Semir Aslanyürek’in Yılmaz Güney’e adadığı, Yılmaz Güney’i görmek için yollara düşen iki çocuğun masalsı yolculuğunu anlattığı Lal filmiyle ilgili olarak yönetmen Semir Aslanyürek ile iki sevimli oyuncusu Ata Murat Kalkan ve Erdal Sarı ile konuştuk… İyi okumalar…

Banu Bozdemir

 Lal’i biraz Cinema Paradiso biraz da İran filmi havasında izledim. Bu filmin fikrinin temellerini ne zaman nasıl oluştu sizde?

Semir Aslanyürek: Cinema Paradiso veya İran filmi havasında izlediyseniz, bu Lal’ın samimi bir film olduğuna işaret eder. Oysa bu filmde ne Cinema Paradiso’dan ne de İran filmlerinden ilham aldığımı sanmıyorum. Bunun tek ilham kaynağı Yılmaz Güney’di…
Bilirsiniz, bir insan yönetmenlik yapmaya başladığı andan itibaren kafasında bir sürü film düşüncesi olur.  Bunlar o yönetmeni etkileyen olaylardan kaynaklanır. Yani bu film fikrinin temelleri sinemaya ilk adımlarımı attığımdan beri mevcuttu. Bir zamanlar bizzat kendim Adana’ya gidip Yılmaz Güney’le fotoğraf çektirmek, daha doğrusu onunla tanışmak ve onun çıraklığını yapmak istemiştim. Tabi o zamanlar birtakım nedenler yüzünden bu yolculuğa çıkamamıştım. Böylece içimde bir hasret, bir ukde gibi kalmıştı. Sinemayı meslek edindiğim zaman bu yolculuğu bir filmde yapmak istedim. Böylece birkaç yıl önce bir söyleşide böyle bir yolculuk yapacağımı ve bunun artık benim yolculuğumdan ziyade bir “çocuk Odisseus” olacağını anlatmıştım. Böylece senaryo yazım süreci başladı. Senaryodan sonra da film yapım süreci…

 Sizin için Yılmaz Güney’in anlamı nedir?

Bu hayatta babamdan sonra beni en çok etkileyen Yılmaz Güney’dir desem… Yılmaz Güney’in filmlerini kendimi bildim bileli izlerim. Ama Yılmaz’ın çekim kuvvetine ancak “UMUT” filmini izledikten sonra kapıldım. Bu çekim gücü “ARKADAŞ” filmiyle doruğa ulaştı. Yılmaz ağabeyimizdi, öğretmenimizdi, arkadaşımızdı. Yılmaz mücadele adamıydı. Hayatı boyunca ezilenden yana ezene karşı olmuştu. Delikanlı yaşlarımda Yılmaz Güney’in bir resminin bir posterinin asılmadığı dükkân veya kahve yoktu neredeyse… Ayrıca Yılmaz Güney çevremdeki herkesi etkilemişti. Bir idoldü… Yılmaz Güney sevgisi insanlar arasında bir arkadaşlık, bir yoldaşlık vesilesiydi…

Yılmaz Güney’in filmlerini izlediğimizde hala çok etkileniyoruz, çok iyi bir gözlemci, yazar ve yönetmen. Sinemamız belki de hala onun seviyesine gelemedi… Siz ne düşünüyorsunuz ya da böyle mi düşünüyorsunuz?

Aynı fikirdeyim. Yıllardır sinemamızın “UMUT” filmini aşamadığını iddia ediyordum. Hala da buna inanıyorum. Bir de “UMUT” filminin yapım olanakları düşünsenize… Bütçesini bilmiyorum ama çok düşük bir bütçe ve ilkel bir teknolojiyle çekildiğini tahmin ediyorum. Bu da her yeni teknolojinin insanı bir kez şaşırttığını (sarstığını) ayrıca filmde bir şey yoksa filme pek bir şey katmadığını, ama samimi bir sanat yapıtının her defasında insanların yüreklerini fethettiğini kanıtlıyor. Sanatın mucizesi budur ve “UMUT” böyle bir filmdir…

Çocukların karşılaştığı her kişinin Yılmaz Güney’i bilmesi, onu tanıması ve ona kendisinden bir şey sunması gerçek bir halk kahramanı olduğunu göstermek için miydi?  Bir de filmin gerçek olduğu kadar masalsı yanları da var… Neden böyle bir anlatım?

