Onur Ünlü kafası hakimdi, güldük eğlendik. Festivallerin ‘festival filmi’ algısını kırdığı için değerli buluyorum.
Gelelim Hüseyin Karabey imzalı Sesime Gel’e… Filmin anne tarafının (çabasının)beni etkilediğini itiraf edeyim. Aslında bir yol hikayesi gibi… Ama zaman karmaşası var, 90’lı yılların atmosferinden Roboski’ye uzanmaya çalışan, karikatürize polis tiplemelerinden, kaçakçılara uzanan anlatım içerisinde filmin sonu annenin ve filmin çabasını da boşa çıkarıyor. Körler ve onlarla kurulan hikayenin filme daha fantastik eşlikleri olacakken çokça kesilmiş güzel hikayeler var! Silah meselesi ve ona eşlik eden tilki hikayesi güzel ama dediğim gibi film annenin duygusu üzerinden yakalıyor bizi ve diğer tüm elemanları etkisiz kılıyor.
Nefes filminin yönetmeni Levent Semerci’nin Ayhan Hanım’ı çekileceğini duyduğum andan beri heyecanla beklediğim bir filmdi ama büyük hayalkırıklığı yaşadığımı söylemeliyim. 1 Mayıs 1977’yi anlatacağını beklediğim yönetmen bambaşka bir kafayla karşımıza çıktı. Teatral bir kurgu ve oyunculukla dansın, şiddetin ve imgelerin birleştiği filmle herhangi bir bağ kuramadım. O yüzden jürinin Ayhan Hanım’ı ödüllendirmek kaygısıyla Vahide Perçin’e en iyi kadın oyuncu ödülü vermesini de çok anlamlı bulmadım. Filmi anlattığı konunun dışında, çok anlamsız ve duygusuz buldum ne yazık ki! Öyle olmamasını umardım çokça…
Kazım Öz’ün Bir Varmış Bir Yokmuş belgeselinin Derviş Zaim nezdinde değeri olacağını söylemiştim iizledikten sonra, öyle de oldu. Jüri özel ödülünü ve FIPRESCI ödlünü kazandı. Belgeseli kötü bulmadım aslında, üretim ve tüketim dengesini (dengesizliğini) de iyi bir şekilde anlattığını düşünüyorum ama onu başka bir belgeselden ayıran yanı konusunda çok ikna olmadım, yani herhangi bir belgeselden ne farkı var? Sonuçta üreten kesimin dertlerini aktaran, Yılmaz Güney gerçekçiliğine yakın olmak isteyen bir dil yakalamaya çalıştığını söyleyebilirim.
Silsile popüler sinemaya yakın diliyle, Şarkı Söyleyen Kadınlar ise vizyon görmüş haliyle açıkçası benim uzağımdaydı jürinin de öyle olmuş. Bu arada iki filmi de fena bulmadığımı söylemeliyim. Şarkı Söyleyen Kadınlar Reha Erdem’in her geçen gün doğanın bilinmezliğine çekildiğini gösteriyor ki doğa karşısında sarsıntıya uğrayan insan halini markaja alıyor.
Kenan Korkmaz imzalı Gittiler Sair ve Yalnız tekrarlar dünyasında bizi boğdu diyebilirim. Filmin iki taraflı bir anlatımı var, aslında Mardin ve Stockholm arasında gitmek ve kalmak arasında kurulan sıkıntılı bağ doğru aktarılabilseydi başarılı olabilirmiş ama bu haliyle bir girdaptan farksız olmuş. Rutini anlatmak için özellikle Stockholm kısmında çok fazla tekrara düşen ve karakterine anlamsız bir aidiyetsiz ve sıkıntı sunan film sonunu da o kadar yavan kuruyor ki, meselenin toprak özlemi değil de sanki kadın özlemi olduğuna indirgiyor. Görüntüler de arada kaynıyor zaten. Tatminsiz bir anlatım ne yazık ki kimseyi kendisine çekemedi.
Gelelim Kumun Tadı’na… Melisa Önel ilk filminde başarılı bir başlangıçla çok şey anlatacakmış gibi duruyor ama filmde kimsenin ve olayların hikayeye etkisi yokmuş gibi duruyor. Mira Furlan’ın hikayede bir duruşu yok, insan kaçakçılığı ise insanları tıktıkları kulübe dışında ortaya çıkmıyor yani kim kimin hayatına etki ediyor, çalıyor ya da eklemleniyor. Hiçbir dramatik akış yok, algı ve sarış yok. O yüzden festivalin zayıf halka filmlerindendi.
Yine bir ilk film olan Deniz Seviyesi yazlıkçı kafasında bir hesaplaşma hikayesiydi. Bitmemiş bir hikayenin hesaplaşması hem çok iyimser, hem çok abartılı yapılıyor. İki duygu da yaşananları ve yaşanacakları kapsamaktan uzak… Bir yandan uzayan ve anlaşılması istenmeyen bir durum var bir yandan da herkesin iyimser yaklaştığı bir hal. İzlettiriyor elbette, dizi kafasıyla rutin bir sinema filmi arasında dolanıyor ama etkisiz!
Ulusal yarışma filmlerine çok ilgisiz değildim ve Körlük ve Taş Bebek’in kazanmasına sevindim. Körlük vizyonda da karşımıza çıkacak bir film. Onun dışında festivalin işinin her geçen gün zorlaştığını düşünüyorum. Zamanla, teknolojiyle ve algısı her geçen gün daha da azalan seyirciyle baş etmek durumunda kalacak gibi görünüyor. Tabii bir de ruhunu yitiren bir İstiklal Caddesi ve şehir algısıyla karşı karşıya… ya da bu yitip giden değerler silsilesi insanları festivale, filmlere daha fazla bağlar ama senaryo şart gerçekten de… Sinemayı bu kadar ‘durum’ algısıyla sunmak zarar verici sektöre…
Azalan salonlar yüzünden sıkıntı yaşayan festivalin gelecek yıllarda açılacak Cinemaximum Emek’e tav olacağından korkuyorum çaresizlikten. Zaten Demirören’in içine açılan cinema pink ücretsiz bütün salonlarını festivale vereyi teklif etmiş. Şimdilik hayır ama ilerisi belirsiz… O yüzden festivalin içimizdeki umut olarak kalması dileğiyle gelecek yıl görüşürüz…