Kızım İçin filminin başrol oyuncusu Yetkin Dikinciler bir oyuncunun sahip olması gereken bütün özellikleri, görüşü ve cesareti sergiliyor. Benim kriterlerime göre örnek cevaplarla dolu bir röportaj oldu Dikincilerle yaptığımız sohbet…
Türk sinemasında çekilen çoğu filmin yönetmenleri veya oyuncularıyla işimiz gereği sohbet ediyoruz. Hem filmlerini tanıtmak hem de kendilerini anlatmak çabasıyla bir dolu fikir, cevap geçiyor önümüzden. Fakat gerçekten kendini ifade eden veya çeşitli baskılardan yılmadan kendini ifade edebilen çok az isimle karşılaşıyoruz. Yetkin Dikinciler ile yaptığım röportajda birşey dikkatimi çekti. Hayata muhalif ama olabildiği kadar da onu yaşanılır kılan bir bakış açısı var. İdealist ama yargılayıçı değil, oyuncu ama cevapları kendini pazarlamaya yönelik değil. Kısacası konuşulabilir, beraber düşünülebilir değerli bir isim. İşte Yetkin Dikinciler’in son filmi ve hayata bakışı…
Sizi bu filmde olmaya ikna eden şey neydi?
Gündelik hayatımda yürürken de beni heyecanlandıran şeylere bakıyorum. Hayat çok basit aslında. Sevdiğim insanlarla, bana heyecan veren, samimi bulduğum bir şey paylaşabileceğim insanlarla buluşmaya, onlarla sohbet etmeye gayret ediyorum. Böyle yaşayan birinin seçtiği işi yaparken de başka türlü davranması, başka türlü kuralları olması mümkün değil. Yani samimiyetsizce, sadece görünür olmak için ya da sadece üç beş kuruş için yapılacak şeyler değil. Hayat bir tane ve her zaman gerek gününüzü, gerek anınızı, gerekse hatıralarınızı iyi biriktirmeniz gerekiyor. Ben bir anlamda kısmet olduğunu düşünüyorum böyle şeylerin. Hakan Haksun’un filmi çekmezden iki yıl evvel, sanıyorum bu mekânın alt bahçesinde, bir toplantı talep ettiğini hatırlıyorum. “Böyle bir hikâyem var” dediğinde, hikâyenin ana aksını anlattığında, “Hakan ne kadar güzel bir hikâye bu” dediğimi hatırlıyorum. O kıpırtıdır zaten insanları bir şeyin içine çeken, oyuncu olarak da elini kaşındıran. Ben elimi kaşındırdığı bir şeyde yer almaya çalışıyorum. Bu televizyonda da, tiyatroda da, sinemada da, seslendirmede de, dediğim gibi hayatta da böyle. Bundan sonra diyelim oynadığım dizi çok uzun bölümler gitmedi, 13. bölümde bitti, ya da başına bir kaza geldi hiç kimse izlemedi üç bölümde bitti. Ya da benim filmim çok büyük seyirci bekliyordu da o kadar seyirciye ulaşmadı diye, hiçbir zaman o yaptığım işin kötü, anlamsız ve gereksiz olduğunu düşünmüyorum. Bu özgüvenle de yaşamaya devam ediyorum. Çünkü bunun önemini dünyada da görüyoruz. Yıllar önce Avrupa’nın ortasında bir adam çıkıyor herkesi sadece kendi dediğine inandırıyor ve o inanç yüzünden de milyonlar yakılıyor ve düşünsenize bu acıya onay veren milyonlar var. Yani çoğunluğun söylediği değil her zaman doğru olan ilk sesinizdir, vicdanınız doğru söylüyordur, hayatta da öyle. Yani yaptığınız iş çok kişiye ulaştı diye iyi bir şey demek değil, az kişiye ulaştı diye kötü bir şey demek değil. Bütün bunlardan sonra isterim ki Hakan Haksun’un yazdığı ve çektiği, Eda Ece’yle birlikte baba kızı oynadığımız bu senaryo umarım iyi bir film olmuştur, iyi gerçekleşmiştir çünkü ondan ötesi artık seyircinin.
Mesela önceki filmlerinizden birinde canlandırdığınız Nazım Hikmet rolüne hazırlanmak gerekebilir ama bu filmdeki rolünüz çok da hazırlanılacak bir rol değil. İçinizde ne varsa biraz o. Bu filme nasıl hazırlandınız, neleri gözlemlediniz?
