Prisoners… Hollywood filmlerindeki ‘kaçırılma’ travması aslında Amerikan halkının acı deneyimlerinin de bir yansımasıdır. Gerçek hikayeler özellikle bu ülkede üst seviyeye tırmanmış durumda.
Kaçırılma sorunsalında fidye veya herhangi bir ‘geri ödeme’ yok ise işin içinden çıkılamaz bir süreç başlar. Kaçıran kişinin amacı kaçırılanın bulunamaması ile muammasını daima korur. 60’lı yıllardan 80’lere hatta 90’lara kadar farklı şekillerde olaylar hep kendisini tekrar etmiştir. Bu gerçek olaylar Hollywood için yeni hikayeler üretme sahasıdır. Zaten günümüzde özellikle korku, gerilim sineması ve suç dramalarında gördüğümüz ‘Gerçek Bir Olaydan Esinlenilmiştir’ ibaresi de işin gerçekçi yanının seyircide yarattığı etkinin 2 katına çıkmasına olanak sağlamış, ekmekteki tereyağı üzerine reçel kıvamında bir durum ortaya çıkartmıştır.
Hollywood sinemasında ciddi bir yer tutan suç dramaları insanların gerçeklik algısına da dem vurarak duygusal bir bağ ortaya çıkartmaktadır. Kimi filmler bu bağı gerçekten kuvvetli bir şekilde kurarak insanda empati duygusu, buna bağlı olarak vicdan muhakemesi yaratırken kimisi ise yapaylığı ile –hikaye güzel olsa bile- insanda itici etki uyandırarak kurgusallığını buram buram hissetirmektedir. 1991 yapımı Silence Of The Lambs (Kuzuların Sessizliği) kıvrak zekası ve hayran bırakan hikayesiyle bizleri sanki olayı yaşıyormuş hissine sokarak Ajan Starling’in (Jodie Foster) vicdan sorgusunu da bizlere başarıyla yansıtıyordu. “Ya kızı bulamazsam?” “Kız ölürse bununla yaşayabilir miyim?” işin diğer ironik yanı ise bir katili bulmak için başka bir psikopat katilden yardım almaktı. Dört tarafı bilmecelerle dolu Ajan Starling için geri sayım sürerken biz onun kararları ve kendi içsel çatışmalarıyla empati kurmaya çalışıyorduk.
2013 yapımı “Prisoners” ise vicdan algısını bir adım daha ileri götürerek olayı aile bireyleri etrafında çeviriyor ve iyi bir insanın sevdiği bir insanı bulmak için ne kadar ileri gidebileceği sorusuna yöneltiyor. ‘Vicdanınla nereye kadar baş edebilirsin?’ diye soruyor. Bu nitekim seyirciyi de düşünceye iten, empatiye zorlayan bir durum. Eğer bu tehlike sevdiklerimizin hele ki çocuklarımızın başına geliyorsa neleri feda edebiliriz, doğru karar nedir, nasıl bu işin içinden çıkarız, nasıl sevdiğimiz insanı kurtarırız sorgularıyla aslında bizi sınıyor.
Filmin detaylarına inersek Keller Dover (Hugh Jackman) ve Grace Dover (Maria Bello) çocuklarını da alarak dostları Franklin Birch (Terrence Howard) ve Nancy Birch (Viola Davis)’in evlerine şükran günü için misafirliğe giderler. Yeme içme eğlenme esnasında Dover çiftinin küçük kızı ile Birch çiftinin küçük kızları aniden ortadan kaybolurlar. Bunu fark eden aile bireyleri paniğe kapılıp çevreyi araştırmaya başlarlar fakat ellerinde bir karavanın çevresinde oyun oynadıkları ve sonrasında kaybolduklarından başka bir şey yoktur. Olaya dahil olan hırslı dedektif Loki (Jake Gyllenhaal) bu esnada kapsamlı araştırmalarına başlar ve mevzu bahis karavanı bulur. Karavanın sürücüsü Alex Jones’u (Paul Dano) göz altına alınır. Sorgulamalar devam eder fakat Alex ısrarla bir şey yapmadığını söyler. Karavanın aranmadık yeri bırakılmaz ama iki küçük kıza dair en ufak bir ipucu bulunamaz. Sonunda hiçbir kanıt bulunamadığından şüpheli Alex mecburen salıverilir. Buna en çok kızın babalarından biri olan Dover sinirlenir, hatta Alex’in salıverilme esnasında gidip onu hırpalar ve tam bu esnada Alex’in ağzından çocuklarla ilgili bir detay çıkar; ‘Onları bırakana kadar ağlamadılar’… Bu cümleyi sadece fısıldadığı için baba Dover hariç ne gazeteciler ne de orada bulunan başka birileri bunu duymuştur. Şimdi Dover daha da emindir. Çocukları kaçıran Alex’tir. En azından bize hissettirilen budur. Bu dakikadan itibaren bizim de kafamızda sorular dönmeye başlar.
