Köken olarak Gılgamış’tan ya da Homeros’un İlyada ve Odysseia’sinin destansı şiir tarzından gelen ve daha çok kahramanlık olaylarını anlatan bir edebi tür olan epik, sinemada farklı türleri bir araya getiren bir film kategorisi olarak ifade edilebilir.

Tarihi karakterler, hikâyeler, efsaneler, mitolojik olaylar ve dinsel nitelikli öykülerden beslenen epik sinema zaman içerisinde, savaş, tarihi, dini, romantik ve bilimkurgu ya da fantastik gibi alt türlere de ayrıldı ve genel itibariyle dev bütçeli yapımları ifade etmeye başladı.

Büyük ölçekli aksiyon sahneleri, gösterişli dekor tasarımları, kostümler, müzikler ve mekânlarla donatılmış epik filmler içerik olarak uzun bir zaman dilimini kapsarlar ve bu sebeple daha çok savaşlar, toplumsal olaylar ve tarihi karakterleri odak noktalarına alırlar. Son dönemlerde fantastik ve bilimkurgu epik sinemada ağırlık kazanmaya başlasa da esas olarak çıkış noktası tarihsel konulardır. Türün ilk örneği olarak kabul edilebilecek ve aynı zamanda sinema tarihinin ilk gişe rekortmeni 1912 İtalyan yapımı Quo Vadis’ten bu yana çekilen pek çok büyük bütçeli film bu türe dâhil edilse de, ben daha çok tarihi-epik türünü merkeze aldım fakat fantastik epik olarak nitelendirebileceğimiz bazı filmleri de listeye eklemeden geçemedim.

Filmlere gelince; İtalyan film endüstrisinin ilk örneklerinden biri olan Cabiria (1914), aynı zamanda epik sinemanın da önemli örneklerinden. Antik Roma tarihçisi Titus Livius’un dünyaca ünlü yapıtından esinlenilerek siyah beyaz ve sessiz olarak çekilen Cabiria, Pön Savaşları’nı konu alıyor.

Cabiria’dan bir yıl sonra çekilen ve Ku Klux Klan’a yaklaşımı sebebiyle eleştirilere maruz kalan ancak The Birth of a Nation, Amerika’nın ilk uzun metraj tarihi filmi olma özelliğini taşıyor. Quo Vadis ve Cabiria’dan oldukça etkilenen The Birth of a Nation’ın yönetmen koltuğunda, D. W. Griffth oturuyor; filmin odağına ise Amerikan İç savaşı alınmış.

Epik sinemanın sessiz dönem başyapıtlarından Intolerance, 1916 yılında yine D. W. Griffth direktörlüğünde çekilen bir yapım. Büyük bir bütçeyle çekilip gişede başarısızlığa uğraması, Intolerance’ın sinema tarihinin en önemli epik filmleri arasında yerini almasını elbette engellemedi. Intolerance’da, farklı dönemlerde, birbirine paralel dört hikâye üzerinden hoşgörüsüzlük teması işleniyor.

Napoleon Bonaparte’ın Konsül ve İmparator olmasına kadarki sürecin anlatıldığı 1927 Fransız yapımı Napoleon, sessiz dönem epik sinemanın önemli filmlerindendir. Oldukça uzun bir sürede, altı bölümde anlatılan film, Abel Gance’ın kullandığı teknikler açısından da öncü yapımlardan biri olarak kabul edilir.

10 dalda kazandığı Oscar ödülü ve hâsılat rekoru ile Gone with the Wind sadece epik türün değil, sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri sayılır. Vivien Leigh ve Clark Gable’ın unutulmaz performanslarıyla Amerikan İç Savaşı sırasında yaşananları konu alan film, en büyük epik dramlardan biri olarak kabul ediliyor.

