Yaratıcılık, yaşamın her alanında olduğu gibi sanatta da çok önemlidir. Ben de sanatla iştigal ettiğimden “olması gerekenle” bizim piyasada “olmayanı” kıyaslayarak yaratıcılığı sinema sanatı çerçevesinde ele aldım yazımda. Rastgele…

Bunca yıldır bu işlerin içindeyim, doğal olarak yüzlerce, hatta binlerce senaryo okudum, okuyorum. Her tür emeğin saygıyı hakettiğine inandığımdan, elime geçen senaryoların tümünü sonuna kadar okuyup bitirmeye özen gösteririm. Acemice kaleme alınmış, daha önce bin kere işlenmiş olan en basit hikayeleri bile hiç sıkılmadan sonuna kadar okurum… Ama bazen okumakta çok zorlanırım. Hatta nasıl desem, okurken adeta sinirlenirim. Nefes alamaz, boğulacak gibi hissederim kendimi. Eğer o senaryo “meslek erbabı” diye gördüğüm (öyle olması gereken) birinden gelmişse… Ve derdinin ne olduğu, ne anlatmak istediği, filmin cümlesinin ne olduğu bile belli değilse… Tuhaf ve mutsuz karakterlerin anlaşılmaz bir bunalım içinde kıvranıp durduğu entel-dantel anlamsızlıklarla doluysa… Merak uyandıracak bir tek dramatik çatışması bile yoksa… “Ya sabır” çektirir adama.

Daha ilk sayfada belli eder o tür senaryolar kendini. Yazarının nasıl biri olduğunu hemen anlarım. Karakterler gerçekçi değildir, yaşamıyordur, üstelik hepsi nedeni belirsiz bir şekilde mutsuz ve bir tuhaftır çünkü senaryoyu yazan kişi de nedeni belirsiz bir şekilde mutsuz ve bir tuhaftır. Yaratıcılığını muhtemelen uzun zaman önce kaybetmiştir. Kağıda döktüğü hikayede ne anlatmak istediği belli değildir, çünkü yazarın kendisi de amaçsız ve hedefsizdir. Muhtemelen Cihangir kahvelerinde demlenmek dışında pek az şey yaşıyordur günlük hayatında. Dolayısıyla, dışarıdan bakıldığında girişken ve sosyal biri gibi görünse de aslında her gün/gece aynı kahvenin/barın (boşsa) aynı masasında oturup, aynı insanlara ahkam kesmekten başka hiçbir şey yapmıyordur aslında. Ahkam keserken (genellikle bu, oyuncu olmak isteyen saf görünümlü genç kızları/erkekleri cezbetmek için anlatıp durduğu ve aslında hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan uzun metraj film projesidir) çevresine de kesik atar bir yandan. Ama sadece bakar, görmez. İnsana dair hiçbir detayı farketmez. Çevresinde her gün o mekana takılan müdavimler dışında göreceği pek bir şey olmadığından gözlem yeteneği zaten çoktan körelmiştir. Daha önce gitmediği yerlere gitmiyor, daha önce karşılaşmadığı insanları gözlemlemiyor, farklı hiçbir aksiyona girmiyor, daha da acıklısı buna heves bile etmiyordur… Yani beslenmiyordur. Her şeyden olduğu gibi kendinden de sıkılmıştır ama bu can sıkıntısından nasıl kurtulacağını bilmiyordur. Fena halde bezgindir. Ağdalı, yapışkan bir atalet duygusu içinde pinekleyip duruyordur.

Hayatını böyle sürdürünce günler öyle çabuk geçer ki…

Haftalar, aylar, yıllar…

Farkına bile varmadan.

Bu kısır döngüden sıyrılıp kurtulabilmek için belki de şöyle bir silkelenip “yaratıcılık” olgusunun ne olduğunu hatırlaması gerekir.

Birkaç bilimsel makaleden yola çıkarak şöyle bir silkeleyelim o zaman, hayrına:

Yaratıcılık, olmayan bir şeyi hayal edebilmek demek. Bir hikayenin anlatılmasını herkesten farklı yollarla yapabilmek (çünkü insanlık tarihinde daha önce anlatılmamış olan bir hikaye yoktur) demek. Sorunlara yeni çözümler üretebilmek ve özgün düşüncelerin ortaya çıkmasını sağlayabilmek demek.

Özgün düşünce konusu, bunca fikir hırsızının, bunca taklitçinin cirit attığı “yalnız ve güzel ülkemde” kanayan bir yaradır. Yaratıcılığı sorgulayan yazımda bu kirli mecraya HİÇ değinmemeyi tercih ediyorum.

Yaratıcılık doğuştan gelen bir özellik değil aslında. Çeşitli metodlarla sonradan geliştirilmesi de mümkün. Burada da niyet ve özgüven devreye giriyor diye düşünüyorum. Öncelikle kişinin yetenek sahibi olduğuna kendisinin inanması gerekiyor… Ve doğru olan, yaratıcı düşünceleriyle sizde hayranlık uyandıran kişilerin eserlerini çalmak ya da taklit etmek yerine, onları gözlemleyip yöntemlerini keşfetmek… Yani komplekslerden kurtulmak şart.

Ayrıca yeni bir fikir üretirken bireysel ya da sosyo-kültürel nedenlerle yadırganmaktan korkmamak gerekiyor. Alışılagelmiş olanın, hatta mantığın dışına çıkıp saçmalamaktan bile korkmamak… Eleştirel düşünmekten de… Yani kişinin kendine oto-sansür uygulamaması gerekiyor. İçinde bulunduğumuz coğrafyada bunların hepsi zor işler tabii.

Yaratıcı kişi, meraklı ve araştırmacıdır…

Çalışkan ve azimlidir…

İyimserdir ve karşısına çıkan tehditleri fırsata dönüştürebilendir…

Kendini kanıtlamak isteyen, sürekli proje üreten, çok yönlü ilgi alanlarına sahip olandır…

Hepsinden önemlisi, özgürdür. Herhangi bir lobinin, herhangi bir tekelleşmenin parçası olmamalıdır. Yaratıcı kişi, özgür olmak “zorundadır”.

Dedim ya, zor iş.

Yaratıcılık nerede?

Bence bizim buralarda pek rastlanmıyor ne yazık ki…

Ve siz de çevrenize bakıp kolayca ayırt edebilirsiniz kimin, hangi sebepten dolayı yaratıcı olup olamadığını.

Her şeye rağmen Şubat’ınız güzel geçsin dilerim.

Görüşmek üzere.

DENİZ UĞUR

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.