Filmde biraz masalsı bir hava var. Bir efsane başka nasıl anlatılabilir ki? Nazım Hikmet de böyle anlatılmalıydı, tıpkı Pablo Neruda’nın anlatıldığı gibi. Che Guevara da böyle anlatılmalı, Atatürk de… Dikkat ederseniz Yılmaz Güney’i filmde hiç göstermedim. Çünkü efsaneler görünmezler…

Öyle ki, Yılmaz Güney henüz yaşarken efsane olmuştu. Bu nedenle film karakterlerinin Yılmaz Güney’e sadece masallarda rastlayabileceğimiz türden hediyeler göndermesi söz konusu masalsı durumu pekiştirmek içindir. Fakat bu masum hediyeler sonuç itibariyle ilerde filmin gidişatına etki ediyor. Tarla Bekçisi Ali’nin ‘çekiçli oraklı’ madalyonu, Çoban Kız’ın kızıl renkteki şalı ve Kaçakçı Cafer’in kızıl tespihi, Rus fotoğraf makinesiyle birleşince suç unsuruna dönüşüyor ve çocuklardan birinin kaybına yol açıyor. Yani Çehov’un deyimiyle ‘duvara asılı tüfek’ filmin sonunda patlıyor ve can alıyor…

Karakol sahnesinin o kadar uzun, ironik ve filmin geneline uymayan bir gerçeklikte olmasının nedeni?

Güzelin, iyinin, yüce ahlaklının, insan sevgisinin masallarda kaldığını, buna karşılık çirkinin, kötünün, ahlaksızlığın ve zalimliğin ülkemizin tek gerçeği haline geldiğini vurgulamak istemişimdir belki de… Şimdi düşünüyorum da gerçekten bilinçaltıma böyle bir şey yerleşmiş olabilir. Çünkü filmi Antakya ve civarında, bazı sahnelerini Suriye sınırına sıfır noktada çekmiştik.  Çekim süresince top ve tüfek sesleri geliyordu. Şehirde dolaşırken “El Nusra” örgütünün katilleri Antakya sokaklarında serbestçe dolaşıyor ve Alevi vatandaşlara işaret parmaklarını sallayarak Suriye’den sonra sıranın onlara geleceğini açık açık söylüyordu. Bu katil sürüsü her gün onlarca masum insanın kafasını kesiyorlardı ve ne esef vericidir ki bunu Türkiye Cumhuriyeti Hükumetinin desteğiyle yapıyorlardı. Böyle bir ortamda başka türlü düşünmek çok iyimser olurdu…

Adana Altın Koza’da filminiz ödüle değer görülmedi? Söylemek istediğiniz bir şey var mı bu konuda?

Ne diyebilirim ki? Jürinin kararı ve değerlendirmesine saygı duymaktan başka… Ama jüriler değişik değişiktir. Jüri var sağcıdır, jüri var solcudur, jüri var tutucudur veya bilmem necidir. Bu jüri böyle değerlendirdi, başka bir jüri farklı değerlendirebilirdi. Yani ödül çok göreceli bir şey… Ama en önemli jürinin gerçek ZAMAN olduğunu düşünüyorum. Nice filmler var ki ödül almak söyle dursun, festivallere bile kabul edilmemişlerdir. Ama zaman onları asla eskitmemiş, yok etmemiştir ve hala büyük bir hayranlıkla izlenmektedirler. Buna karşılık nice bol ödüllü filmler var ki, zaman onları çoktan tüketmiştir. Ayrıca bu filmi ödül için yaptığımı zannetmiyorum.

Burada zaman demekle ‘Zaman’ gazetesini kastetmiyorum. Çünkü Zaman gazetesi de ‘”LAL” filminin kötü senaryosu ve oyunculuğuyla sınıfta kaldığını yazarak Altın Koza Jürisinin isabetli bir karar verdiğini vurguluyordu. Zaman gazetesinin görüşünü öğrendikten sonra, ödül almamanın bazen en büyük ödül olduğunu düşündüm ve hep gülümseyerek andığım sevgili Aziz Nesin aklıma geldi… Bir zamanların Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş yanılmıyorsam Aziz Nesin’i över nitelikte bir şeyler söylemişti. Ertesi gün Aziz Nesin köşe yazısında “Acaba ne kötülük yapmışım da bu zalim beni övdü” gibi bir şey yazmıştı…

Sinemaya sol bakış açısıyla bakıyorsunuz, ona uygun filmler üretmeye çalışıyorsunuz. Günümüze baktığınızda sinema anlayışını nasıl buluyorsunuz?