1953 yapımı olan ve başrollerinde Marlon Brando, Louis Calhern gibi isimleri bulunduran Julius Caesar, yönetmenliğini Joseph L. Mankievicz’in yaptığı siyah beyaz film. Shakespeare’in ünlü eserinden uyarlanan Julius Caesar, yazarın en iyi uyarlamalarından biri olarak görülmesinin yanında, sanat yönetimiyle de Oscar’a layık görülmüştür.

Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın en iyi filmlerinden biri olarak gösterilen Seven Samurai, 16. yüzyıl Japonya’sında geçen bir siyah beyaz dönem filmidir. Oscar ödüllü film, kendisinden sonra gelen birçok yapıma esin kaynağı olan önemli bir epik eserdir.

Büyük İskender’in hayatını konu alan Alexander the Great’in, diğer yapımlara baktığımızda ortalama bir düzeyde kalsa da listede olması gerektiğini düşünüyorum. Gelmiş geçmiş en büyük film setlerinden birine sahip olan The Ten Commandments (1956) ise, epik sinemanın en görkemli ve ihtişamlı örneklerinden sayılıyor. Daha önce sessiz olarak, yine Cecile de Mille tarafından çekilen film, zamanının ötesinde görsel efektleriyle Oscar’a hak kazanmış.

Epik sinema denilince akla ilk gelen örneklerden biri hiç kuşkusuz 1959 tarihli Ben-Hur’dur. Lewis Wallace’ın meşhur romanından uyarlanan filmin yönetmenliğini William Wyler yaptı; film epik sinemanın başyapıtlarından biri haline gelerek kendisinden sonra çekilen ve türe ait pek çok filmi etkiledi.

Romalı gladyatör Spartacus’ün mücadelesini anlatıldığı 1960 yapımı Spartacus ise, yine her anıyla Stanley Kubrick’in ellerinden çıktığını kanıtlayan bir epik şaheser… Kirk Douglas’ın başarılı performansıyla izlediğimiz bu büyük bütçeli yapım, 4 dalda Oscar kazanmayı başarmıştır.

Charlton Heston ve Sophia Loren’in başrolünü paylaştıkları El Cid, epik türün bir diğer önemli filmi olarak listeye dahil olan yapımlardan. Anthony Mann yönetmenliğinde çekilen film, İspanyol halk kahramanı Rodrigo Diaz’ın (El Cid) Emeviler’e karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor.

İngiliz asker ve casus Thomas Edward Lawrence’ın, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Arap ayaklanmasındaki görevi esnasında başından geçenlerin anlatıldığı Lawrence of Arabia, 7 Oscar’lı harika bir epik sinema örneğidir. Yönetmenliğini David Lean’in yaptığı film, Peter O’Toole’un unutulmaz performansıyla sinema tarihinin en önemli filmleri arasında sayılmaktadır.

Lawrence of Arabia ile aynı yıl çekilen diğer önemli epik filmler ise bu türün aranılan yüzlerinden olan Charlton Heston’ın başrolünde oynadığı 55 Days of Peking ile Elizabeth Taylor, Richard Burton, Rex Harrison gibi oyuncuları kadrosunda barındıran Cleopatra’dır. Yapımı 3 yıl süren Cleopatra, görkemli sahneleriyle epik türün mihenk taşlarından sayılabilir.

Thomas Mann’ın El Cid’den sonra çektiği bir diğer epik örnek The Fall of the Roman Empire (1964), Sophia Loren, Stephen Boyd, Alec Guinnes gibi isimleri barındıran oyuncu kadrosu ve tüm görselliğine rağmen yeterli ilgiyi görmedi. Ondan bir yıl sonra çekilen Doctor Zhivago ise, Rusya’da Bolşevik İhtilali sırasında ve sonrasında yaşananları konu alan müthiş epik örnek olarak ortaya çıktı. David Lean’in yönetmenliğini yaptığı film aynı zamanda 5 dalda Oscar ödüllü.

