Daire filminin yönetmeni Atıl İnanç ve başrol oyuncusu Nazan Kesal ile hem filmlerini hem de sinema sektörüdeki çarpıklıkları konuştuk…
Türk sineması ve gelişimini değerlendirmek adına yaptığımız röportajları çok önemsiyorum. Çünkü bu röportajların bazıları samimi ve çok doğru saptamaların paylaşıldığı işler oluyor. İşte Daire filminin yönetmeni Atıl İnanç’ın cevapları bu tür saptamalarla dolu. Başrol oyuncusu Nazan Kesal de benzer saptamalarda bulundu. İşte o cevaplar…
Senaryo nasıl ortaya çıktı?
Atıl İnanç: Daire’nin senaryosu kişisel gözlemden çıktı. Her hikayeciye ilham veren büyük edebiyat eserlerinin neredeyse tamamında, olay örgüsü, birincil düzlemdeki hikaye ne olursa olsun, hikayenin anlattığı zaman ve mekanın toplumsal anatomisini, hatta otopsisini okuyabilirsiniz. Bahsettiğim türde eserler detaylı bir siyasi-iktisat okumasına ışık tutarlar. O coğrafyada, o esnada kimler çıkıyor, kimler iniyor, varsıllık nasıl paylaşılmış, vs. ‘Değişen Türkiye’ diye tanımlanan realite sadece belli bir siyasal görüşe ya da geçmişe sahip zümreyle hesaplaşmakla yetinmedi, bunun ötesinde kültürel olarak burjuvalaşmaya yakınsayan bireyleri, başlarının çaresine bakması için ormana bırakılan sokak köpekleri gibi bir başlarına bıraktı, yok saydı, adeta cezalandırdı. Türkiye’de yoklukla sınanan kesimler kentsoylular değildi geçmişte. Ama şimdi böyle bir olgu yaşanıyor. Eğitimini aldığı mesleği yaparak yaşamaktan başka bir çıkış yolu olmayan bu bireyler, belki mahcubiyetten, belki de serzenişte bulunacakları bir muhatap görememekten dolayı çok dile getirmedikleri ciddi bir varoluşsal kriz yaşıyorlar. Kesintisiz olarak büyüdüğü ifade edilen, giderek zenginleştiği anlatılan bir coğrafyanın gelecekle ilgili en az umut taşıyan bireyleri, paradoksal biçimde, iyi eğitim sahibi, üniversiteler, hatta masterlar bitirmiş bir zümre. Bu tespiti sızlanma olarak niteleyip, burun kıvıranlar olabilir. Ama biz, Balzac’ın ya da Gorki’nin anlattığı türde bir sınıf devrimi yaşamadık, yaşamıyoruz. Yani belli bir siyasi söylemin diline doladığı gibi, eski muktedir sınıfın, acımasızca sömürdüğü imtiyazları kaybetmesi falan değil yaşanmakta olan. Asilzade soyundan kalan vişne bahçelerini yitirdiği için kendi trajedisine dertlenen bir aileden bahsetmiyorum. Ya da tahtı kaybettiği için deliren bir Shakespeare kahramanı da ağıtlar yakmıyorum. Edebiyat geleneğinde günün koşullarına bağlı olarak Aristokrasi, Burjuvazi, Küçük burjuvazi ya da proletarya ahlakı didik didik edilegelmiştir. Toplumun genel sorunları genelde mazlum olan sınıfın, arsız olan sınıfın kurbanı olarak temellendirilir. Hele de dramada, burjuva genellikle açgözlü bir Venedik taciri gibi resmedilegelmiştir. Bu genel tasvir, tarihsel perspektiften bakınca çok da yanlış olmayabilir. Ama kentli fabrikatör Hulusi Kentmen kötü, köy kökenli şöförü iyi gibi bir sığ bir sınıf popülizmi, komedi Del arte geleneğinde kalsın artık. 16. Yüzyılda köy köy dolaşıp, feodal köylüleri hırstan aklını kaybetmiş burjuva Pantalone ile güldüren tiyatro kumpanyaları sınıf stereotipleri üzerinden filmler yapılıyor. Fotokopinin fotokopisinin hayaleti, yeni gerçekçilik diye hala drama sanatını ipotek altında tutuyor. Ben kendi adıma ilgilenmek istemiyorum artık bu klişelerle. Oyuncuya ‘Parayı beklerken ellerini ovuştur’ demek kadar sahte geliyor bana. Daire’de ‘O şımarık burjuvalar da neler neler yaptılar. Oh olsun.’ diye yüreğimize su serpemeyeceğimiz bireylerden bahsediyorum. Hikaye buradan çıktı.
