Tolga Örnek’in yönettiği ve Selma Ergeç’in başrolünde oynadığı Senin Hikayen filmin ismi gibi hepimizden bir parça taşıyan bir konuyu anlatıyor. Baba ve anne olmanın bize kalan sırları… İşte İki isimle bunları konuştuk…

Türk sinemasında bazı isimler var ki hem üretkenler hem gölgelere saklanmayı iyi biliyorlar. Bu ay vizyona giren Senin Hikayen filminin yönetmeni Tolga Örnek ve başrol oyuncusu Selma Ergeç tam da bu isimlerden. Bu iki isimle konuşmak sinemamızın baskı altındaki ama kaliteleriyle verecekleri çok şey olan insanları yakalamak anlamına geliyor benim için. Yeni filmlerine gelince, Senin Hikayen orta sınıf şehirli insan hikayelerine sırtını dönen sinemamız için yeni bir tecrübe. Bu tür filmleri özlemiştik. İşte hepimizin hikayesinin sinemayla buluşmasının öyküsü…

Senaryo nasıl başladı?

Tolga Örnek: Kaybedenler Kulübü zamanında başladı. Notları almaya o zaman başlamıştım. Karımın hamile kaldığı zamandı, hamile kalınca bir sürece giriyorsun, herkes tavsiyeler vermeye, kendi hikayelerini anlatmaya başlıyor. Etraftan duyduklarım, gördüklerim, bizim başımıza gelenler… Çok enteresan o süreç; insanın baba, anne rolüne bürünmesi, bu süreçten geçmesi, öğrenmesi… İki sene sürdü o notları almam, sonra senaryo aşaması geldi. Değişik bir aile hikayesi yapmak istedim. Bir de filmlerde aşk işlendiği zaman hep evliliğe kadardır, evlilikten sonra da aslında aşkın, tutkunun devam ettiğini gösteren bir şey yapmak istiyordum iki jenerasyonu işleyerek…

Bayağı ütopik olmuş. Siz senaryoyu aldığınızda ne hissettiniz?

Selma Ergeç: Ben o kadar ütopik hissetmedim. Normalde okuduğun senaryolar bu senaryonun başladığı yerde bitiyor aslında, hatta daha öncesinde bitiyor. Bu süreci işleyen çok fazla hikaye yok. Mutlu aşk hikayesi işlemek çok zor, hep bir problem olması gerekiyor ki izleyiciyi bağlasın. Burada mutlu bir ilişki var, hem de problemler var. Hikayenin ilerleyişi, işlediği konular, hamilelik konusu çok gerçek geldi bana. Bizde hep tabular vardır, ya istersin ya istemezsin ama iki arada kalmak, olsun mu olmasın mı, yapalım mı yapmayalım mı, artılar eksiler pek tartışılmaz, bunlar biraz tabudur. Ama herkesin kendi içinde tartıştığı bir konudur. Onu sayfa üstünde görmek iyi geldi. O çok heyecanlandırdı, bir de ben Tolga ile çok çalışmak istiyordum. Her filmi bir öncekinden çok farklı ve her konuda kendi dilini oluşturuyor, o çok hoşuma gidiyor. Sinema dilini ortaya koyacak diye konuyu kurban etmiyor, konunun sinema dilini oluşturmasına izin veriyor ve hatta onun peşinden gidiyor gibi geldi. Her filmini çok beğendim ama özellikle Kaybedenler Kulübü’nü izledikten sonra kıskandım diyebilirim.

Bazı roller var bence hazırlanılması çok zor mesela bu rol gibi çünkü dediğiniz gibi çok gerçek bir rol. Her kadının bir yerde yaşadığı çatışmaları yaşıyor. Aile için de aynı şey geçerli. Buna hazırlanmak biraz daha zor değil mi, çünkü o kadar normal ki?

Selma Ergeç: Biraz öyle. Bir yandan kolay çünkü empati kuruyorsunuz, benim de uğraştığım zaman zaman düşündüğüm ya da arkadaşlarımın yaşadığı şeyler olduğu için. Bir önceki oynağım rol kadar en azından yıl olarak uzak değil, bu çok daha yakın. Ama zor da oluyor kendinle daha fazla yüzleşme hali oluyor.