Bir sanat olarak sinemaya gerçekçi bir açıdan baktığımı söyleyebilirim. Bu sol bakış açısı ise hep bunu yapacağım. Hep ezene karşı ezilenden yana olacağım. Ben bu sınıfa aitim ve bu sınıfın bir hizmetçisiyim.  Yılmaz Güney de, Aziz Nesin de, Nazım Hikmet de öyleydiler ve bu onurlu duruşlarını hayatlarının sonuna kadar sergilediler. Bunun karşılığında bu ülke onları sadece hapislerle, sürgünlerle ve yakmakla ödüllendirdi…
Günümüz sinemasıyla ilgili söyleyeceğim çok şey var ama burada sıkıcı olmak istemiyorum. Sonuçta her şey ortada… Kimin ne yaptığı, neden yaptığı belli… Ülkemiz bir dünya savaşını kışkırtırken, dünya böyle bir felaketin eşiğindeyken festivalde bir tek sanatçının çıkıp bunu dile getirdiğini işitmedim. Dünyayı umursamayanın yapacağı sanat nereye kadar acaba?

 Gezi direnişinden sinema filmi çıkar mı sizce? O süreci bir yönetmen olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet! Gezi Direnişinden mükemmel bir film, hatta filmler çıkar. İlginçtir… Birkaç yıl önce Kadıköy Meydanında duran ve bir yere gitmeyen bir adamın ekseninde olduğu kısa metrajlı bir film senaryosu geliştiriyordum. Bir yere gitmediği için herkes ondan şüpheleniyor, korkuyordu. Sonuçta polis devreye gidiyor ve adam gidecek bir yeri olmadığı için bir yere gitmediğini söylüyordu. Finalde birkaç fukara yaklaşıp onunla el ele tutuşuyor ve “Yürümeyi denesek nasıl olur acaba?” diye soruyor ve hep beraberce yürümeye başlıyorlardı… Bir gün bir baktım ki, geliştirdiğim senaryo gerçek olmuş, ‘Duran Adamlar’ etrafı doldurmuştu. Çok mutlu olmuştum…

Çocuklarla çalışmak nasıldı, zorlandınız mı?  İyi de oynamışlar…

Çocuklarla çalışmak çok keyifliydi. Ayrıca onlarla hiç zorlanmadım. Zorlandığım şeyler, filmin bütçesi, olanaksızlıklar, Zaman ve mekân kısıtlığı… (Zaman gazetesini kastetmiyorum) 1974 yılına ait bir şey bırakmadık ki…

 Sonucu üzücü bitiyor ama daha umutlu bitiremez miydiniz?

Bir gün mutlu sonla biten bir film yapacağım elbet… Ama daha önce dediğim gibi içinde yaşadığımız koşullar iyimser olacak kadar bize fazla bir şey vaat eetmiyor.

Umuda gelince… Size “Eve Giden Yol”dan bir replikle cevap vereyim: “Umut hiç doğuramayan, karnı burnunda hamile bir kadındır. Ancak ölürken doğurur, umut da yeni doğan bebeğin adıdır”… Bence umut bittiği yerde doğar. Doğanın diyalektiği böyle…

Filmi ilk defa Altın Koza’da izlediniz sanırım siz de, içinize sindi mi?

Evet son haliyle, müziğiyle, sesiyle, gürültüsüyle ve büyük bir ekranda (beyaz perdede) ilk kez Adana’da izledim. İçime sinmek meselesi beni hep iğneleyen bir soru. Ben hayatımda hiçbir şeyi içime sindiremedim. Hele de bu şey, kendim yaptığım bir şeyse… Anlayacağınız müzmin bir sindirim sorunum var…
Ama bana filmi izledikten sonra sizde nasıl bir izlenim bıraktı diye sorsaydınız şöyle diyecektim:
Filmin benimle hiç alakası yokmuş ve gerçek anlamda ilk kez izliyormuşum gibi izledim. İzlenim şöyle… Hiç, ama hiç kötülük barındırmayan, yürekten yapılmış, tertemiz ve bir o kadar da samimi bir sinema… Bütün günahlarıyla ve sevaplarıyla…
Bu arada senaryo şahane, oyunculuk da öyle… Neden mi? Çünkü bir ‘çocuk Odisseus’ hikâyesi, oyuncular da oynamıyor, rol kesmiyorlar yani!