Senaryoyu okuduğunuzda sizi etkileyen şey ne oldu?
Nazan Kesal: İyi bir senaryosu var Dairenin.Çok sevdim.Senaryonun karakterler üzerinden kurduğu çelişkiler den etkilendim diyebilirim.Çelişkilerin üzerine yine de bir dünya kurmaya çalışan Feramus la Betül inadına hayata tutunmaya çalışmaları ve birtürlü yaşamamayan aşkları.
Bazı karakterlere özel olarak hazırlanmak gerekir. Mesela tarihi bir şahsiyet veya özürlü birisi ama bu filmdeki kadın ile benzerlikleriniz var mesela tiyatro. Böyle bir role oyuncu nasıl hazırlanır? Filmdeki karakter ile sizin aranızdaki çizgiyi nasıl çiziyorsunuz?
Nazan Kesal: Betül ile mesleklerimiz aynı ama özel hayatlarımız farklı. Ben o değilim yani. Oyuncu hangi rolü oynarsa oynasın rolle arasına ince bir çizgi çekmeli ki kendine dönüş yapabilsin. Başka türlü çıkılmaz işin içinden. Betül ü çok severek oynadım. Onun dünyasını anlamak güzeldi.
Filmin senaryosu gereği oyuncu kadrosunun olayı içselleştirmesi çok önemli. Filmdeki karakterler aslında zor karakterler. Cast seçiminde böyle bir değerlendirmeniz oldu mu? Cast’ı hazırlarken en çok nelere dikkat ettiniz?
Atıl İnanç: Daire’de rol alan oyunculara da, çalışan ekibe de gerçekten çok müteşekkirim. Film bittikten sonra ekibin ve cast’ın nasıl kurulduğu üzerine efsane esanslı methiyeler yazılır, söylenir. İşin bu kısmı bana hep magazin gibi gelmiştir. Sevgilinizle nasıl tanıştığınızı televizyona çıkıp, herkese anlatmak gibi. Bu tür romantik hikayelemelerde anlatabileceğiniz kısım kadar, anlatmadığınız pek çok şey de vardır. Mahremdir çünkü. Kısacası her cast çalışması gibi sürmesi gerektiği kadar sürdü ve birbirimizi bulduk. Bundan önemlisi birlikte ürettiğimiz film. Ama cast seçimi konusunda çok genel bir şey paylaşabilirim; pek çok meslekte şişmiş, kontrolden çıkmış bir ego yaptığınız işe doğrudan zarar vermeyebilir. Oyunculukta öyle değil. O sihirin, başarı ve ilgiye kendini fazla kaptırınca ölen bir yanı var. Set ya da sahne denilen savaş alanında insanın en kırılgan ve çıplak halini ortaya çıkarıp, canlı tutmanız gerekiyor. Tevazuunun erdeminden, sempatikliğinden bahsetmiyorum, hayalîliğinden bahsediyorum. Cast sürecinde en çok dikkat ettiğim konuların başında bu geliyordu. Sadece birlikte arama, deneme arzusu, huzuru ve güveni sağladıkları için bile çalıştığım oyunculara borcumu ödeyemem. Yönetmen belki her hangi bir izleyici gibi izleyebilmeli oyuncusunu. Ben öyle bakmıyorum birlikte üretme sürecine. Duygusal bir bağ kuramazsam ilgimi, heyecanımı kaybediyorum. O yüzden oyuncunun karakteri nasıl oynayacağı kadar, hiç bir şey oynamadığında ne hissettirdiğine de önem veriyorum. Kimseyle ‘o çok şöyle ama iyi oyuncu’ diye bir duyguyla çalışmak istemiyorum. O ‘ama’ bağlacı eninde sonunda pişman ediyor çünkü.