Aynı soru sizin için de geçerli olabilir, çünkü olabildiği kadar sizin hayatınızdan, kendi yargılamalarınızdan çıkmış bir hikaye ve ilginçtir ki Türk sinemasında bu tür hikayeler fazla yok. Orta sınıf üzeri hayatı anlatan, fazla büyütmeden gerçekliğini veren çok az hikaye var. Bunu neye yoruyorsunuz?

Tolga Örnek: Bizim sinemada hep çatışma aranıyor, büyük çatışmalar, büyük dramatik kırılmalar, hem komedilerde, hem dramlarda. Gerçek hikaye yaptığın zaman, onları senarist olarak empoze ettiğin zaman hikayeye, onun doğallığı bozuluyor, empoze etmediğin zaman gerçekliği içindeki doğal çatışmaları aramak daha zor, daha fazla iş düşüyor, hem senariste, hem yönetmene, hem oyunculara. Mesela bir kötü karakter olur onu takip edersin o bazı çatışmalara girer. Ama gerçek hayatta biri için çok ufak bir çatışma, çok ufak bir olay, mesela çocuk kararı başkası için hayatın en büyük kararı anlamına gelebilir, o özdeşleşme riskini almak istemez insan ama bir kötü karakter oluşturduğun zaman herkes onu kötü olarak algılayabilir. O yüzden riski daha fazla oluyor çünkü hayatın içindeki o ufak tefek ilişkileri, gerçek kırılmaları aktarmak daha titiz olmayı gerektiriyor, daha büyük riski var, o dengeyi kurman gerekiyor. Bence bir sebebi o. Eğer benle ilgili soracak olursan, ben bir iş yaparken beklentiyle ya da var olanla hareket edemiyorum. Bir hikaye bana sıcak geldiyse, çekmek istiyorsam başka hiç bir şey düşünmeden çekiyorum onu. Önceden hiç işlenmemiş olması da önemli değil, iş yapar mı yapmaz mı o da önemli değil. Ben heyecanlanıp iki senemi ona aktarabileceksem onu yapıyorum.

Belgeselden geldiniz, Kuruluştan Kurtuluşa, Gelibolu… Sinemanızda o dönemin etkisini görüyor musunuz?

Tolga Örnek: Çalışma tarzı olarak etkisi var. Belgeselde çok titiz, çok araştırmacı olman, her şeyi didiklemen gerektiği için o alışkanlık burada bence çalışma tarzıma yansıyor. Ön hazırlık benim için çok önemlidir, teknik çok önemlidir. Hazırlıksız çıkmak istemem oyuncunun karşısına, sete. Bunların hazırlığını çok yaptığım için belki ben sette tamamen oyuncuya. duyguya konsantre olabiliyorum, tekniği tamamıyla bitirmiş oluyorum. Hiç teknik düşünmem ben sette çünkü kamera nerede duracak, objektifi ne olacak, ışık nasıl olacak, nasıl kurgulanacak ben kendi kafamda çözmüş oluyorum. Onları sorgulamam bir daha, benim işim oyuncuyla. Oyuncuyla karşılıklı sahneyi ne yapacağız, doğaçlama yaparlarsa o nereye gider onlara odaklanıyorum. Belgeselin bana kattığı o. Tarz olarak, işleyiş olarak filmden filme değişiyor. Mesela Devrim Arabaları’nda çok faydasını gördüm. Gerçek hayat hikayelerinin senarist olarak şöyle bir kolaylığı oluyor, bir zıplama noktan oluyor, senin bir şeye başlatman gerekmiyor. O sana iyi bir yol gösterici harita oluyor, o açıdan rahatlatıyor. Belgeselden geldiğim için de işlediğim gerçek hayatlara karşı sorumluluğumu iyi biliyorum galiba; o güvene ihanet etmemek gibi. Bazen ister istemez hatalarım oluyor tabii ama bilerek yapmıyorum en azından.

Bütün filmlerinizi izledim, hem o filmler hem de sizin biyografinize baktığım zaman sürekli bir değişkenlik söz konusu. Eğitiminizden bahsediyorum. Bu tutum filmografinizle de örtüşüyor. Bu neden kaynaklanıyor?

