True Dedective, cinayet masasında çalışan iki dedektif Rust Cohle (McConaughey) ve Martin Hart’ın (Harrelson) çocuk ve kadınları öldüren bir seri katilin peşine düşmelerini anlatıyor gibi görünse de aslında ciddi ciddi felsefe yapıyorlar. Böylece ikilinin takibi ilerledikçe felsefenin hiç kimseden aslında o kadar da uzak olmadığı anlaşılıyor ve muhteşem bir etki yaratarak benzeri tüm dizilerden farklı ve güçlü bir iz bırakıyorlar.

True Dedective’in çok sıradan karakterleri varoluşçu sorular sordukça entelektüel olmayan ağızlardan çıkan felsefi sorular çok daha ara katmanlarla zenginleşiyor, derinleşiyor. Dizi ve sinema karakteri dedektiflerin, polislerin zaten ortalama insan zekasının ötesinde önsezileri, bir çeşit ermiş dedeler gibi olanı biteni hissetme durumları izleyicinin sevdiği ve beklediği özelliklerdir. Kimisi araştırıp iz peşine düşer, kimisi evde içip içip düşünerek çözer, kimisi de ekibini etrafa salar ve yakalar. True Dedective bu açılardan bir farklılık göstermiyor hatta bizim canımız ciğerimiz Behzat Ç.’yi de anımsatıyor biraz. Çünkü onun da kızı ölmüştür, o da Behzat kadar olmasa da çok içki içer, o da tuhaf ve az konuşur ve o da hayali görüntüler içinde yaşar ve kimi zaman hayali olanla gerçeği ayırt edemez, dahası bazen ısrarla ayırt etmek istemez. Böyle sıralayınca Rust ağabeyimizin Behzat’ın Amerika’daki amcaoğlu olduğu sonucuna yaklaşılıyor ister istemez ancak pek o kadar da yakın akraba olduklarını iddia etmek zor. Ne var ki Rust’ın sigarayı içişindeki karizma, Behzat’ın içki kadehini bardağa vuruşundaki nevi şahsına özel jest ve mimiklerle büyük benzerlik ve hayranlık uyandırırken, çok katı Yeşilaycıları bile en yakın bara koşup her türlü içmeye götürecek kadar güçlü etkiliyor. İkisinin de bıyıklı olup bira üstüne bira çakmalarına bakıp Behzat ağabeyimizi arakladılar mı psikolojisine de girilmesin hemen. Çünkü tarzına kurban olayım dedirten bu iki enfes adam belki akraba olsalar da kopya değiller. Sonuçta Kızılderililerin Türk olduğu efsanesi artık bu şekilde devam bile edilebilir ve alakaya çay demlenebilir bittabi.

Tüm benzetmeler/benzetmemeler bir yana Matthew Mcconaughey ve Woody Harelson oynayınca dizi bağımsız sinema tadında bambaşka bir lezzet ve seyir zevki sunuyor. True Dedective’in ilk sezonu için 8 saatlik sinema baş yapıtlarından biri değerlendirmesi hiç abartı olmaz. Müzik, görüntü yönetimi, mekan, kostüm, sanat yönetimi ve oyunculuk gibi tüm detayların nakış gibi işlendiği dizinin hikayesi polisiye, dram, kara film, fantastik ve korku türlerinin mükemmel harmanından oluşuyor.

Bu kadarcık bir tanıtımdan sonra Rust’un karanlık, hüzünlü, maço, dürüst ve karizmatik bir kişilik olduğunu söylemek belki de tekrara giriyordur ama sevince illa ki söylemek istiyor insan. En baştan dizinin ilk 4 bölümünün ağır ilerlediğini, ziyadesiyle klasik drama formüllerinin nefis işleyişini çalıştırdığını ve heyecan vaat etmek yerine insan varoluşuyla ilgili ağır sorular sorduğunu bilmekte fayda olabilir. Yani kısacası teori üzerine teori patlatmak, ne olacağını bilmek, ipuçlarını birleştirip olayı çözmek isteyenler için aslında kategori olarak isminin işaret ettiği gibi pek dedektif dizi olmadığı ilan edilmeli galiba. Çünkü ortada gayet basit, kör parmağın gözüne çocuk ve kadın kaçırarak öldüren sapık bir grup var, dolayısıyla iki dedektifte bu grubun peşindeler. İzleyiciye eğlencelik işaretler verip göstergelerden bulmacayı çözmelerine izin vermiyorlar ve fantastik baş döndürücü aksiyon sahneleriyle büyülemiyorlar. Çok daha zorunu yapıyorlar.