Filmin içinden bir insan olarak değil dışardan baktığınızda, kapalı olan bir havalimanının işletilmesi ama tiyatronun kapatılması size ne hissettiriyor?
Nazan Kesal: Senaryosu güçlü ,derdi olan bir film Daire. Son derece absürd bir durum havaalanına uçak inmemesi. Hantal işlemeyen bir bürokrasinin hayatta ki karşılıklarını da görüyoruz. Devletin kendi misyonunu bireyden bağımsız, insan hayatı için değil sadece kendi varlığını idame ettirmek için sürdürdüğünü görmek, absürd bir durum. İşleyen bir tiyatronun kapatılması ,boş bir havaalanını memurlarıyla çalışıyormuş gibi görünmesi komik ama bir o kadar da trajik.
Filmi 2013 yılında Adana Film Festivali’nde seyrettim. Bu durumda çekimler, senaryo yazım aşamasını düşündüğümüzde 2011’lere kadar geri gitmek gerekir diye düşünüyorum. Türkiye gibi gündemi çok çabuk değişen hatta toplumsal yapısı bile değişen bir ülkede mesajların güncel kalmasını nasıl sağlayabilirsiniz? Bu değişime rağmen filminiz bugünlerde yaşananlara da çok denk düşüyor. Bunu nasıl yorumlarsınız?
Atıl İnanç: İnsanoğlu aslında başka canlı türlerinden çok farklı değil. Yüzbinlerce yıl öncesinden bir kedi bulup gözlemlesek, nasıl ki sıradan bir cihangir kedisinden farklı yürümeyecek, farklı uyumayacaktır. İnsan da, kendisine yakıştırdığı kesintisiz gelişim, değişim mitine aykırı olarak aslında sayısız defalar kendi kendisini tekrar eden sınırlı bir arzu, amaç, anlam, duygu havuzundan beslenen bir canlı. Mitolojiler ya da kutsal kitaplarda ki pek çok şahsiyetin arzularını, hırslarını, hikayelerini irdelediğinizde ya kapı komşunuzu, ya ailenizden birisini, ya da kendinizi bulabiliyorsunuz. Aristo Poetica’da hikaye sayısının sınırlı olduğundan bahsediyor. Aslında daha vahimi karakter sayısı limitli. Geleneksel drama bunu zaten sistematik olarak uygulayagelmiş. Belki modern oyunculuk ekolleri 20. Yüzyıl boyunca bu önermeye karşı savaştı. Tipleme gerçeği yansıtmayan bir maskedir vs. diye. Ama bu felsefik bir argüman değil, teknik, metodolojik bir tanım. Sadece Shakespeare, Moliere ya da Dostoyevski değil, pek çok tarihi metni neredeyse birebir bugüne adapte etmek olası. İçinde evrensel bir çatışma, mücadele mutlaka barındırıyordur. (Antik Yunan tragedyalarında ki insan ile tanrılar arasındaki çatışmaları bile insan–insan arasında diye adapte etmek mümkün.) Kendi edebiyatımızdan da günümüze adapte edilen işler oldu. Televizyon izleyen birisi değilim, o yüzden hiç birini seyrettim diyemem. Uşaklıgil, Halid Karay, Nuri Güntekin, onlarca yıl sonra plazaların, lüks restaurantların, güncel siyasi olayların içine koyup, çekiyorsunuz, temel hiç bir sorunsal, çatışma aykırı kaçmıyor. Kaçmaması aslında çok istisnai bir durum değil bence. İnsan Sisifos laneti gibi sonsuza kadar aynı taşı tepeye taşıyıp, duruyor. Pre-historik bir fotokopiyiz sanırım. Daire’nin genel hikaye hattı dışında, günlük hava durumunu isabetli bir şekilde yakalaması ise göstergelerin projeksiyonu yapmakla ilgili sanırım. Her yazı eyleminde karakterlerin parabol fonksiyonunu bir biçimde çıkartıyorsunuz. Dünyanın gelişmelerinin de belli bir parabol grafiği var. Çizgiyi devam ettirip, vardığı yeri okumak gerekiyor sadece.