Ata Murat Kalkan ve Erdal Sarı…

Projeye nasıl dahil oldunuz?
Ata Murat Kalkan:
Semir Hoca (Semir Aslanyürek) LAL filmi için 14 yaşlarında bir çocuk arıyormuş. Yusuf Ağabey ve Özgür Ağabey ona benden bahsetmiş, O da benimle görüşmek istedi. Ailemle birlikte  Semir Hoca ile görüşmeye gittik. Bir kaç saat sohbet ettik, benim heyecandan ağzımı bıçak açmadı. Hatta neredeyse hiç konuşamadım. Beni beğenmedi diye düşünüyorum beğense diye içimden dua ediyordum. Vedalaşırken  bana “sensin”  dedi. “Sana güveniyorum Ata bence bu işi sen yapabilirsin”.

Erdal Sarı : Aslında benim için çok sürpriz oldu.Yaklaşık 1,5 yıl önce yazlıktan komşumuz (Mehmet Güzelmansur) bizi aradı ve yönetmen Semir Aslanyürek’in Antakya’da bir film çekeceğini ve 14 yaşlarında iki çocuk aradığını, onunla bir görüşme yapabileceğimizi söyledi.Birkaç gün sonra Semir hocamla ilk görüşmemizde bana bu rolü sen oynayacaksın dedi. Daha önce hiçbir deneyimim olmadığı için çok tedirgin oldum. Ama iyi ki bu filmde yer almışım..

Yılmaz Güney’i biliyor muydunuz daha önce? Filme başlamadan onunla ilgili bilgi aldınız mı, filmlerini izlediniz mi?

A.M.K: Yılmaz Güney’i daha önce tanımıyordum. Filmin senaryosu gelince ailemin bana söylediği ilk şey “senaryoyu okumadan önce Yılmaz Güney’i öğrenmelisin” oldu. Ben de internetten biraz araştırma yaptım. Önce fotoğraflarına baktım “Hiç yakışıklı değilmiş” ilk izlenimindi. Hayatını okudum ve çok etkilendim.  Ayrıca “Baba” ve “Yol” filmlerini izledim.

E.S: Doğruyu söylemem gerekirse bu filme başlamadan önce Yılmaz Güney’i pek tanımıyordum. Semir hocamın tavsiyesiyle onun hayatı ile ilgili bilgileri araştırdım ve bazı filmlerini (Yol, Umut) bulup seyrettim.Kendine has düşünce yapısı ve karakteriyle farklı bir kişiliği olduğunu gördüm.

Böyle bir filmde oynamaktan mutlu musunuz? Filmden neler öğrendiniz mesela?

A.M.K: Böyle bir film de oynamaktan mutlu musunuz ne demek? Tabi ki çok mutluyum. Kendimi çok şanslı hissediyorum. Bu yaşta bir filmde ana karakteri canlandırmak, Semir Hoca gibi bir yönetmen ile çalışmak kaç çocuğa nasip olur. Biz 1,5 aydan uzun süre Antakya’da kaldık, çok iyi bir film ekibimiz vardı. Hepsi ağabey, abla oldular bana. Her gün herkesten  yeni bir şeyler öğreniyordum, akademi gibiydi. Ayrıca Antakya  çok güzel bir şehir, film sayesinde Antakya’nın doğasını ve insanlarını tanıdım. Bir de künefesi çok güzel.

E.S: Böyle bir filmde rol almak gerçekten muhteşem bir şey. Harika insanlar tanıdım, çok güzel arkadaşlıklar kurdum ve çevremde olup da görmediğim, gezmediğim ne kadar çok yerler olduğunu gördüm. Dolayısıyla çekimler de çok eğlenceli geçti.Bu film gerçekten çok şeyler kattı bana. Özgüvenim arttı ve en önemlisi artık sanata ve sanatçıya farklı bir gözle bakıyorum, onların emeğine gerçekten saygı duyuyorum.

Biriniz daha saf, diğeriniz ise daha açıkgöz… Rollerinizi sevdiniz mi?

A.M.K: Ben Cemal’i oynuyorum. Cemal; cesur, maceraperest, mert ve aşık bir çocuk. Açıkgöz değil de, bence gözü pek, becerikli ve atak biri. Çabuk karar verip uygulayacak kadar da cesur. Bu özellikler bana çok benziyor. Böyle olunca  tabi ki rolümü çok sevdim. Düşünsenize Semir Hocam “Lal” rolünü bana vermiş olsaydı. Bütün film boyunca konuşamadan dur, işim çok zor olurdu. ( tabi film ekibinin de.!)

