Bu yıl Meddah ve Sürgün filmleriyle gencecik bir oyuncuyla tanıştık. Tuğçe Kumral yaşıtı birçok meslekdaşının tersine yaşlanmak istiyor. Çünkü oyunculuğunun demleneceğine ve değerleneceğine inanıyor…
2013 değerlendirmeleri yaparken, dergilere ve televizyonlara yorum verirken artık sinemada oyuncu yetişmediğini söylüyorum ama arada bir isim çıkıyor benim umudumu yükseltiyor. Bu yıl iki filmle karşımıza çıkan Tuğçe Kumral hem güzelliği, hem kabiliyeti hem de hayata bakış açısıyla bizi çok memnun eden bir isim. Kariyerinin başındaki bu değerli oyuncunun karşılaştığı engellerden yılmamasını ve birçok filmde onu görmeyi ümit ederim. Bakalım siz de röportajı beğenecek misiniz?
Bu yıl iki filminiz var “Sürgün” ve “Meddah”…
“Meddah”ı daha önce çektik. O festivalleri dolaştı, sevindirdi bizi.
İlk film çok önemli. Dizi tecrübesinden sonra ilk sinema filminiz bu. Neden bu filmi seçtiniz?
Hislerimle tercih yapıyorum çünkü yönetmenimizin de ilk filmi. İlk film olması çok heyecanlı bir şey. Benim de ilk filmimdi. O zaman ben yoğun çalışıyordum Bursa’da. Bir araya geldik “Oynar mısın?” dediler, “Oynarım” dedim ve öyle oldu. O arada da hiç provalara falan gelemedim, altı gün falan çalışıyordum çünkü Bursa’da. Filmi çektiğimiz zaman da benim yaklaşık yedi gün falan sürdü işim. Sabahlamalı bir şey oldu. Ben sevmeye, elektriğe çok inanıyorum. Öyle bir elektrik aldım. Bağımsız film çok tatlı bir şey mesela bir sonraki filmim de çok güzel bir tecrübeydi ama büyük yapım şirketi içerisinde belli kurallar dahilinde çalışıyorsunuz. Aslında televizyonda yaptığınız işe benzer tarafları oluyor o anlamda. Para birinin tasarrufunda orası köklü bir yer. Fakat bağımsız film olduğunda onun sıcaklığı başka oluyor. Gerçekten hepimiz orada sinema yapmak için çalışıyoruz. Yönetmen senaryosunu da kendi yazdığı için teslimiyetim çok rahat oldu o anlamda.
Senaryoyu okuduğunuzda kendi karakterinize dair ilk gözünüze çarpan şey ne oldu? Çünkü büyük bir ihtimalle de senaryoyu beğenmenizin ve rol almanızın sebeplerinden biri odur.
Ben genelde büyük resme bakıyorum. Bazen üçüncü beşinci parametre bile olabiliyor rol. Kimler yapıyor, kimlerle beraberim, hikayede ne anlatmak istiyoruz? Bakarsak çok sessiz karakterdi “Suna”. Fakat film bittikten sonra çok enteresan bir tecrübe oldu, “Çok konuşan karakter oldu” dedi hoca. Çok çalışma şansımız olmadığından şunu denedim; teslim oldum. Ana teslim oldum, ne geliyorsa, ne istiyorsa yönetmen. Fakat bazen çok az konuşan insanlar çok konuşur. Çünkü bu sefer göz oyunculuğu, gözlerle anlatma devreye giriyor. Ben ortalarından itibaren çıkıyorum filmin. Esas dramatik yapı bir hesaplaşma çünkü. Güzel kasabalı bir kadın, anne. Televizyonda oynamadım hiç anneyi. Ben sıradan hayatları çok marjinal buluyorum aslında, marjinal gösterilenler çok plastik kalabiliyor bazen.
Aslında bu söylediğiniz çok doğru, bazı roller vardır hazırlık gerektirir. Bu tür rollerde fazla gözlemlenecek ve hazırlanacak bir şey yok. Sizin kendi tecrübelerinizden ortaya çıkan bir şey ama rolünüz sizinkinden daha fazla hayat tecrübesi gerektiren bir rol. Sonuçta anne, aile ilişkileri… Buna hazırlanırken ne yaptınız, ne düşündünüz?