Filmlerimizde ve toplumda kadınların rolleri çok belirli kocasına aşık, çocukları için herşeyi yapan insan tiplemesi. Ama hayatta aşk, duygu, nefret ve zayıflık gibi gerçekler de var. Bunların kadınlar üzerinden sinemada yeterince anlatıldığını düşünüyor musunuz?
Nazan Kesal: Yaşamdaki kadın algısı neyse Türkiye sinemasın da senaryolarda gördüğümüz o aslında. Arada çıkarsa ezber bozan kadın rolleri (Betül) kaçırmıyorum. Bu dünya da cesur, pişman, korkak sevgisiz, yalnız kadınlar da yaşıyor. İnsana ait tüm duyguları kadınlar da yaşıyor, sadece erkekler değil. Sinemamız her yerde olduğu gibi egemen erkek algısından kurtulacak diye umud ediyorum.
Türkiye’de şehirli, taşralı insan ayrımı var. Birçok filmde de bu işleniyor. Ama odakta aslında hep taşralı söz konusu. Şehire ayak uydurmaya çalışan taşralı, şehirden kasabasına dönen taşralı… Sizin filminizde ise alttan alta şehirlerde yaşayan herkesin aslında şehirli olmadığı hissediliyor. Devlet-vatandaş ilişkisinde sizin filminizin özelinde bunun ne kadar etkisi var?
Atıl İnanç: Bu sefer çizgiyi ileri değil, geriye doğru takip ettiğimizde hep keskin tartışmalara yol açan, bir dizi nahoş, acı gerçeğe varabiliyoruz. Belli bir ülkenin gen haritası çıkartılıyor, sanki ertesi gün ulus devlet yıkılacakmış gibi bir tablo çıkıyor ortaya. Her kolektif mit bir kurgu, bir mutabakat, bir masal. Birazcık sorguladığınızda konvansiyon yerle bir oluyor. Irk, köken, sınıf gibi macro diskurlarda olduğu gibi daha mikroskobik tasarımlarda da aynı şey geçerli. Hayatım boyunca ‘bizim aile bilmem nerenin umumhanesinden’ çıkmadır diye bir tasvir duymadım. Herkesin geçmişi ya uzak bir vilayetin ya da en kötüsü bir mezranın ileri gelen bir ailesine dayanır. Vakt-i zamanında dedelerin 4-5 köyü vardır. Geçmişe aidiyet lekesizdir, şimdiki zamanın talihsizliklerini bile affettiren kadim bir yücelik yatar orada. Kefaret ve romantizm vardır. Bir genelleme yapılabilir mi emin değilim ama en azından benim tanıdığım, bildiğim, dinlediğim aile tarihlerinde kırkökenlilikten kentliliğe geçiş hikayeleri oldukça tatsız, çıkar çatışmalı, utanç verici, hatta adli bir dizi şarta ya da olguya dayanabiliyor. Kentli-Taşralı çatışma düzlemi tüm hikaye anlatım geleneklerinde birden çok önemli meseleyi çarpıştırabileceğiniz, muhasebesine oturabileceğiniz, hesaplaşabileceğiniz mümbit bir alan olmuştur. Bu varoluşsal ayrım Sosyo-politik paradigmanın yüzyıllar süren evrimi ile sürekli mutasyona uğramış, tam kemikleşir gibi olduğunda yeniden mutasyona uğramış. Ayrışma, ötekileşme uzun sürmüş, olgunlaşmış. Üretim, tüketim, yönetim rollerinde, çatışmalarında sınıfsal kimlikler ve aidiyetlere evrilmiş. Halbuki bizde ki kentsoylu-kırsoylu ayrımı çok çeşitli nedenlerden ötürü muadil bir diyalektiğe sahip değil. Benzer keskinlikte bir geçmişe, derinliğe, nedenselliğe dayanmıyor. Arzu film geleneğinde ki komik karakterler gibi