Alex’in içe kapanık ve yer yer kekeme tavırları, sorunlu bir genç izlenimi uyandırırken bizlerin de tıpkı Dover kadar şüphede kalmamıza olanak sağlıyor. Dover her ne kadar kulağına fısıldanan bu sözleri dedektif Loki’ye ve çevresindekilere söyleyip inandırmaya çalışsa da şüpheli Alex bunu yeniden inkar edecek ve Dover tamamen çaresiz kalacaktır. Alex’in yaşlı annesi Holly Jones (Melissa Leo) ise oğluna karşı yapılan bu suçlamaların hiçbirini kabul etmemekte ve oğlunu sonuna kadar savunmaktadır.
Vicdan Savaşında İkinci Perde
Hayatını ailesine adamış iyi bir insan olarak bize lanse edilen Dover artık vicdanı ile baş başadır. Alacağı kararlar onun tüm insani değerlerine karşı atacağı adımlar anlamına geliyordur. Ve ardından bu büyük adımı atar, Alex’i kaçırır. Ona işkence yapar ama ağzından tek kelime alamaz. Bu sırada kızının kaybolmasından hemen hemen 1 hafta geçmiştir ve geri sayım sürmektedir. Vicdan, ahlak ve çocuk sevgisi ekseninde yavaş yavaş raydan çıkmaya başlayan hikayede bizler dedektif Loki’nin olayı yavaş yavaş çözmesine tanıklık ederken bu sefer yine yavaştan Alex ile empati kurmaya çalışırız. Sorunlu bir genç, kapana kısılmış, işkenceler görmüş, ama konuşabileceği, anlatabileceği hiçbir şey yok.
Genç Alex’in suçlu olduğuna neredeyse yüzde yüz emin olan Dover, durumu kaçırılan diğer küçük kızın babasına yani Franklin Birch’e (T. Howard) açar. Franklin Birch, Dover’a oranla acısına rağmen daha temkinli ve sakin olmaya çalışır. Hatta yer yer Dover’ı defalarca uyarır. Franklin daha fazla dayanamayarak bu işkencenin son bulmasını ister ve Dover’a Alex’i bırakmasını söyler. Dover ise anahtarı Franklin’e verir ve serbest bırakma seçeneğini ona bırakarak onu da vicdanıyla baş başa bırakır. İlk başta Alex’in kapısını açarak onu bırakacaktır fakat karısının ‘çocuğumuzu düşün’ demesiyle kararından vazgeçer. İçi parçalanıp, darma dağan olsa da, bu işkencenin yanlış olduğunu bilse de Franklin, istemeyerek Alex’i serbest bırakmaktan vazgeçer. Yine vicdan mücadelesi ve yine dengeler alt üst olur.
İki Uçurum Arasında
Çocuğu ölen/kaçırılan birinin canavarlaşması normal bir süreç midir? Adaletin temelinde yatan insan hakları, eşitlik gibi kavramlar acımızla birlikte saldırganlığa dönüşerek yok mu olur? Bunu bize sistem mi yapar, insanlar mı? Bir baba eli kolu bağlı beklemek yerine işkence yöntemine giderse kanunun gölgesi altında ezilmez mi dahası insanlığının, vicdanının altında? Veya ezilse bile çocuğunun acısıyla onu hisseder mi?
Film sadece tek bir karakter veya söylemden yola çıkmıyor. Bizleri empati yetimizi kullanarak ahlak, sevgi, nefret, çaresizlik ve adalet kavramlarını her bir karakter üzerinden sorgulamaya itiyor. Kimi zaman bir babanın çaresizliğini yaşıyoruz, diğer yandan işkence gören Alex’i anlamaya çalışıyoruz. Bir yandan dedektif Loki’nin içine düştüğü çıkmazı anlamlandırma çabalarına ortak oluyoruz, diğer yandan anne Nancy Birch’in Alex’e gözyaşlarıyla yaklaşmasını içimiz acıyarak izliyoruz. Franklin Birch’in vicdanı ve çocuğuna olan kavuşma isteği arasında anahtarı o iki sınır arasında nasıl güçlükle tuttuğunu, kendine yenilişini görüyoruz. Tek gerçek vardır; herkes eli kolu bağlı bir biçimde vicdanı ile savaşmaktadır.
Filmin şok eden finalinde taşlar yerine otururken Dover’ın içine düştüğü vicdan kuyusundan çıkması da artık çok zor bir hal almıştır. Değerler yitirilmiş, benlik yara almıştır. Çıkmak ister ama vicdanının derinliklerinden tırmanmak o kadar kolay değildir. Jenerik akarken aklımızdan tüm karakterler, olay örgüsü tek tek geçiyor ve insani duygularımızı, aile sevgimizi, nefretimizi, sınırlarımızı ufak çaplı bir empati ile tartıyoruz. Ve kendimize şunu soruyoruz; Her insan biraz vicdanının mahkumu değil midir? O hücreden dışarı adım atmak ya da atmamak, asıl mesele bu değil midir?