Selma Ergeç: Birçoğu aslında denk geldi. Şans çok büyük bir faktör. Çok müthiş şanslı bir insan değilim ama şans geldiği zaman da farkına varıyorum. Şans tabii ki hangi işin sana geleceği. Ama onların arasında da bir öncekine çok benzemeyenleri tercih ediyorum. Yoruluyorum aynı şeyden. Onun da çok ciddi bir pazarı var bu arada. Bir sürü örneği var Meg Ryan bunun belki en ünlülerinden biridir. Başka hiçbir rolde seyirci görmek istemiyor, oyuncu da o kapasite olsa bile. Belli bir çekinceye girdiğin zaman oradan çıkmak da zor oluyor. Bana farklı farklı şeyler denk geldi ben de aynı olanları değil farklı olanları tercih etmeye çalışıyorum çünkü gerçekten yoruluyorum. Muhteşem Yüzyıl’dan sonra ağır bir drama hemen çekmek istemezdim çünkü çok yoruldum. Tolga ile “Şu kadar ağlama sahnesi var, hepsinde ağlamayayım” pazarlığını bile yaptım. Ağlama olayı artık bana fazla geldi. Bu çok basit gelebilir ama öyle. Biraz farklı yere gitme ihtiyacı hissediyorsunuz, bünye dinlensin diye.

Bu filmle çok benzer olmasa bile yakın sınıfları anlatan bir film var şu dönemde Aslı Özge’nin Hayatboyu filmi. Bir kadın oyuncu sinemada tabii ki her tür rolü oynar ama kadın hakları sorumluluğunu hissedip rol seçmesini nasıl karşılıyorsunuz, sinema için gerekli mi bu?

Selma Ergeç: Bu çok kişisel bir soru. Bunun sadece kişisel cevabı olabilir. Sinema için gerekli mi? Sinemada herhangi toplumsal bir konuyu ele aldığınız zaman ve bir sanat dalı olarak söyleyecek sözü, sorulacak sorusu varsa zaten bence çok değerli oluyor. Biraz düşündürebiliyorsa, biraz insanların ufuklarını açabiliyorsa o açıdan çok önemli. Bir kadın oyuncu için ama kişisel bir karar. Bir sanatçı olarak ne yapmak istiyorsun? Kişiden kişiye değişir. Bazısı der ki söyleyecek bir sözüm var ve bunu ben dünyayla paylaşmak istiyorum, bunu oynamak istiyorum. Başkasının öyle bir derdi olmayabilir.

Bunu sormamın sebebi şuydu, 90’ların ikinci yarısına kadar 80’ler boyunca sinemada feminizmin etkili olduğu filmler görüldü Türk sinemasında. Müjde Ar’dan Nur Sürer’e ve yönetmenlere kadar, fakat 95’ten sonra özellikle 2000’ler sonrası bu anlamda geriye bir adım atıldığını düşünüyorum. Siz bunu kabul ediyor musunuz, bir önceki soruyla bunun ilgisi olabilir mi?

Selma Ergeç: Benim gözlemlediğim kadarıyla da biraz öyle. Bağımsız sinemada yine çok güçlü, en azından feminist izler taşıyan karakterler görebiliyorum ama sizin bahsettiğiniz filmlerde tabii ki çok güçlü kadın karakterler var o anlamda ve çok daha özgür bir anlatım, oyunculuk anlatımı olarak. Bedensel olarak da daha büyük bir özgürlük olduğunu düşünüyorum. O konuda şu anda biraz daha dar kafalı olduğumuzu düşünüyorum eskisine göre. O filmleri izlediğim zaman “Helal olsun bunu nasıl yapmışlar. Ben şu anda yapsam parçalarlar” diyorum. Magazin ana sayfalarından inemezsiniz kolay kolay ve kariyere yarar dışında zarar verebilecek kararlar olabilir. O dönem öyle miydi tabii ki bilemiyorum. Biraz daha korkak olduğumuzu düşünüyorum, daha temkinliyiz. Sinemada çıplaklık olsun, sinemada ele alınacak kontrovers konular olsun daha temkinli olduğumuzu düşünüyorum. Bunun da çok iyi bir şey olmadığını biliyorum.