birinci ya da ikinci kuşak kentsoylularız bizler. Kentli köylüyle tarihsel, sınıfsal bir hesaplaşmaya giremiyor ki. En derinlikli hesaplaşma, dedelerinin birbirlerinin tarlalarını nasıl gasp ettiği üzerinden oluyor. Tek sınıflı toplumda varsıllık üzerinden sözde bir sınıf çatışması illüzyonu kurgulanıyor. Çete kültürünü ve yavan ideallerini temsil eden hiphop söylemleri gibi aşağılık bir düzlemde çatışmalar. Şu kadar arabam olsun, bu kadar kadınla birlikte olayım boyutunda sanal sınıfçılık. İnsanın en soylu ideallerinden birisi olageldi sınıfsız bir toplum yaratmak. Bireye hak ettiği onuru iade etmek. Tarihsel olarak bunun mücadelesini vermiş toplumlarda ortaya çıkan şey, sınıflı toplumdan daha asil ve onurlu bir tablo olamadı maalesef. Yüz arabalı malikanesinde dansöz oynatan dolar milyarderi Rus veya Çin köylüsüne çıkmamalıydı o mücadeleler.
Filmdeki karakterlerde zıtlıklar göze çarpıyor. Mesela sizin karakteriniz bir tiyatrocuyken ölü yıkayarak hayatını devam ettirmek zorunda kalıyor. Fatih Al’ın canlandırdığı karakter içine kapanık bir karakterken devlet ile uğraşmak zorunda kalıyor. Bu zıtlıklar bize ne ifade etmeli? Size ne ifade ediyor?
Nazan Kesal: Rollerin içine itildiği bu çelişkili durumlar aslın da gerçeği daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Aynadaki buğu gibi herşey flulaşmış insan yaşamları. Topyekün bir kaosun içinde yaşıyoruz. Filmde o çelişkilerin varlığı gerçeği netleştiriyor .
Filminizin karakterlerinin özelinde tezatlıklar çok baskın. Mesela Nazan Kesal’in canlandırdığı karakter, bir tiyatrocu ama ölü yıkıyor hayatını devam ettirmek için. Fatih Al’ın karakteri içine kapanık bir karakterken devlet ile bir uğraş veriyor. Bu tezatlar sizin sinemaya bakışınızın bir yansıması mı?
Atıl İnanç: Çelişki, tutarsızlık, kontrast elbette herkesin dikkatini çeken, dengesini bozan, gözüne takılan bir uyaran. Sıradan olandan ayrıştığı için hikaye anlatımının temel unsurlarından biri. Bir adım ötesinde paradoks yatıyor, eğer mantıksal bir paradoks kurgulamayı başarabilirseniz. Mantık kurallarıyla çelişen ama doğru olan bir argüman yaratabilirseniz… Hayatta en sevdiği insanın, en belalı düşmanı olduğunu keşfeden bir kahraman gibi. Kendisinin katili olan bir kurban gibi. Sadece gözümüze, beynimize ilginç geldiği için değil, içinde hayata karşılık gelen hakikatler ihtiva ettiği için takılıp, kalırız paradokslara. Bazen senaryolarda fazla zorlanmış olur paradoks bulma çabası. Daire’de ben karakterlerin bir seçimi olarak kullandım bu çelişkileri. Üzerinde hiç bir kontrole sahip olmadıkları talihlerinin başlarına getirdiği tezatlardan ziyade, karakterlerin bile isteye yöneldikleri tutarsızlıkları yazdım. Zira bu da gerçeği yansıtan bir insani durum. İnsanlar çok hayalkırıklığına uğradıklarında kendi hayvani ego’larının sesini dinlememeyi, onunla kavga etmeyi seçebiliyorlar. İstisnai bir durum değil bu.