Filmde ilk çektiğimiz sahne de oydu. Çok güzel bir program yaptılar beni rahatlatmak için. Normalde kamerada bir sonundan bir başından çekeriz ya; çekimi bilerek kronolojik olarak başlattılar, benim çalışma şansım yoktu çünkü. Münir Canar’ın çok daha iyi bir performans sergilediğini düşünüyorum. Fakat biz bir türlü bir araya gelemedik film öncesi. Baba-kızı oynayacağız ama ben çok yoğun olduğum için biz bir türlü ayarlayamadık onu. Setin ilk günü ben gece geldim Ayvalık’a. Sabah tanıştık, sabahın yedisinde ekiple beraber sete giderken. Yapabileceğim tek şey vardı çok içim acıyarak “Merhaba ben Tuğçe” dedim ve kestim. Çünkü bir hesaplaşma çekmemiz gerekiyordu. Mesela sahnemiz var bankta, çekiyoruz plan bitiyor, normalde hiç öyle değilimdir, iletişim kurmayı severim ekiple, ekibin enerjisinden sorumlu hissederim kendimi ama bazen çaresiz kalıyoruz, plan kesildiği andan itibaren kalkıp yer değiştiriyordum. Münir Ağabey çok tecrübeli bir oyuncu zaten ama ben bunları denemek zorundayım. Çok işime yaradı sezgisel anlamda. Üç gün küs gibi hiç iletişim kurmadan devam ettik. Sonra da sarıldım boynuna.
Kariyeri özellikle dizi ile başlamış genç oyuncuların sinema oyunculuğunda dezavantaj yaşayacağını düşünürüm. Çünkü dizi oyunculuğuyla sinema oyunculuğunun dili çok farklı. Ama sizin bu filmdeki performansınızda tutturulmuş olan dil, gerçekten sinema oyunculuğuna çok daha yakın. Dizi oyunculuğunun verdiği dejenerasyondan nasıl kurtuldunuz?
Empati kurmaya çalışıyor insanlar haklı olarak dizide oyunculuk yapan oyuncularla ama batağa düşmüşlüğümüz yok. Ben normalde mümkünse o tarafta da seçimleri bekliyorum. Birçok insana göre de çok şanslıyım televizyon anlamında iş yaparken. Dört kamera gördüm ben sette aynı anda çok ağır bir dramayla girdim, “Bu Kalp Seni Unutur Mu?” benim ilk işim. Çok ağır ve çok gerçekçi, birçok sinema filminde bile yakalanamayan aslında bir gerçekçilik vardı. Sıfır makyaja yakın oynuyordum, birçok insan öyleydi. O anlamda beni bağlamıyor. Nerede oynarsam oynayayım aynı şeyi oynuyorum. Bir kişi bile izlese, kimse izlemese bile, ben aynı şeyi yapıyorum. Kamera oyunculuğu teknik bir hadise sonuçta onun montajı var, nereden gösterdiğiyle ilgili kamera anlatımı var… Ben sadece gözetlenenim. Kamera orada, ama şurada da oynamam gerekse aynı şeyi yapacağım. Benim için değişmiyor. Benim için insanlar önemli. Kimin yaptığı önemli, kimin yanında durduğum önemli, kimin hikayesini anlattığım önemli.
İyi bir oyuncu diğer oyuncunun iyi olmasını tetikliyor mu?
Gelelim televizyonda iş yapmanın avantajlarına… Güzel olduğunu hissettiğim zaman çok acayip heyecanlanıyorum. Bulduğum zaman bırakmıyorum, bırakmam yani. Aş eririm ben oyuncuya, “Oynayayım, oynayayım” diyorum, çağırıyorum bile onu. Ama tabii ki görünen yüz olarak oyuncuya hesap gelir ama birinin gözü o. Prova esnasında “dizlerinin üstüne çökeceksin” dedi mesela Batur Hoca (Yönetmen Batur Emin Akyel). Öyle bir çöküyor ki takılıyorum. Direnç başlıyor, direnç başladığı zaman ezmem lazım onu. Onu yok etmem lazım, sonra fark ettim ki o erkek olarak çöküyor, maskulen bir şey. Ama adam “Çökeceksin” diyor ve çökeceksin. Aslında teatral buluyorsunuz bir taraftan, katıldığım şeyler var. Münir Ağabey özelinde söylemiyorum kesinlikle. İzleyici olarak söylüyorum. Aslında oyunculuk bu demek değil mi? Çünkü ben kafama estiği gibi yapamam, benden çıkan o kadını istiyor yönetmen ve kendi hikayesini anlatmamı istiyor. Eylem anlatıcısıyım ben, son derece sınırlı, sınırlandırılması da çok güzel.
