Şebnem Sönmez Türk sinemasının yetenekli özel oyuncularından. Yeni filmi Sürgün İnek ve sinemada kadına dair konuştuk. Buyrun okumaya…
Oyuncu, yönetmen, senarist eğer hayatla ilgili bir derdi yoksa ve bu derdin üzerine gitmiyorsa sadece kabuktan ibarettir. Türk sineması ne yazık ki bu tür kabuklarla sarmalanmış durumda. Önemli oyuncularımız yok mu? Tabii ki var, işte bunlardan birtanesi de Şebnem Sönmez. 27 Şubat’ı odağına alan komedi filmi Sürgün İnek’in başrol oyuncusu olan Sönmez ile hem filmi hem de sinemadaki kadın sorunsalını konuştuk. İşte size deryadan birkaç damla…
Senaryoyu aldığınızda sizi bu projenin içine katan şey ne oldu?
Gerçek bir hikaye oluşu öncelikle. Gerçek hikayenin son derece sade işlenmiş olması, çok fazla süslenmemiş olması, tarz olarak seçilen sentimental komedi üslubunu da çok sevmiş olmam. Çok yalın, çok sade bunlar aslında. O sadelik bir şeyler yaratabilme ihtimalini yüksek tutuyor, orası da heyecan verici oluyor açıkçası. Sinemada hiç sevmiyorum çok konuşmayı, konuşturmayı da; sinema kendi dilini konuşur bence. Minik minik anlarla, küçücük cümleler, sadece gerektiği kadar konuşmaktan oyuncu büyük heyecan duyuyor, çünkü boşluklar da yaratabiliyoruz. Yazı kendini yaratmıştır zaten ama iki kelime iki noktalama işareti arasında ben varım.
Hasan Kaçan’la karşılıklı oynuyorsunuz, çok ilginç ve komik bir adam. Onunla da röportaj yaptım. Rollerinize ikinizin de katkısı oldu mu, oynarken doğaçlama yaptınız mı?
Mutlaka. Demin söylediğim zaten öyle bir şey hakikaten oyuncu kendi boşluğunu ya yaratır ya da varolan boşluğu, yaratı alanını görür ve orada kendine ait olanı, varsa ortaya koyar. Hasan da bunu yaptı ama çokça yapmadı, çok efendiydi, çok dengeliydi, çok ölçülüydü ve son derece kendi rolünün sınırları içerisinde yaratabildiğini gördüm çok da hoşuma gitti bu.
Yönetmenin ilk uzun metraj filmi fakat inanılmaz bir kadro var. Aslında bu gerçekten tecrübe gerektiren bir iş yani oyuncuların altında ezilmemek, o filmi bir yere kadar yönetmen filmi haline getirmek. Bu bir risk değil mi? Hem yönetmen açısından hem oyuncu açısından. Çünkü oyuncu da yönetmen tarafından iyi yönlendirildiğinde performansını artırıyor.
Kişisel olarak bir cevap vereyim önce, ben ilk filmini çeken yönetmenlerin oyuncusu olmayı çok severim. Çünkü ben de oynayacağım karakterin daha önce oynadığım hiçbir şeye benzememesini çok arzu ederim bütün oyuncular gibi. Benim için hep bir ilk olsun o, karşımdaki de ilk defa tanıştığım biri olsun. Aşktır o aslında, flört etmektir biraz, kırıştırmaktır aslında. Ve sevişebilirsek burada çok güzel bir şey çıkar. Ayhan’la, yönetmenimle senaryoyu okumadan önce tanıştık. Çok da güzel bir tanışmaydı hiç unutmuyorum. Ben hayatımda bu kadar sade bu kadar derinden, incecik, kendini hiç ortaya koymadan gülümseyen birini görmedim. “Merhaba” derken oldu bu. Ben bir anda sevdim Ayhan’ı. Çok subjektif bir şey söylüyorum. Yönetmenliğiyle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Ama böyle bir senaryoyu eğer ben yönetebilirim dediyse, öyle güzel, derin, incecik, sızıları olduğu belli olan bir adam, güvenmek lazım. Ben de o sızılara çok kıymet veriyorum. Ayhan, benim düşündüğümden çok daha ilerilere gitti filmi çekerken. Birine güven duyuyorsanız bence korkmayın. Oyuncu kendini teslim edebiliyorsa, teslim ettiği adres önemlidir. O yüzden çok kıymetli bir evreydi.
