2011 senesinde vizyona giren ilk film Thor, her ne kadar çizgi roman hayranlarını tedirgin etmiş olsa da gösterime girdikten sonra bu tedirginlik yerini memnuniyete bırakmış herkes filmden beklediğini almıştı.
Araya giren The Avengers macerasından sonra gelen bu ikinci film tür adına yere daha sağlam basan bir yapım. İlk filmin yönetmenlerinden biri olan Joss Whedon (diğeri Kenneth Branagh idi) oldukça başarılı bir iş kotararak Thor’a hak ettiği yeri vermişti. The Avengers’ın kamera arkasına geçen Whedon, Thor’un devam filminde kamera arkasına geçmeyeceğini açıklamış bu kararın ardından yeni filmin Alan Taylor’a emanet edileceği açıklanmıştı. Kimi fanlar Alan Taylor’un yetersiz olduğunu düşünüyor ve devam filmini yine Whedon’un yönetmesini istiyordu. Alan Taylor, genel olarak bir dizi yönetmeni. Fakat başarılı bir dizi yönetmeni… Arkasında olduğu işler arasında Game Of Thrones, Sopranos, Mad Men gibi dünyaca ünlü diziler mevcut. Her ne kadar dizi piyasasında oldukça başarılı olsa da Taylor’un böylesine büyük bütçeli fantastik bir türde neler yapabileceği muammaydı. Geri sayım başladı, bizler fragmanı izledikten sonra iyice bir heyecan dalgasına kapıldık ve nihayet film vizyona girdi. Ve şunu belirtmekte fayda var ki Taylor elinden gelenin en iyisini yaparak bizleri ziyadesiyle memnun etmeyi başardı.
İkinci filmde, ilk filmdeki kemik kadroyu aynen görüyoruz. Thor’u yine Chris Hemsworth canlandırırken sevgilisi Jane Foster’a ilk filmdeki gibi Natalie Portman hayat veriyor. Karizmatik kötü karakter Loki rolünde başarılı aktör Tom Hiddleston’ı izlerken, Oscar’lı aktör Anthony Hopkins’i Thor’un babası Odin olarak bir kez daha görüyoruz. Yılların eskitemediği güzel aktris Rene Russo da ilk filmde hayat verdiği Thor’un annesi Frigga karakteri ile dönüyor. Kısacası ilk filmden aşina olduğumuz tüm karakterleri yine aynı isimlerle beyazperdede izliyoruz.
Filme dönecek olursak, The Avengers sonrası evine yani Asgard’a dönen Thor, büyük yıkımlara sebep olan kardeşi Loki’yi de hapsettirerek, 9 Diyarlar’da huzuru sağlamak adına bir savaştan ötekine koşmaktadır. Zaferler kazanılmakta kutlamalar yapılmakta zaferin tadı çıkarılmaktadır… Şimdilik…
Hiç bilmedikleri karanlık bir düşman uykusundan uyanacak ve Asgard’ı yerle bir etmek için harekete geçecektir. Bu uyuyan ve sinsice bekleyen düşmanı da yine Thor’un babası Odin’in sözlerinden öğreniyoruz. Kara Elfler olarak bilinen bu tür, ‘ışığın doğumundan önce karanlık vardı’ sözleriyle referans edilen bir zamanda Asgard’a büyük bir kuvvetle saldırmış, liderleri Malekith, Aether yani kötülüğün o amansız enerjisiyle bir olarak karanlığı Asgard’a getirmek istemiştir. Fakat oldukça kuvvetli bir ordusu olan Bor yani Odin’in babası, Kara Elflerin sonunu getirmiş Malekith ise kendi halkını feda ederek kaçmayı seçmiştir… Aether ise binlerce yıllık derin uykusuna gömülmüştür.