Film hem anlattığı hikaye, hem tarz olarak bağımsız film. Ama Türk sinemasında şu anda var olan bağımsız filmlerden değil. Minimal bir anlatımı olan bir film değil. Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu tarzı bir film değil. Tam tersi biraz da Yeşilçam’dan temellerini alan bir hikaye, Bu yargılamayı kendi içinizde yaptınız mı? Bu tarzdan hangisi size daha yakın geliyor?
İzleyici olarak ve içinde bulunmak istediğim, sert hikayeleri seviyorum. Küçük filmleri seviyorum, çünkü küçük yaşamayı seviyorum. Özünü seviyorum. Ama bir izleyici olarak görsellik önemli, mesela bu filmin toplantı yaptığımızda mekanlarını görmüştüm ve çok etkilenmiştim. Bu da bir dil çünkü öyle kullanmak, öyle anlatmak istemiş. Duvarın dokusundan duvar kağıdına kadar hepsinin bir anlamı var. Onun üstünden gitti sanat ekibi, gerçekten çalıştı bu anlamda. Öyle olduğu zaman ben her türde oynamak isteyen bir oyuncuyum yani komedide de, kara mizahta da, dediğimiz gibi küçük filmlerde de Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem falan, çok etkileniyorum. Belki de daha yakın buluyorum. Ama farklı rollerde farklı tasarlanan dünyalarda oynamak çok geliştirici.
Türkiye’de kadın oyuncu olmak gerçekten zor. Çünkü sanatın gerektirdikleri ya da size yüklemesi gereken misyonu yüklenmek çok zor. Bir erkek oyuncu için böyle bir şey söz konusu değil. Bunu da şöyle açabilirim, 1980 ve 90’ların ortasına kadar gerçekten feminizmin etkili olduğu roller var. Bu rolleri üstlenen isimler var ve bunun faturalarını ödeyen isimler var. 2000 sonrası kadın oyunculuklarda bir geriye adım atıldığını düşünüyorum. Bunu nasıl karşılıyorsunuz? Sonuçta Türk sinemasının kadın oyuncularından birisiniz daha ileriki yollarda bu sisteme karşı ayakta duracak mısınız öyle bir misyonunuz olur mu bunu düşünüyor musunuz?
Çok bileniyorum, çok sinirleniyorum. Her şeyden önce kadın oyuncu olmanın dışında Türkiye’de kadın olmak zaten çok zor. Türkiye’de kadın istihdamı hala çok büyük bir problem. Hepimiz yaşıyoruz bunu. Çok üzülüyorum erkek tarafından anlatılmasına bir kadının. Kadın bile yazsa ne yazık ki öyle oluyor. Öğrenilmiş hareketler, öğrenilmiş çaresizlikler var. Devam edebilmek için o topluluğa doğru bir hareket var. Ben o kadar çaresiz görmüyorum kendimi. Şu an onunla mücadele ediyorum mesela. Oynarken ben yönetmenden korkmayı çok severim mesela. Aşık olursun ve köpek olursun ya onu nasıl mutlu edebilirim diye, ben öyle oluyorum o esnada. “Kestik” dendikten sonra kimseden öyle bir korkum yok çok şükür de orada o hissi seviyorum oradan beslenmeyi. Ama direniyorum ne kadar korksam da. Diyorum ki “Çok erkeksi. Çok seksist”. Çünkü ellerinde değil, o duyarlılığı olan insanlarla bunu kuruyorum. Anlayacağını bildiğim için bunu söylerim, “Bak bir şey yapacağım bu durumdaki bir kadın böyle yapmaz. Bak bir şey deneyeceğim…” O zaman beraber çalıştığım yönetmenlerin en serti bile “Evet ya” dedi. Ben bu anlamda direneceğim, orta yaşı çok dört gözle bekleyen bir oyuncu adayıyım ben çünkü aktörlük aslında sonra belli olan bir şey. Demlenen bir şey, oyunculuk hayattan kopuk bir şey değil, beraber devam ediyor hikaye. Çocukken mesela oynamak isterdim. Bunu bilemeyiz ki “Şu kadar para alayım da bilmem ne” diye çocuk oynamak istemez. Hep meraklı oldum özellikle kadınlara, kadınların ezilmesine. Beş yaşındayken bile tahammülüm düşüktü. O yüzden oyunculuk yapmamın sebeplerinden biri kadın hikayeleri anlatabilmek. Fakat otosansür var. O 90’ların başında ve 80’lerde neler yapıyor Müjde Ar’a bakar mısınız? Ellerini öpmek istiyorum. Ama ne oldu da biz buraya geldik? Ne kadar acı. Bunun içinde politika var, sosyoloji var, toplum mimarisi var, her şey var. Mesela yönetmenle konuşuyorum, genç bir yönetmen ilk filmini çekecek. Ne kadar heyecanlı. Bir sahne var dedi ki bana “İstersen öpüşme olabilir, olmayabilir. Sana bağlı”. Ne demek bana bağlı? Orada bir ihtiras var ve sen dokunmadan bunu gösteremezsin. Niye bana bağlı? Hikayene sahip çık sinema filmi yapacaksın, paran hazır, niye korkuyorsun? “Ben çünkü daha önce bir oyuncuyla çalıştım…” Ama oyunculuk yapıyoruz. “Sahne çeker misin?” başlığı üzerinden konuşulmaz. Hikayen ne, kim çekiyor, neden çekiyor? Tabii ki yaparım çok beğenirsem, yapmalıyım. Ben bunu bu kadar düşünmeyi anlamıyorum ve çok kırılıyorum.