Aslında komedi çok siyasi bir tür Büyük Diktatör’den Yeşilçam’ın aile komedilerine kadar hepsi sonuna kadar da siyasidir aslında. Ama son dönemde Türk sinemasında üretilen komedi filmleri tamamıyla arındırılmış komediler. Ne kadar arındırırsanız arındırın Recep İvedik karakteri de aslında siyasidir ama arındırmaya özellikle dikkat edildiğini görüyoruz. Bu filmse tam tersi, olabildiği kadar siyasi. Bu noktada nasıl değerlendirdiniz projeyi?
Babamın bana gösterdiği bir haberdi, Malatya’da bir köylü çiftin başından geçen gerçek bir hikaye. Babam çok sever böyle hikayeleri okumayı, gazetenin her yerini okuyanlardandır. “Bak böyle bir şey gelmiş birilerinin başına” demişti. Önceden biliyordum gerçek öyküyü. İneğin adı da Gülsüm’dü, çok sevdiğim Kardeş Türküler grubunun Gülsüm diye bir şarkısı vardır. Bana hemen onu hatırlatmıştı ve oradan da buraya kadar geldi. Mutlaka bir zincirlemesi var hayatın. Ben çifti çok düşünmüştüm. Gerçek hal bir gerçekliğe dönüştürülünce, sinema biraz öyle, sanat biraz öyle, bir gerçeği gerçeklik haline getirirsiniz arındırmadan da kastımız o. Komedi son derece keskin bir dili olan çok büyük bir bayrak açar her zaman ve gerçekten korkunun olmadığı yerde varolabilen bir üstün bir durumdur. Hükümler yaratabilir. “Büyük Diktatör” nasıl bir filmdir? Ertem Eğilmez filmleri çok siyasidir, Yılmaz Güney filmleri kadar siyasidir. Ama Yılmaz Güney filmleri politik olarak görülür fakat Ertem Eğilmez filmleri o buğulu gözleriyle bakan Münir Özkul ve o bütün dünyaya neşesini katan Adile Naşit’in gülümseyişiyle hafife aldığını hissettirir. Hayır öyle bir şey yok, insanlar acılarını hafife aldıkları zaman acıyı hafife almazlar, hayatın anlamsızlığını anlarlar. O yüzden dipten bir politikası vardır. Bu film de öyle. Bu bir gerçek. Bu gerçeğin içerisinde iki tane zavallı insancık başlarına ne geldiğini anlamaya çalışıyorlar sadece anlamaya çalışmak bile politik bir durum. “Bana ne oldu? Ben ne yaptım? Bana neden bunlar yapılıyor?” sorularının hepsi politiktir, nereden bakarsanız bakın. Çünkü sonucu politik, bir inek kıçıyla bir heykeli deviriyor. Buyrun bakalım. Buradan bir siyaset çıkıyor. Ama o inek. Ama sahibi var, sahibi her şeyden sorumlu. Bu cümle bile politik gördüğünüz gibi, ben bir şeye sahipsem onun sorumluluğu da bana aittir. Ama bu bir ineğin kıçıysa… Olsun, o da sizindir, yapacak bir şey yok. O yüzden “arındırılmış” sözcüğünüzü çok sevdim. Çok doğru, ama o kadar arıtamayız kendimizi politikadan yaşıyoruz çünkü.