Tolstoy’un ölümsüz eseri Savaş ve Barış, çokça sinemaya uyarlanmış bir edebiyat ürünüdür. Audrey Hepburn’lü 1956 yapımından sonra 1966’da yeniden çekildi ancak bu kez romanın tamamını beyazperdeye yansıtmak istercesine 427 dakika olarak… Süresi yüzünden izleyicisini zorlasa da, iyi bir film ve uyarlama olması sebebiyle türün örnekleri arasına adını yazdırmayı başarıyor.

Her ne kadar tarihi epik türünü yazının odağına alsam da, fantastik epik olarak nitelendirilebilecek iki filmi listeye eklemeden olmazdı. İlki 1981 yapımı Kral Arthur efsanesini beyazperdeye taşıyan John Boorman’ın Excalibur’u, diğeri ise J. R. R. Tolkien’in dünyaca ünlü eserinden uyarlanan The Lord of the Rings üçlemesi… Peter Jackson tarafından uyarlanan üçleme, görselliği ve ihtişamı ile epik sinemanın en önemli filmleri arasına adını altın harflerle yazdırdı. Bu muazzam üçlemenin son filmi The Lord of The Rings: The Return of the King, Ben Hur ve Titanic ile birlikte aday olduğu bütün dallarda (11) Oscar’ı kazanan nadir filmlerden biri oldu.

Son dönem epik örneklerine gelince… Mel Gibson’ın yönettiği ve başrolünde oynadığı, İskoç şövalye William Wallace’ın hayatından esinlenilerek çekilen Bravehearth (1995), Riddley Scott’ın unutulmaz filmi Gladiator (2000), Çin’li yönetmen Zhang Yimou’nun Hero’su (2002) ve İlyada destanından yola çıkılarak Truva savaşının anlatıldığı Troy (2004) yakın zamanların en iyi epik filmleri arasında gösterilebilir.

Bu filmlerin dışında pek çok savaş filmi, tarihi epik kategorisine eklenebilir ve liste fazlasıyla uzatılabilirdi. Ama bana göre en temiz şekli bu haliydi. Bu noktada bana yardımcı olan ve fikir veren Murat Tolga Şen ile Serdar Durdu’ya da teşekkürler…

 

 

Başak Bıçak
1987, İzmir doğumlu… Sinemayla olan aşkı henüz ilkokuldayken gittiği Aslan Kral filmiyle başladı. Öylesine sevmişti ki bu filmi, yıllar sonra tekrar izlediğinde kaybettiği bir oyuncağını bulmuş gibi mutlu oldu. Lisede okuduğu Fransız koleji ise her şeyin başlangıcı oldu. Dans tutkusunun sadece halk oyunlarıyla sınırlı olmadığını anlayıp o günden bugüne hep dans etti, bu sayede bir çok ülke gezdi, hala da dans ediyor. Üniversitede Tarih bölümüne girerek yaşam enerjisiyle hiç ilgisi olmayan bir meslek tercih etti. Bir de üzerine Avrupa Tarihi Yüksek Lisansı yaptı ki hayatın ne kadar çekilmez olur görebilsin diye… Bunların üzerine tarihi çok sevdiğini söylemek biraz tuhaf olur sanırım, ama gerçekten seviyor. Üniversitede tarihe gömüldüğü zamanlarda, yüksek lisansta da tezini bitirmeye çalıştığı şu günlerde sinema her zaman onun için kaçış noktası oldu. Bitmek bilmeyen izlenmesi gereken filmler listesiyle uğraşırken tezini ihmal etti ama bu sayede Öteki Sinema’da yazarlığa ilk adımımı attı. Ve sinema yazarlığının onu ifade eden en güzel yollardan biri olduğunu keşfetti. Tarih, dans ve sinema tutkusuna bir de şarap sevgisini ekledi ve sanırım bu gidişle yine bambaşka bir iş yapacak. Hayat onu sürprizleriyle karşılarken, o da tutkularına yenilerini eklemeye kararlı…

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.