Çok güzel, tam mesleğimin bana heyecan veren yanından soru sordunuz. Aslında hayatta hepimiz her şeyin ihtimallerini içimizde taşıyan canlı varlıklarız. İnsan olarak öfkeyi de, sevinci de, kötülüğü de, iyiliği de öz olarak barındırıyoruz. Herkes şöyle bir an düşündüğünde kimine sebepsiz yere sarılmak istediğini hatırlar ya da kimini sebepsiz yere küfretmek, dövmek, hatta öldürmek hissi bile geçebilir insanın içinden. Çünkü canlı varlıklarız, tabii varlıklarız, bunlar mümkün. Her insan bir hikâyeye sahiptir, yeryüzünde ne kadar insan varsa o kadar hikâye vardır. Hepsi anlaşılmaya değer, anlatılmaya değer. Benim bu filmde oynadığım “Tuncer” karakteri de o karakterlerden biri. Evet benim yaşadığım, yaşayabileceğim bir hikaye değil. İki yaşında, daha baba bile diyemeden o kızcağız, evi terk etmek çok kolay yapılabilecek bir şey değil. Ama Tuncer bunu yapmış, gitmiş, sığamamış hem içinde bulunduğu mekâna, zamana, kasabaya. Belki kendi içine sığamamış. Kurduğunu düşündüğü aile düzeni ona düzenli gelmemiş. O düzen onun düzeni değilmiş aslında ve kırmış kirişi gitmiş. Bir özgürlük savaşı vermiş kendisi için, ama kırıp dökmüş bir yandan da. Bir nevi can acıtmış, belki de günaha girmiş. Ama bazı günahlar vardır, girmezseniz olmaz. Ya kendinize dürüstçe hesap vereceksiniz, yalan yere orada duracaksınız, ya da kırmayı dökmeyi ama bedelini ödemeyi de göze alarak gideceksiniz. Tuncer ikincisini tercih ediyor, bedelini ödemek üzere gitmiş. Çok yıllar sonra gerçekten kendine onun cevabını verdiği gün, artık daha fazla geç olmaması için de o günahını ortadan kaldırmak için kendini kızına 18 yaşına girmeden önce affettirmeye çalışan bir baba. Bu adama nasıl hazırlanılır? Evet durup da “Dur bakayım, biri böyle bir şey yaşadı mı” diye gözlemleyemem. Bana ilham verdiğiniz sorunun ikinci kısmına geçiyorum, aslında o empati “Sen benim yerimde olsaydın ne yapardın” demek değildir, o yanlış anlaşılıyor. Ben olsaydım onun yerinde. Empati biraz içselleştirmemiz gereken bir şey. Bu sorular sorulduğunda doğru cevaplar gelmeye başlıyor. Herkesin başına her şey gelebilir. Benim de gerek Tuncer’e gerekse bütün rollere hazırlanmak için beslenme kaynağım, dışarıda gözlem yapmak, biriktirmek okumak, yazmaktan çok kendi içimden bir şeyleri o karakterlere nüfuz ettirmektir. Çünkü ben bütün sinir uçlarıyla, ruhuyla bedeniyle şu ana kadar kendi hayatını yaşayan ama başka hayatların miras bıraktığı bir çocuğum. Yani benden önce binlerce, milyonlarca hayat vardı, benden sonra da olacak. Ortada bir yerde bir hayatım var. Haberdarım. Gözlerimi açmam, kulaklarımı açmam, ya da sinir uçlarımı açmam yeterli fark edebilmem için. Nazım Hikmet dediniz ya, Nazım Hikmet olabilmek için tabii ki ona kaşımı benzetmem, gözümü benzetmem, saçımı benzetmem gerekiyordu ama ruhen onu anlayamazsam, ona yaklaşamazsam Nazım’ı oynamak hiçbir şeydir. Örneğin “Babam ve Oğlum”da Salim diye bir karakter oynadım; saf adam. Ben saf bir adamın teki değilim ama içimde saflıklarım da var. Bütün bunlardan ne kadar Salim olabilirim ben diye düşünüysem, o Salim o kadar sahi olur. Ben ne kadar Tuncer olabilirsem, ne kadar onun yaptıklarını reddetmeden, içselleştirerek Tuncer’e geri döndürebilirsem, o kadar Tuncer karşımıza çıkar. Bunları yapmaya çalıştım. Zannedilmesin ki bir taklit yapıyorum, zannedilmesin ki oyuncular taklit yapar. Taklit komikçiliktir, taklit basit olandır, ucuz olandır. Ruhunu yaşamak, zamanını, anını, yüreğini yaşamaktır bir rolü çıkarmak, bir karakter yaratmak. Uzun konuşuyorum ama sorunun verdiği ilham öyle çünkü. Dolayısıyla ben herhangi bir rolü oynarken onun için bir şey keşfediyormuş gibi yapıp, aslında her seferinde kendimi yeniden keşfediyorum. Bu filmde de içimdeki Tuncer’i keşfettim.