Peki biraz da oraya dönmek gerekiyor. Çok politik günler yaşıyoruz. Sinemanın her zamanki gibi tepkisini çok yetersiz buluyorum. Şimdi mesela sürgün edilen inekten politik olarak bahsediyoruz çok politik bir şey ama söylediği sözler biraz geç kalmış değil mi?
Güzel bir soru. Bence kazançtır, zamanı bilemem. Çünkü zamanın kendi küresi var, biz bir küreye bakıp da Nostradamus gibi ileride neler olabileceğini göremiyoruz, ben göremiyorum en azından. Ben bu günden çok sorumlu olduğumu düşünen bir insanım sadece. Ama ben ne yaparsam yapayım bu dünyaya yaptığım bir şey bir şekilde etki edecektir. Birini seviyor olmamla sevmiyor olduğum bir şey
arasındaki denge benimle alakalı sizinle alakalı bir şeydir. Bir ağacın kesilmemesi için uğraşıyorsam mutlaka bir ağaç yetiştirmem lazım ama bu da bir denge. O yüzden bu zamanın aynasını gösteriyor bize. Hangi zamanın doğru olup olmadığını bilemem ki. Çünkü ben burada zavallı bir kum tanesiyim başka bir şey değilim. Bir de ben oyuncuyum. Ben neden bu kadar aşığım bu işe, bayağı aşığım bu işe. Tek bir sorumluluğum var, ben kendi ruhumda başka ruhların gezinmesini seçmişim, benim işim bu. Başkalarının ruhları benim ruhumda gezinecek. Ben bunu çok temiz tutmalıyım, çok sarih tutmalıyım. Bu ne demek, bu “Ben önemli değilim sen önemlisin” demek. Bugün onun adı “Cemile”, dün “Fatma”ydı, daha önce adı “Lady Macbeth”di, “Antigone” oldu, yarın kim bilir ne olacak. Sonuçta bir insanı anlamak zorunda olduğum bir mesleğin işçisiyim. Anlamak mecburiyetim varsa, o anladığım şeyi haklı çıkarma mecburiyetim var. Bugünlerde bu sorunun cevaplarından biri hala insanların sanatını yapıyor olması alkışlanıyor. Bu alkışlanmaz ki, ben sahneye çıkıyorum diye niye alkış alıyorum? Oyuncu sahneye çıktığı için alkışlanmaz sahnede yaptığı üstün şey için alkışlanır alkışlanıyorsa eğer. Ben üstün bir şey yapabiliyorsam yani o ruhu kendi ruhumda gerçekten gezdirirken sizde de o ruhu çağrıştıracak kendi ruhunuzdaki tanışıklıkları sağlayabiliyorsam, evet üstün bir şey yapmışımdır. Ben işimi her zaman yapacağım yoksa, dolayısıyla zaman değil bunun cevabı takvimler vermeyecek bence. Bence insanlar verecek, sadece insanlar. Şu andan başka bir zamana inanmıyorum, hiç inanmıyorum çünkü yok öyle bir şey.
Politikadan girdikten sonra bence sinemada kadını da konuşmak gerekir. Şimdi sinemada kadını anlatmak çok politik bir şey, çünkü o bitmeyen bir savaş. Özellikle Türkiye’nin özelinde daha da önemli bir savaş. Şu anda 80’lerden bugüne geri adım atıldığını düşünmüyor musunuz? Çünkü 80’ler feminizmin sinemada ayak seslerinin duyulduğu dönemlerdir. Yıl 2013 şu an geldiğimiz noktayı nasıl görüyorsunuz?
