Geçen gün “Susuz Yaz”ı tekrar seyrederken düşündüm… 60’larda bu düzeyde filmler çıkarabildiysek, bugün niye “sıkıcılık sıkıntısı” ile “popülizmin dibi” şeklinde tanımlayabileceğimiz iki ucun çatışmaları arasında, bir garip hallerde bocalıyoruz diye…
Sinemanın, tiyatronun, hatta tüm sahne sanatlarının temeli edebiyattır ya aslında? İyi hikayeyi iyi anlatabilmek… Kendine özgü bir tarz ve üslupla… Özgün bir estetik anlayışıyla anlatabilmek… Düşünsenize? Kitleler iştahla, merak ve heyecanla izlemeye koşacak o filmi… Hem de aynı filmin belirli kriterlere dayanan esaslı bir sanat değeri olacak. İşin kilitlenip tıkandığı nokta bu sanırım: Edebiyat duraklama dönemine girmiş ülkemde. Oysa romancılık, hikayecilik, ne kadar ileriymiş eskiden. Ne kadar renkli ve ne kadar çok eser üretiliyormuş. Şimdiki sinemacıların işi eski ustalardan daha zor. Eski filmler yeniden çekilebilir ve gayet de başarılı olabilir belki ama? “Remake” ile ömür geçmez ki… Hem ülkedeki şu olanaksızlıklar içinde çıtayı nasıl yükselteceksin, eskinin üzerine ne koyacaksın? Sinemayı gerçekten sevip ille de film çekmeyi kendine dert edinmiş yönetmenler, iyi fikir bulmak, iyi hikaye yazmak için (hem de günümüzün baskıcı-kısıtlayıcı-sansürcü ortamında) çırpınıp duruyor. Onlara omuz verecek edebiyatçılar nerede? Bilmiyorum. Belli cenahların (popüler tabiriyle lobilerin) destekleyip ünlendirdiği romancılar dışında kaç tane yazar kitap yazarak ekmeğini kazanabiliyor? Kaç tanesi dilediğince üretim yapabileceği koşullara sahip? Edebiyata gönül vermiş gençlerin üretimleri 140 karaktere mi hapsoldu yoksa? Yayınevlerine ulaşamıyorlar mı? Hikayelerini sinemacılarla buluşturamıyorlar mı? Ahkam kesmek için yazmıyorum bunları, inanın… Merakımdan soruyorum. Hep birlikte düşünelim diye. Belki yeni cevaplar buluruz, belki ışığı görürüz diye. Baharınız bahar gibi geçsin dilerim. Tüm okurlara sevgiler.
DENİZ UĞUR