Sizin bundan sonraki senaryonuzu tahmin etmek çok zor, ama daha önceki filmlerinizi ve hayata bakış açınızı bildiğim için soruyorum. Türkiye neredeyse 10 yıldır çok farklı şeyler yaşıyor her anlamda, bunlar sinema için de çok uygun şeyler fakat Türk sineması bunlara tepki vermiyor. Siyasi sinema hala 80 darbesini anlatan filmlerle uğraşıyor. Halbuki daha siyasi bir ortamımız var hem de bir 10 yıldır ama hiç bununla ilgili film yok. Bunun sebebi nedir ve bir sinemacı olarak bu sizi nasıl etkiliyor?

Tolga Örnek: En büyük sebebi otosansür. Demokratikleşme ve çağdaşlaşma maskesi altında bir baskı… Kimsenin gözü yemez şu anda ben de dahil bu dönemle ilgili filmler yapmak. Ki hakkıyla yapamazsın, ödünler, ödünler, ödünlerlerle başlarsın ve sonunda bir kuş çıkar ortaya. En büyük nedeni o. Beni etkiliyor, beni çok etkiliyor. Kaybedenler Kulübü’nü çekeli üç sene oldu o filmi bugün çekemeyiz, çektirmezler. Alkol kanunu değişti, sigara kanunu değişti. Yapımcılar, dağıtımcılar hepsi daha temkinli, daha korkak, biz de dahil. Çekemezsin. O film daha üç yıl önce yapıldı, 10 yılı bırak. Ben dün filmi izlerken kendimden nefret ettim,”A burada şarap kadehi kaldırıyorlar ne yapacağım” dedim kendi kendime. Bir insan filmine böyle bakabilir mi? Böyle baktırılabilir mi? Ben çok büyük mesajlar anlatan bir film de çekmiyorum, gayet herkesin gidebileceği, ticari olmasına özen gösterdiğim, insanların gittiği zaman duygulanacağı, güleceği, ağzında hoş bir tat oluşacağı bir film yapmak istiyorum. Ama ben kendi filmimde şaraba takılıyorum.

Dizilerden uzak durmanızın sebebi nedir?

Tolga Örnek: Diziden uzak durmamın üç tane ana nedeni var. Bir oğlumdan o kadar ayrı kalmak istemiyorum, ailemden o kadar ayrı kalmak istemiyorum. Bir dizi çalışma koşulları itibarıyla, haftada 110 dakika çekmek zorunda olduğun için taviz gerektiriyor. Dizideki o tavizin beni kötü etkileyeceğini düşünüyorum. Psikolojik olarak da, iş yapış tarzı olarak da. Korkuyorum ondan. Bir de çok çabuk tüketiliyor. Hazırlandın altı ay, çektin, büyük paralar harcandı, büyük ekipler çalıştı, kanal arkasında durdu, yapımcı arkasında durdu, ilk üç bölüm rating kötü, tamam bitti.

Bu söyleyeceğim her ikiniz için de geçerli, yaptığınız filmler gişe filmleri, bağımsız filmler değil, ne dil olarak, ne konu olarak. Bir sinema endüstri olacaksa mutlaka izleyici ile buluşan filmler üzerinden olabilir ama bağımsız filmlere nasıl bakıyorsunuz? Sizin cevabınız önemli çünkü Reha Erdem’in Beş vakit filminde de oynadınız.

Selma Ergeç: Reha Erdem benim çok beğendiğim yönetmen. Orası daha özgür bir alan olduğu için, konu ve sinema dili açısından, seyirciye odaklanarak, ya da yapımcının isteği üzerine bir film çekilmediği için tamamen yönetmenin ya da o ekibin hayali üzerinden, daha özgürce yapılabildiği için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ama festival filmlerine baktığınız zaman hepsi birbirinin çok benzeri olmaya başladı. Çok özgün bir şey bulmak artık çok zor. Ben çoğunda artık sıkılıyorum. Eskiden öyle değildi. Gerçekten farklı, yeni, cesur, özgün bir şey bulabiliyordunuz. Artık “Bu filmi böyle çekersem daha kolay kabul edilebilirim” adı altında sanki bir şeyler yapılıyor o da seyirciye main stream yapmaktan çok farklı değil. Nasıl main stream, pop corn dediğimiz sinemada daha özgün işler görmek istiyorum orada da görmek isterim. Ama en büyük eksikliğimiz bence, dünyada da en zor yapılan tarzda film yani hem nitelikli hem de aynı zamanda gişe filmi. Orada çok az örnek var.