E.S: Filmde birbirini çok seven ve birbirinin dilinden anlayan iki arkadaşız. Ben rolümü çok sevdim, Ata’nın da sevdiğini biliyorum. Çünkü çekimler sırasında gerçekten çok eğlendik.

En çok nerede zorlandınız, zorlandığınız yerler oldu mu?
A.M.K:
Aslında pek zorlandığımı hatırlamıyorum, benim hareketliliğimden dolayı ekip daha çok zorlandı bence. Filmde oynamak, oyun oynamak gibi, çok eğlenceli, hatta bazen oyundan da keyifli. Bana rol yapmak gibi gelmiyor ki. Repliği tekrarlarken sözlere uyan oyun kurmak gibi. Hatta bazen ” şöyle söylesem, bunu böyle oynasam” diye tutturduğum bile oldu. Semir Hocam müthiş bir insan. Beni dinleyip çoğu zaman böyle olsa dediğim çok şeyi tekrar tekrar çekti. Filmde işkence gördüğüm bir sahne var. O gün zordu. Özel can yakmayan coplar yapıldı. Salih ağabey beni tekme tokat copluyor. İlk deneme sahnesi sonrası acayip canım yanıyor ama farklı bir acı. Sahne istenilen gibi olmadı tekrarlanacak, benim moralim bozuk sürekli ağlıyorum. O gün ki tek sahne, bütün ekip beni bekliyor. Neden ağladığımı anlayamıyorum, canım çok acımadı aslında. Sanırım böyle şeylerin olabilmesi  beni çok etkiledi. O kadar ki, sahneyi tekrar çekmedik, çekildiği şekliyle kullanıldı. Bence kimse hem de bir çocuk  ne olursa olsun böyle bir olayı yaşamamalı.

Bir de Fayton sahnesi vardı. Emre Altuğ ile çekilen sahne. Dönerken Fayton devrildi, biz yuvarlandık. Ben o an o gülmekten tehlikenin farkına varmamışım.

E.S: Emre abi (Altuğ) , ben ve Ata bir fayton sahnesi çekiyorduk ve bir anda faytonun bir tekeri kırıldı ve biz üst üste yere yuvarlandık. O anda ekipten bazıları Emre abiye koştular ve bir şeyi olup olmadığını sordular.Bize bakan yoktu…Bu tabii biraz zorumuza gitti..! Şaka tabikii.. Çok fazla zorlanmadık aslında çünkü ilk günden son güne kadar ekipteki herkes o kadar yardımcı oldu ki kendimizi bir film çekiminde değil de gerçek bir oyun içinde hissettik.


Daha önce bir dizi ya da filmde rol aldınız mı? Aldınızsa hangisi?

A.M.K: Moya “Hitit Yıldızı” filminde Argos rolünü oynadım. O film Yusuf Ağabeyle (Yusuf Aslanyürek) tanıştığımız film. Çok güzel bir çocuk sinema filmi olacaktı ancak maddi nedenlerle tamamlanamadı.

E.S: Hayır, bu benim ilk deneyimim. Bu kadar mükemmel kadrosu olan bir filmde rol aldığım için ve gerçekten harika bir yönetmen ve yapım ekibiyle çalıştığım için çok şanslıyım..

Filmi izleyince beğendiniz mi?
A.M.K:
İnsanın kendi filmini izlemesi çok garip. Bazı sahneler var izlerken beynimde tekrar oynayıp “böyle yapsa mıydım?” dediğim, bazılarında kendime güldüm, bildiğim halde beni üzen sahneler oldu. İzlerken bazı sahnelerimde izleyicilere baktım- nasıl buluyorlar -diye, en çok da Semir Hocamın yüzüne. O bana “sana güveniyorum bunu yapabilirsin” demişti. Umarım yapabilmişimdir. Bu film onun çocukluğunda yapmak isteyip yapamadığı bir yolculuğun hikayesi. Hayal ettiği yolculuğu yapabildiysem ne mutlu bana.

E.S: O kadar seyirciyle beraber sinema perdesinde kendimi görmek gerçekten çok heyecan vericiydi. Filme gelince çok beğendim. İnşallah izleyenler de beğenir.

 

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.