Filminiz gişe filminden çok bağımsız bir yapım. Hem salon bulmak hem de izleyici endişesi bu tür film yapanları nasıl etkiliyor?
Atıl İnanç: Bence bu tür zorluklar altın değerinde. Bunlardan sızlanmak, şikayet etmek de bir o kadar kıymetli; şikayet etmeyi kınamıyorum. Öte yandan yapısal olarak gerçek anlamda bağımsız film (ya da hikaye anlatımının her türü) yapan herkesin en büyük destekçisi bu zorluklar ve engeller. Bu noktada, yaptığım işlere destek verenler kadar köstek olanlara, zorluk çıkartanlara da büyük bir teşekkür borçluyum. Yergi, ayıplama, küçümseme, hakir görme de en az övgü kadar motive edici güçler. Belki daha da güçlü. Bir yerinizin kırılmasından korkuyorsanız, dağcılık yapmazsınız. Belki de içten içe o efsane düşüşü beklersiniz bütün tırmanışlarda. Yergi ya da kayıtsızlıktan çekinen de bu böyle bir üretim biçimini seçmez, seçmemeli. Belki biraz Daire’deki karakterlerin ruhumdaki yansıması gibi olacak ama bu yaman çelişki iyidir, yapıcıdır ve gereklidir. Çatışma anlatmak üzerine kurulu anlatı geleneğini, hiç çatışması, mücadelesi, kavgası olmayan, huzurlu hayatlar yaşayarak yapmak isteyenler bana daha tuhaf geliyor.
Bağımsız filmlerin önündeki engellerden TV dizileri sayesinde kurtulmaya çalıştığınız söylenebilir mi? Yani sinemanın olanaksızlıkları yüzünden dizilere yönelmiş olabilir misiniz?
Atıl İnanç: Dizi izleyen birisi değilim. En son dizi izlediğim dizi Gecenin Öbür Yüzü’ydü sanırım. Okan Uysaler’in çektiği bir dizi. 87-88 yılları galiba. TRT tek kanal. Çocukken herşeye bakıyor ve neye ilgi duyup, neye duymadığınızı hemen anlıyorsunuz. Dizi denilen şeyi hiç bir zaman anlamadım. Aynı karakterler çok uzunca bir süre incir çekirdeğini doldurmayacak kadar önemsiz amaçlarına ulaşmak için gayet sıradan, günlük, ilginç olmayan mücadelelere giriyorlar. Milyonlarca insan haftada bir o karakterlerin karşısına geçip, fena halde tahmin edilebilir küçük kurnazlıklarını izliyor. Gerçekten kibirle söylemiyorum bunu. İlgimi çekse, ruhumda bir yansıması olsa bayıla bayıla izlerim. Bunalıyorum dizi karşısında. Bir İngiliz sözü vardır, ‘Sosis ve Kanunların nasıl yapıldığını görseniz, bir daha ikisine de elinizi süremezsiniz’ diye. Biraz da öyle bir tarafı var. Üretim süreci zorlu olsun şikayet etmem. Ama ağır sıklet boksörle 7 yaşında bir çocuğun dövüşünü izlemek gibi. İnsanlık dışı bir tarafı var. İki yıldır çekmiyorum.