Tolga Örnek: Çok geniş bir alan var aslında Türkiye’de festival filmleriyle büyük gişe filmleri arasında, festival filmlerinin hikayesi gişe filmlerinin tekniği, işlenişi ve kendi dilini oluşturan kaliteli ticari filmler çekebileceğin bir alan var. Tabii bu alanı desteklemek için sinema eleştirmenlerine de iş düşüyor. Sinema eleştirmenleri mesela festival filmlerine karşı çok hoşgörülüler. Aynı hoşgörünün benzerini araya girmeye çalışan filmlere de gösterirlerse o alan genişleyecek. Ben daha henüz o hoşgörüyü görmüyorum. O herkese düşen bir iş. Eleştirmene de düşüyor, dağıtımcıya da düşüyor, yapımcıya da düşüyor. Belki bu denenecek, iki üç tanesi iş yapmayacak ama dördüncü, beşinci, altıncıdan sonra oturmaya başlayacak. Dağıtımcı bana demişti ki “Türkiye’de hiç star çıkmıyor” dedim “Sizden dolayı çıkmıyor. Hep aynı insanları istiyorsunuz.” Üç, dört tane isim var, biz iyi oyuncu söylüyoruz “Ama onun gişesi yok” diyorlar, bir yerde başlayacak ki gişesi olsun.

Bir Rus yönetmen “Cannes’dan ödül almak istiyorsan kadın oyuncuyu soyacaksın, İstanbul’dan ödül almak istiyorsan adamı uzun uzun yürüteceksin” demişti. Peki sizin filmleriniz festival filmi değil, dizi çekmiyorsunuz, nasıl yaşayacaksınız bu piyasada?

Tolga Örnek: Güzel bir soru. Karım inşallah işten ayrılmayacak… Bu herkesin kendi kişisel tercihi ile ilgili bir şey. Bir kitap okuyorum orada röportajlar var eski yönetmenlerle. Bir tanesi “Sinema sinemadır, film filmdir. Fazla kurcalama, film noir da çekersin, korku da çekersin, ticari de çekersin… Bir şeyi ticari diye çekersin art house olur. Film filmdir” diyor. Ben bunların hiç birisini düşünmüyorum, ben eli yüzü düzgün bir şey çıkartayım kendini kurtarsın, bir sonraki filmi çekecek fırsatım olsun istiyorum. İki yılda bir film çekmeye devam edebildiğim müddetçe, hayatımı da bunun etrafında devam ettirdiğim müddetçe mutlu olurum. Tabii iki yılda bir çok büyük zarf atıyorsun ortaya. Bu işin doğasında var onu çok sorgulamıyorum. Ailem sorguluyor da ben çok sorgulamıyorum. Bir de böyle hiç bir iş yok, senin kafandaki fikirden 250 kişiyle beraber izlediğin ana gelen sürecin tatmini çok az şeyde var hayatta. O 250 kişi nefret ederse tatmin olmuyor da… İnsanın beğenmesi çok güzel bir şey. Ben utanacağım işler yapmak istemiyorum. Utanacağım çok para kazanacağım işler yapmak istemiyorum. O beni üzer.

Hem dizi hem filmleriniz var ama bence filmleriniz az. Kariyerinize çok daha fazla film sığabilirdi. İsteseydiniz gelen projelerden daha fazla film çekebilirdiniz, bunun sebebi nedir?

Selma Ergeç: Bence de az. Sonuçta şöyle bir sistem var size bir iş geliyor. Siz peşinden de koşabilirsiniz, benim peşinden koştuğum iki, üç tane iş vardır. Ama onun dışında işler size geliyor, siz bakıyorsunuz olur mu olmaz mı diye. Açıkçası beni heyecanlandıran çok da başka bir iş olmadı. Gelip de “Bunu çok çekmek istiyorum ama oynamayacağım” dediğim bir şey olmadı. Okuduğum senaryolarda kıvılcım eksik. Derin derin analizini de yapabiliriz ama uzun lafın kısası kıvılcımı yok, derdini anlamadığım, çok da gerçek bir yerden çıkmayan ve çok da gerçeklere varmayan, biraz da sonuç odaklı senaryolar. Beni heyecanlandıran çok da fazla senaryo olmadı, olsaydı oynardım.