Thor’un 2 yıl boyunca aramadığı sevgilisi Jane Foster yine dur durak bilmeyen ‘meraklı’ tavırlarıyla bilimsel araştırmalar yaparken farkında olmadan bir nevi paralel evrenlere geçiş sağlar. Uyuyan kötülük Aether ise bu geçişlerin birinde Foster’ın içine nüfuz eder. Artık Foster yürüyen bir saatli bomba gibidir. Bu hareketliliği fark eden Malekith, Foster’ı daha doğrusu içindeki o özlem duyduğu güce kavuşmak için harekete geçer. Fakat Malekith’ın güçü öyle azımsanacak bir güç değildir. Önce Asgard’ı sonrasında Londra’yı yerle bir edecek bu güç karşısında Thor hapsettiği kardeşi Loki’den destek ister. Burada yine dramatik bir tablo bizi bekler ve Malekith içinde büyük bir gücü taşıyan Foster’ı ararken Thor’un annesi Frigga’yı da öldürür. Tabii bu duygusal yıkım yalnızca Thor’u ve Odin’i değil kalpsiz olarak bildiğimiz Loki’yi de derinden sarsar.
Yönetmen Taylor duygusal sahneleri (özellikle Loki, annesi ve kardeşi Thor arasındaki) oldukça başarılı bir şekilde kotarmış. Filmdeki onca efekt, savaş, entrika arasında duygusal dengeyi Loki üzerinden oldukça sağlam bir şekilde kurmuş. Başarılı aktör Hiddleston’ın (Loki) teatral sahneleri ve replikleri bizi kimi zaman fantastik bir filmde olduğumuzu unutturup dram yüklü Shakespeare vari bir oyundaymışız gibi hissettiriyor. Bu sahneler her ne kadar çok uzun olmasa da kesinlikle çok başarılı bir denge korunmuş. Yönetmen Taylor’un tarihi epik teatral düzlem hakimliği burada kendini göstermiş ve The Avengers’da olmayan o duyguyu aşılamayı başarmış. ‘Bir fantastik filmde duyguyu ne yapayım aksiyonun hakkını versin yeter’ diyebilirsiniz. Lakin unutulmamalıdır ki bu tip yönetmen hünerleri ve kendinden, tarzından kattıkları kesinlikle filmi bir iki adım daha öteye götürmektedir.
Yanına kardeşi Loki’yi de alan Thor, Malekith’in peşine düşer ve onunla yüzleşir. Tabi bu yüzleşme sırasında bir acı kayıp daha yaşar. Malekith Foster’ın içinden Aether’i alır ve Londra’yı yerle bir etmek için işe koyulur. Malekith’i takip eden Thor Londra’da amansız bir mücadeleye girişir. Özellikle Londra saldırısındaki görsel efektler ve kurgu muazzam bir yapıda. Kamera açıları The Avengers’a göre çok daha başarılı ve onca boyutlar arası geçiş sahnesine rağmen aklımız karışmıyor veya bir karmaşa yaratmıyor. Burada Taylor’ın kesinlikle hakkı verilmeli. Yukarıda da bahsettiğim gibi aksiyon ve dram sahneleri arasındaki dengeyi çok iyi kuran ve bizi etkilemeyi başaran Taylor efekt ve kamera açılarında da çok temkinli ve isabetli davranmış.
Filmde Captain America’nın cameosu, Thor’un çekicini askılığa asması veya metroya binmesi gibi bizi güldüren sahneler de mevcut. Bu sahneler resmen işin sosu olmuş ve noktayı koymuş. Öldü sandığımız vefakar Loki’nin ise son sahnede ortaya çıkması herhalde kimse için sürpriz olmamıştır.
Son yıllarda süper kahraman filmlerinde yükselen çıtanın son halkası Thor : The Dark World dersek sanırım abartmış olmayız. Keza senaryo olsun, oyunculuk veya yönetmenlik olsun bir fantastik filmden ne bekliyorsak bize sunuluyor. Yönetmen koltuğuna Whedon yerine Taylor’ın geçmesi ne kadar isabetli bir karar olmuşsa üçüncü filmin de Taylor’ın elinden geçmesi o kadar isabetli bir karar olacaktır. Keza akan jenerikten sonra bizi bekleyen sürprizden de anladığımız gibi daha yolumuz oldukça uzuna benziyor…