Eskiden sadece oyuncu olarak tercihlerde bunların üzerine gidilebilirdi ama artık senaryo bazında, yönetmenlik bazında bir tıkanıklık var. Size gelene kadar zaten orada tıkanıyor. Onun için de son on yıldır, kadın yönetmen ve senaristlerin üzerine giderim, röportajlarını yaparım. Sizin yazıyla, üretmekle aranız nasıl?
Çalıştırmazsanız kalem durur, durdu. Çok kafam atıyor. “Ders mi alsam” diyorum ama sonra da diyorum ki “Benim işim başka”. Belki yaparım bir gün. Daha yönümüzü de bulmaya çalışıyoruz. Seçimler yapıyoruz. Her eklediğinde “Biraz dur” diyebiliyorsunuz karşındakine. O yüzden her şeyin zamanı var. Ben bu tarafta devam etmek istiyorum çünkü bu önemli.
2014 yılı Türk Sineması’nın 100. yılı, biliyorsunuz ilk film 1914’te çekildi. Bir oyuncu olarak bunun ne kadar farkındasınız? Bulunduğunuz endüstri ve camianın size bunu hatırlatacak bir enerjisi var mı, hissettiniz mi böyle bir şey?
Özel yaşamımda çok farklı mesleklerden yakınlarım var. Bu beni sağlıklı tutuyor. Oyunculardan da çok sevdiğim insanlar var ama işte avukatı var, mali müşaviri var… Ve bunlar birçok oyuncu arkadaşıma göre entelektüel seviyesi daha yüksek insanlar. Onların arasında konuştuğum zaman “Ne mutlu oyunculuk yapıyorum” diyorum. Ama aynı tatmini sektör içinde konuştuğumuz zaman yakalayamıyorum. Çok hayat sızıyor o konuşmaların içerisine. Bir sürü başka şey var niye bu kadar heyecanlanmaktan korkan bir millet olduk biz, onu merak ediyorum. Dizi çekiyoruz reytingimiz bilmem ne… Bizim işimiz olmamalı bu. Ben seçtim mi, söz veriyorum her kişiye, “Ben bu kadının eti kemiği olacağım” diyorum, son resme kadar oradayım, dünya yıkılsa oradayım. Belli yerlerde de korumamız lazım kendimizi. Bir de böyle bir umutsuzluğumuz da var, “Aman çekilecek de şimdi ne olacak, zaten vizyon yeri bulabilecek mi?” Burada da çok büyük adaletsizlikler var. Çok güzel örnekler var evet ama tek tipleşmeye doğru götürüyor. Salon bulamıyor diğerleri. Hiç mi olmayacak başka türlü? Biz delirdik mi acaba sadece onu istiyoruz? Giderek artacağımıza azalıyoruz, bakıyorum 80’lere, şu anki halimize gerçekten oturup ağlayalım.
Son soru olarak benim size filmle ilgili sormadığım ama sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Her şeyden önce samimiyeti olduğunu düşünüyorum, biz çekerken öyle çektik. Ben aynı reji grubuyla denk geldim hala çalışıyorum. Onun ruhu yansımıştır diye düşünüyorum. Güzel bir baba-kız dramı. Aslında iç hesaplaşma, iç yolculuğa götüren bir film. İlla ki herkes bir tarafından yakalayacaktır. İzlemeye değer bir film.