Aslında bu söyledikleriniz bence de çok doğru fakat Türk Sineması izleyicisi tek renkli rollere alışmıştır. Hem iyiyi hem kötüyü içinde barındıran gerçek karakterler değildir; Yeşilçam’dan gelen bir kültür. Tabii bu da ister istemez izleyiciyi şekillendirdi. Şu anda en fazla izleyici toplayan filmlere bakın, hep tek renkli, tek sesli karakterler. Bunun sorumluluğunu nasıl alıyorsunuz? Sizin itici gücünüz nedir?
Risk almazsan mutlu olmazsın bu kadar basit. Bunu da tanım gereği risk olarak görüyorum ama riski “risk” olarak görmüyorum. Çünkü güne başlamak zaten bir risk, yaşamak bir risk. Zaten hayat denen şey, ölümü içinde barındıran tek şey. Hayat yoksa ölüm de yok. Yaşadığımız için ölümlüyüz. Bir anlamda da iyi ki ölümlüyüz, hayat onun için tatlı. Eğer ölümsüz olsaydık bıkardık bu hayattan. Ölene kadar yapmamız gerekenler var ve o da sonlu ya, ülkelere göre, coğrafyalara göre, beslenme tarzına göre, fakirine, zenginine göre bir yaşam sınırı var ya, kendine nasıl baktığına göre… Bir ömür var biçilecek, yüzü gören yok. Dolayısıyla bu arada yapacaklarım, başkalarının, genel geçerin, çoğunluğun istediği değil, hep içimin istediği olacaktır. Kendimi asla karton karakterlere yakın hissetmeyeceğim için hayatımı onlarla heba etmeyeceğim.
Biliyoruz ki sinema aslında bir yönetmen sanatı. Oyuncu da o yönetmenin en önemli aletidir. Bu noktada sizin gibi kendi içinde de önemli şeyler olan veya tatmin peşinde koşanlar yönetmenlerle çalışırken nasıl problemler yaşıyor? Bu filmde böyle bir şey var mıydı? Çünkü bu film de sonuçta dediğiniz gibi çok kendi içinde çok özel çok kişisel bakış açılarını değerlendiriyor.
Yine doğru bir şey. Yine çok teşekkür ederim çok içeriden sorular sorduğunuz için. Bir kavga vardır, sokak kavgasıdır karı koca kavgasıdır kabadır tatsızdır manasızdır ve sonuçsuzdur. Bir de kavgasını vermek vardır bir işin. Yönetmenle benim kurduğum ilişki, işin kavgasını vermek boyutundadır. Ona inandığım için en çok onunla kavgasını veririm ve onun için veririm. Yönetmenimin benden istediğini istemeye devam etmesini beni ikna etmesini ama gerektiğinde ikna edebilmeyi isterim. Dolayısıyla ben başka bir şey beklemem çünkü yönetmene o hikâyeye inandığım için inanmışımdır onun için hizmet ediyorumdur, onun için yaşıyorumdur. O zaman yaşamda da söz söyleme hakkım vardır. “Söylüyorum çünkü senin için yaşıyorum. Çünkü senin için bir karakter yaratıyorum burada” diyebilirim.
Benim son dönemlerde söylediğim belki biraz sert bir yorum ama şöyle bir şey var sinemamızda artık sinema oyuncusu çok kalmadı. Çünkü insanların isimlerinden bahsederken oynadığı filmlerden daha çok dizilerdeki performanslarıyla ortaya çıkıyorlar. Sonuçta oyuncu tekniği bakımından da birbirinden çok farklı şeyler bunlar. Siz bu anlamda kendinizi nasıl kategorize ediyorsunuz? Bunun kategorize edilmesi gerektiğine inanıyor musunuz?