Tolga Örnek: Ben biraz önce kadın oyuncularla ilgili sorduğunuz soruyla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Selma’nın oynadığı dizi film karakterini her kadın oyuncu oynayamaz. Bir kere çok büyük bir yelpazesi var, inanılmaz yüksek duygularla gidip geliyor, komik, kendiyle dalga geçebilen, ciddi cesaret isteyen bir rol. Bir oyuncuyu böyle cesur görmek insanın hoşuna gidiyor. Bir oyuncunun kendi imajını, nasıl göründüğünü, kendisine nasıl yansıyacağını düşünmeden sırf karakteri düşünerek her şeyini aktarmasını izlemek çok güzel. Ben de o yüzde çok isterim Selma’ya farklı roller gelmesini çünkü hem cesur hem de ifadesi çok geniş. Kadınların daha sağlam roller alması sırf üstünü çıkarma cesareti ya da politik bir söylemle değil, gerçekten de altından kalkması kolay olmayan, riskli rolleri de cesaretle kabul edebilmekte. Ben pek çok kadın oyuncunun kendi imajını düşünerek pek çok role “Hayır” dediğini biliyorum.

Siz senaryoyu yazarken Selma Hanım’la konuşup mu yazdınız?

Tolga Örnek: Selma ile bir kaç yerde karşılaşmıştım. İlk filmini izlemiştim, ondan sonrakileri izlemedim ve gerçekten çok tanımıyordum, işlerini çok bilmiyordum. Timur aradı “Selma olmaz mı” dedi ben de “Tip olarak olur ama önce tanışmamız lazım. Bir de Timuçin’le karşı karşıya gelsinler, kimya var mı bakalım” dedim. Selma ile kahvaltıya gittik. Hayatımın en güzel kahvaltılarından biridir. Şöyle bir şey var, kimse alınmasın bir oyuncu insan olarak zekiyse, cesareti varsa ve algısı açıksa o rolün altından kalkmaması çok zor. Ben kahvaltıda onu anladım. Espri anlayışı var, çok zeki, kendiyle barışık, çünkü rol öyle bir roldü kendisiyle barışık olması gerekiyordu; onları anladım dedim “Oynar.”

Selma Ergeç: Benim bir de otosansürle ilgili eklemek istediğim bir şey var. Bir kaç yıldır şunu anlıyorum sansür evet çok tehlikeli ama ondan çok daha tehlikeli olan şey otosansür. Ben bu filmde de onu anladım. Çünkü bir kaç tane sahne vardı, insanların çok alışık olmadığı şeyler gösteriyoruz, aslında çok doğal olan hayatın içinden olan ama çok dillendirilmeyen ve gösterilmeyen konular. Kendimi otosansürle küçültmek ve kafamı daraltmak istemiyorum ama ben bile yaptım. Allahtan biz açık açık konuştuk. Ben “Şu anda şundan rahatsızım” dedim ama ben rahatsız olduğum için değil bunun getireceği sonuçlardan mütevellit rahatsızdım. Bildiğin otosansür uyguladığımı fark edip sonra oradan bir U dönüşü yaptık. Bir de Tolga konusunda söylemek istediğim var gerçekten dediği gibi hazırlanıyor bir defteri var, ben arada bakıyordum onun içine, düşünebileceğin her şey var. Dekordan, kamera açısından, ışığından, sahnenin duygusu, oyuncunun duygusuna kadar her şeyi yazmış, her şeyi hazırlamış. Bir takım çok matematiksel çizgili planlar var benim çok anlayamadığım. Bu kadar hazırlanmış olmasına rağmen sete gelip sette bir anda her şeyi gözardı edip oyuncuyla da beraber çalışınca “Tamam bunu yapmayalım, bunu yapalım” diyebiliyor.

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.