Bağımsız sinemanın dertleri ortada. Buna rağmen sizin kaliteli ve derdi olan filmlerde oynamakta ısrar ettiğiniz görünüyor. Bu “Daire” den çıkış yolu olarak ne görüyorsunuz?
Nazan Kesal: Şu ana kadar oynadığım hiç bir bağımsız filmden pişmanlık duymadım. Seçimlerimle var oldum şimdiye kadar. Sinema benim için sanat, bu yüzden işin eğlence tarafı seçimlerimin dışında kaldı. Kalıcı olanın iyi sinemanın peşinde koşmaya devam edeceğim. Paradan çok yaratıcılık sorunu var bağımsız sinemanın, senaryo sorunu var, en önemlisi de salon sorunu.
Yeşilçam’da oyuncular magazin dergilerinin yarışmalarından ve tiyatrodan gelirdi, şimdiyse daha çok dizilerden geliyor. Bunun dezavantajları olduğunu düşünüyor musunuz?
Nazan Kesal: Oyuncuların sinemada keşfedilmesi için sinemanın endüstri olması lazım. Oysa, endüstri olabilmiş alan dizi sektörü. Bana garip gelmiyor. Şimdi ki zaman da bu böyle. İyi oyuncu kendini her yerde gösteriyor aslın da.
Türk sinemasında Yeşilçam döneminde oyuncular daha çok magazin dergilerinin yarışmalarından ve tiyatrodan gelirdi. Böyle bir kaynak vardı. Şimdiyse daha çok dizilerden oyuncular çıkmaya başladı. Bunun dezavantajları olduğunu düşünüyor musunuz?
Atıl İnanç: En iyi tweet senaryosu yarışması gördüm geçenlerde. 140 tane harfe sığdırılmış ‘senaryoları’ yarıştırıyorlar. Yazarlar da artık ‘en iyi rizotto nerede yenir?’ türünde köşe yazıları yazan blogculardan çıkıyor. DJ aplikasyonu tadında kompozisyon programları ile bilgisayarın yaptığı müziği kendisi bestelediğine inanan müzisyenler çağındayız. En son grammy’yi izledim, 1980’li yıllardan kaset yayını sandım. Sahneye çıkartacakları bir tane yeni müzisyen yok. İki robot kıyafetli adam çıktı, bütün ödülleri aldılar. Gerçekte varlar mı, yoklar mı kendileri de emim değil her halde. İki üç tane de saksıya işeyen, dilini ayak parmaklarına değdiren ergen star var. Dizilerden oyuncu çıkmış, çok mu? Yakında cep telefonu aplikasyonundan doktor çıkacak, olsun o kadar. Moliere zamanında oyuncuların kilise mezarlıklara gömülmeleri yasakmış, o derece küçük görülen meslek. Şimdi herkes oyuncu olma tutkusuyla yanıp tutuşuyor. Mesele hangi meslekten veya kökenden geldiği meselesi değil, ne amaçla geldiği meselesi. Mesele başkaları tarafından sevilmek, hayran olunmak açlığı. Rönesans döneminde kendi portelerini yaptırmak için paralar döken yeni zenginler gibi, oyuncu olmak için üste para ödeyen insanlar var artık. Amaç sıkıntılı.
2014, sinemamızın 100. Yılı ait olduğunuz sinema sektöründe bunun yeterince anlaşıldığını düşünüyor musunuz? Bu sizi nasıl etkiliyor?
Atıl İnanç: Ateşi, tekerleği buluşumuzun, klavsen’i icat edişimizin, 2. Görecelilik kuramının yıldönümlerini kutlamadığımız gibi sinemanın da 100. Yılını kutlamayabiliriz, uykularım kaçmaz açıkçası. Benim açımdan şekilcilik ilginç ama önemsiz bir şey. Öte yandan sinemanın bulunuşunun 1000. sene-i devriyesini kutlayan bir kavimin hikayesini anlatmak ilginç olabilir.
Nazan Kesal: Sinemamızın 100. Yılı hepimize hayırlı olsun.