Sherlock Holmes gibi laf ebeliği yapıp, uçup kaçıp kovalayıp konup kahramanlık taslamıyorlar. Zaten Sherlock iki dedektifin zar zor çözdüğü 20 yıllık hikayeyi 20 dakikada çözer ve yeni bir serüvene güle oynaya, bin tane berbat şakayla atlardı şüphesiz. Oysa True Dedective kahramanları gayet basit bir üslupla sapık katilleri gerçek hayatta olduğu gibi yıllarca uğraşarak birinci sezonun sonunda yakalıyorlar. Ama burada olay başka! Çözemezlerse de canları sağ olsun dedirtiyorlar zaten. Ne de olsa seyirci olayın kendisinden çok dedektifleri merak ediyor. Çünkü Rust’ın ağzından bal akıyor. Külçe altın değerinde saptamalar yapıyor adam. Örneğin hayatını yönetemediğini düşündüğü ve kendinden bıktığı bir anda ‘artık vücudumun uzvu olmak istiyorum’ diyor. Ya da kendisi için veya çevresindeki çıkışsızlık için ‘bir insan olma rüyası’ saptamasında bulunuyor. Genel olarak yaşamın arızalı ve sağlıklı yaşanması imkansız bir süreç olduğuna inanıyor ve şöyle özetliyor ‘hayat bir hastalıktır’. Hatta Rust ne nostaljik romantizme inanıyor ne de gelecekte yaşamın iyi ve güzel olacağına… ‘Eskiden hayat daha güzel değildi, eğer olsa yine güzel olurdu’ derken zerre kadar şüphe duymuyor böyle gelmiş böyle gideceğine.

Özetle Rust, insan olarak bu dünyaya gelmenin çıkışsızlığına, çaresizliğine, anlamsızlığına dair şahane, sağlam ve neredeyse roman kahramanı derinliğinde söylemler de bulunuyor. Düzeni ve sistemi temsil eden diğer karakter Marty ise son derece zayıf ve bir o kadar da gerçek bir karakter olduğu için seyircinin kafasında hemen karşılık buluyor. Marty büyük düzenin küçük dişlilerinden biri olmaya inanıyor ve savunuyor. Arzuları ve inançları arasında sıkıştıkça ya alkole sığınıyor ya dine bağlanıyor ama her ikisini birlikte dengeli ve ölçülü olarak yaşamında tutamıyor. Örneğin hem karısından vazgeçmek istemiyor hem de sevgilisinin tek erkeği olmaya çalışıyor. Sonuçta her ikisini de aldatıp, kendi seçimsizliğini dayatıyor ve kendince uydurma sebepler bularak haklılığına inanıyor gerçekten. Muhafazakar bir Hristiyan olarak kızlarının tarzına müdahale etmek isterken yaptığının doğruluğundan hiç şüphe duymuyor. Oysa Rust Marty’nin sımsıkı bağlı olduğu dayatmaların, öğretilerin, inançların her birini ret ediyor. Dolayısıyla Marty ve Rust’ın yan yana duruşu bile müthiş bir çatışma doğuruyor. Örneğin Marty ‘bir erkek aynı anda iki kadına aşık olabilir mi?’ diye sorunca ve Rust ‘Hayır, bir erkek aşık olmaz!’ şeklinde yanıtlıyor. Rust’un bu sözleri Sartre’ın ‘aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, çünkü insan kendi bilincine mahkumdur’ sözlerini çağrıştırıyor. Ludwig Wittgenstein ise sanki Rust’ı kast eder gibi ‘Geriye sadece boğuk bir ses çıkarma arzusu kaldığında felsefe yapacak noktaya ulaşırız’ der. True Dedective’in seyirci de bıraktığı iz de insanoğlunun muğlak var oluşuna kilitli kalmak homurtusudur belki de…

ŞENAY TANRIVERMİŞ

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.