Üç-dört yıl önce yaptığımız röportajda da sanıyorum buna benzer bir şeyler söylemiştim. Ama bir minik şey değişmiş, olumlu anlamda, kıl kadar bir şey değişmiş o da şu. Benim restim aynen söylediğiniz yerdendi. Kadın lazım olduğu için var bizim ülkemizde yani evde anne lazım. Erkek çocuk varsa, e kız çocuk da lazım çünkü o abiye ya da erkek kardeşe bakacak biri lazım. Temizlikçi kadın olması lazım çünkü kadın temizliği daha iyi bilir. Kadın lüzumlu bir şey bir “şey” kadın. Sinemada da kadın lazım çünkü hep “Spartaküs” olmayacak ki o zaman bile bir kraliçe ya da hani bir kentsoylunun eşi lazım, köle lazım. Yani kadın “lazım”. Ama kadının lüzümlu olduğu yerde taçlandırılması çok korkutucu geliyor herhalde. Çünkü kadın bu teçhizattan kendini sıyırdığı zaman, özne olduğunda erkeğe, erkek dünyasına dair bütün silahlara, bütün söylemlere, bütün argümanlara zaten kendi kendine sahip. Dolayısıyla ezici bir üstünlüğü var kadının doğası gereği. Sinemada benim sinirlendiğim soru şu, kadın filmlerini neden erkekler yazıyor ya da erkekler çekiyor? Buradaki kadınlar hiçbir şekilde kadınların dilinden konuşmuyor ki erkeklerin kadınları gördüğü gibi konuşuyor, konuşturuluyor ve erkeklerin bizleri arzuladığı ya da ötelediği bir alan yaratılarak senaryolarda ya da sonuç olarak filmin eserin bütünündeki etki olarak bunlar yaratılıyor. Ben bunu hiçbir şekilde içime sindiremedim uzun zaman. Şimdi feminist filmleri de erkekler yazdı ve çekti, kadınlar alkışladılar tabii biz de o erkekleri alkışlayabiliriz, ama yine de kadın-erkek olarak böyle bir set çiziyor oluyoruz. Buna da güceniyorum açıkçası, neden çiziyoruz acaba? Yani mememiz var kıçımız var. Ne oldu şimdi herkesin var, burada farklılık şu belki. Şimdi 80’ler öncesi siyasi ve çok ağır geçirdiğimiz dönemler. Ben çocuktum ama çocuk olmam daha ağır geçirmeme sebep oldu. Çünkü Uğur Mumcu’nun şu yazısının başlığını çok iyi hatırlarım. Paramparça ettim her cüzdanıma tıktığım için onu, “Susturulmuş bir gençliğin ardından suskun bir gençliği yaşıyoruz” demiştir, çok güzel bir yazıydı o. Biz susturulmuşlardan sonra yaşayanlardanız. Benim bütün kalbim şu anda burnum bile sızlıyor şu cümleyi söyleyemiyorum “O güzel ablalar, abiler nerede?” diye geçen bir gençliğim var. Nerede? Bu soru çok ağır, cevabı yok ki. Sadece bir soru olarak asılı benim dünyamda, benim jenerasyonumda. Neden bana böyle bir acı astınız? Peki ben bu acıyı ağlayarak mı geçireceğim bütün ömrümce? Tabii ki hayır. Çünkü inat umuttan üstün malesef. Umut acayip bir uyuşturucu, evet umut ediyoruz ama benim ve jenerasyonumun belki de sanatlarla uğraşan insanların özellikle kendine çektiği kuvvet bu, inat etmek. Umuttan daha da fazla tutunmak yani. İnat edeceğiz. Ben kadınım, sonuna kadar kadın olmayı, kadın olarak kalmayı başarmak istiyorum. Çünkü ben de erkekleşiyorum, ben de sertleşiyorum, amazonlaşıyorum ben de hiç istemediğim kaba cümleler kuruyorum, yakışmıyor beğenmiyorum kendimi, ama öyle bir sistemin içerisinde yaşıyorum ki oyunculuğa kadar evimde uyuyorum, uyanıyorum sokağa çıkıyorum oraya gidene kadar bana küfrediyor bana kötü bakıyor. Bana illa o müziği dinlemem için baskıda bulunuyor dolmuş şöförü, oradan laf atıyor. Ben dolmuşa binmeyeyim mi? Ya da yokmuş gibi mi davranayım? Kadınların kadın filmlerini artık iyice ele alması lazım, kadınların yazmasını çok istiyorum. Lüzumluca yerleştirilen kadın kendi gereğini, kendi hayatının gereğini, kendi ifadesinin mecburi istikametini oluşturmak zorunda. Benim de görevim var. Onun için sokaktayım ben, onun için çok seçerek ya da çok seçtiğimi zannederek davranıyorum. Bu kadar dikkat de iyi değil onu da biliyorum, bu kadar dikkat etmemeliyim. Ben de kendimi baskılıyorum elbette.