Kategorize edilmesi gerekiyorsa ediliyordur, ben onunla mükellef değilim benim görevim o kategorizasyon yapmak değil. Ben onu yapmakla bir şey başarmış olmam. Birileri dışarıdan bakarak beni nereye daha çok yakıştırıyorsa o onların sorunu olur. Bana sorarsanız mesleğe tiyatroyla başladım. Kendimi tiyatroyla tarif ediyorum ama bana ilk heyecan verenin sahnede bir oyun izlemek, anlatılan bir hikâyeyi izlemek ve orada olmak istemek olduğunu hatırladığım için söylüyorum bunu. Bu demek değildir ki sinemada gördüğüm bir şey beni heyecanlandırmıyor. Buradan şu tarifi yapabilirim siz dediniz ya fiziki, teknik farklılıkları var, bence fark o kadar zaten. Ruhu farklı değil, fizik ve teknik dışsal bir şeydir. Ruh içsel bir şeydir. Ben tiyatroda da televizyonda da sinemada da bir durum içerisinde bir karaktere can veriyorum, onu yaratıyorum. Ben bir insanın peşindeyim, onu nereden görmek isterse, sinemada yönetmen, dizide kameraman ya da tiyatroda bütün kameralar yani izleyen bütün gözler oradan görürler. Benim vazifem, hepsine en içten en samimi şekilde görünür olmak. Onun için dışsal etkisiyle ilgilenmiyorum. Ben bir ayrım yapamayacağım dolayısıyla. Çünkü ben davet edildiğim yerde oranın heyecanına inanıyorsam, oranın kurallarına uyarak hikâyeyi anlatmaya devam edeceğim.
Neredeyse çekilen bütün filmlerin oyuncularıyla röportaj yapıyorum. Yüzde sekseninin politik olmaktan kaçındığını düşünüyorum. Zaten cevaplar da öyle geliyor. Siz Nazım Hikmet gibi bir karakteri canlandırdınız, sonuna kadar politik bir karakter. Bence bir oyuncunun özellikle sinema oyuncusunun sanatla ilgili olduğuna göre politik olmamasına imkân ihtimal yok. Türk sinemasında bu anlamda oyuncu olarak bir çekince olduğunu düşünüyor musunuz? Karşınıza gelen rollerde bu anlamda çekinceleriniz oluyor mu?
Bu çekincenin öncelikle hayatta bütün insanlarda olduğunu düşünüyorum. Politikayı sadece bugün hüküm süren erkin ya da iktidarın ya da muhalefetin ya da parlamentonun ülkeleri temsil ettiği bir politika olarak görmemek lazım. Politika bir yaşam hakkıdır, politika söz söyleme hakkıdır. Politika bir şeyin kavgasını verme hakkıdır. Dolayısıyla politik olmak da herkesin, özellikle bir hikâye anlatıyorsak sanatçının hakkıdır artı vazifesidir diye düşünüyorum. Dolayısıyla hiçbir çekincem yok. Yine o örneği veriyorum, bir tane hayat var bildiğimi söylemekten başka ne yapayım, nasıl yaşayayım? Ben bir şeyin öyle olduğunu göre göre tersini söylersem nasıl uyurum, nasıl yaşarım, nasıl yatarım, nasıl hesap veririm kendime, çocuklarıma, sevdiklerime? Böyle bir şey mümkün değil.
Benim size sormadığım ama filmle ilgili izleyicilere söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Anneler daha duygusal bu konuda ama baba denen bir şey var ya; erkek ve zor, kolay kolay boğazında düğümlenen ama şuradan dışarıya çıkaramayan… Sevdiğini de çok kolay söyleyemeyen ama sebebini de açıklayamayan, hep içine atan. Çünkü erkek egemen bir toplumda hatta dünyada yaşasak da ihtiyacımız olan kadını unutmadan yaşayan erkek bedeni ve ruhu kadını arar, bunu hiçbir zaman hiçbirimiz unutmayalım. Erkeğin en çok ihtiyaç duyduğu şey ne derseniz, kadındır. Doğru yüzleşmeler, doğru hesaplaşmalar ve samimi buluşmalar yaşaması için insanların samimi hayal kırıklıkları da yaşaması gerekiyor ve yüzleşmesi gerekiyor. Bir yerde mutsuzsa bir adam, hiç uzatmadan gitmelidir. Ama gittiğinde başına geleceklerin de hesabını vermelidir. Bu bir öneri değildir çünkü kırık hayatlar var, o kırık hayatların iyileştirilebilmesi mümkün. Nelerin kırıldığına değil, nelerin onarılabilineceğine bakalım, bu film biraz bunun hikâyesi. Tuncer kendi kırdıklarının doktoru olmaya çalışıyor.