Bu yaşadığımız günler, bu yapıyı değiştirebilir mi sizce?
Çok istediğim bir şey bu. Gezi Parkı’nda olan en kıymetli şeylerden biri benim için kimliksizliğimiz. Çünkü canımıza kastedildi bizim, çünkü hücreler olarak yaşamaya karar verdi bedenimiz ve id’imiz ne istiyorsa onu yaptık, yaşamaya davrandık. Ve orada Şebnem, Serdar, o, bu oyuncu kimliği, gazeteci kimliği, gömlekler yoktu, kisveler yoktu. Kastedildi işte canımıza. Oradaki köpek ya da kuş ne yaptıysa nasıl çırpındıysa bunu yaptık. Ama inat etmek, direnmek, davranmak kararlı bir tutumdur, seçilmiş bir yoldur. Bunu seçen insanların kendini kategorize edilmeyecek alanlara doğru çekmesi, demek ki zannettiğim gibi ya da hep öyle düşündüğüm gibi o korku duvarının kesinlikle yıkılmış olduğunu göstermiyor. Demek ki bir korku var hala. Ama bu çok kıymetli bir duygu. Ben hiçbir korkana “Korkaksın” diyemem çünkü korkan insan acı veriyor bana. Çok önemli, kıymetli bir duygudur. Korkan insan sizi öldürebilir de, korkan insan kendini öldürebilir de… Zarar verir, korku zarar verir. Korku bir esarettir ama her esaret cesarete dönüşebilir. Beklemek gerekir korkan insanı. Belki bir korku hissi böyle bir alana güvenlilik duyacağını hissettiği alana doğru çekebilir insanları. İyiyi sezmek lazım bence çok büyük saygı duyarak bakabilirim ancak böyle seçimde bulunana ama ben öyle bir şey yapamam korkmuyor muyum korkuyorum bayağı korktum. O gazı yiyince ne olduğunu gördüm. Bir daha gittik meydana aynısından bir daha astım başlangıcına yakalanmış oldum, olsun. Ama bununla yaşayamazdık ki, yani seçilen yol buydu. Ben duramam, korkarak duramayacağım için davranmayı tercih ettim, davranıyorum.
Bazen korkmaktan da korkmak gerekiyor.
En büyük korku. Bu cümle benim konservatuarda verdiğim bir ödevde yazdığım bir cümledir. Bir cümle yazın onu oynayın “Korkmaktan korkmak en büyük korku” yazmıştım. O duvarda epey bir durmuştu, tuhaf oldu.
Biliyorsunuz 2014 Türk sinemasının 100’üncü yılı. Şehir Tiyatroları’nın da. Ben bir dosya hazırladım. 100’üncü yılda çekilen filmler için; hiçbirinin ilgisi yok. Neredeyse bütün yönetmenlerin filmi var, hiç kimsenin hiçbir şeyden haberi yok. Türk sineması için ne düşünüyorsunuz, endüstri olmadığımız zaten bir gerçek de, bu kadar da kendimizi unutmamız neyi ifade ediyor?
Çok tehlikeli bir cevap vereyim. Türk değiliz ki Türk filmimiz olsun? Biz neyiz bilmiyorum ki. Dokumuz bir değil ki, birlik sadece. Biz neden bu kadar seviyoruz, ben çok seviyorum bu ülkeyi. Vallahi çok seviyorum çünkü bir tek renk yok herkes birbirinden beter güzel, herkes birbirinden fena yakışıklı. Bu kadar rengarenk bir şey varsa yönetmenlere de yazık kim neyi nasıl yazsın aslında. Ama söylemek
istediğimiz bu kadar üst bir ya da panoramik bir bakışın içerisinden cevaplanmamalı. Bence spesifik olarak şöyle bir yanı var, sezdiğimiz, gördüğümüzle aynı şey değil maalesef. Ya da arzu ettiğimiz olanla
aynı şey değil. Benim arzu ettiğim, bizlerin arzu ettiği belki “barış” diyoruz adına. Belki ortak bir dil diyoruz adına, Esperanto peşinde miyiz bilmiyorum, bir şey diyoruz adına. Ama o şeye dair sadece bir
hayalimiz var. Arzu öyle bir şey. Ama hayalin gerçekleşmesi için bir misyon gerekir yani o vizyona yürüyecek yolu da belirlemek gerekir. İşte bizde bu yok, yol yok. Yol tasarımı, yol mimarisi yok. O yüzden de olamıyor hiçbir şey zaten. Biz masal seviyoruz bizim kültürümüz meseldir, anlatıdır, söylemden gelir aslında daha taklitten gelir, varolanı yansılamaktan gelir ki bu çok kadim kültürlerin ilk önce başlattığı yerdir. İlerletmemişizdir biz sözü inceltmeyi, sözden merdivenler inşa etmeyi biz becerememişiz. 100 yıl çok kısa bir süre bence bu yüzden. Sözünü ettiğim tarihler M.Ö. 5000’lerden başlıyor. O yüzden biraz da yazık etmemeli. Şunu görüyorum ama siz de görüyorsunuz herkes görüyor bunu, bugünün gerçek yarasına dokunmayı özellikle tercih eden yazarlar yazı sahipleri ve yönetmenler var. Ama mesela yarın işte gideceğim ve bir sürü film izledim Ankara Engelsiz Film Festivali’nde. Ortak gördüğüm şey hepsi kadın filmiydi. Bizim izlediklerimiz yani bizim değerlendirmemize sunulanlar hepsi kadının özellikle odakta olduğu, başrol demiyorum, odak sözcüğünü daha çok seviyorum, odakta olduğu filmlerdi. Ama erkek dünyasında yalnız kalmış kadınlardı. Deminki sorunun “minik bir fark etmiş” dediğim odur. Ne durumda bu kadın? Dağa çıkan, eşkiya ya da çocuğuna bakmak zorunda olan bir kadının kentteki mecburi hayatı ya da bir çocuk gelin hikayesi, hep bir kadın odağı vardı. Bunlar çok önemli bugünün sorunları. Bence erkeklerin ve savaş severlerin en büyük derdi gerçekten kadınların söz sahibi ya da öz sahibi olmasından ürkmeleri. Neden kapatmaya çalışıyorlar bizi? Açıktayız da o yüzden. Dünyanın en güzel kadınları yok sokakta, ben dünyanın en güzel kadını değilim çok farkındayım, herkes farkında ama herkes kendi güzelliğinin farkında ve güzellik başa bela bir şeydir. O yüzden de kapatmaya çalışıyorlar. İki metre daha kumaş kullanırsam sizin namusunuz koruyacağım. Ben nasıl giyiniyorsam öyle giyineceğim sen namus dediğin şeyle kendin cebelleş ama ben sana bunu daha fazla da açmayacağım elbette ben biliyorum nasıl davranırsam bana yakışır yakışmaz, yakışmayanla çıkar mı kadın sokağa. Ama yakışmayan erkek zihninin erkek demeyelim de çirkef zihninin, insanda olmaması gereken zihnin, kendini ayartıyor olduğu düşüncesiyle kadını önce zihninde öldürme çabasıdır. Ama her öldürme çabası kendine dönüktür aslında.
Peki şöyle bir şey hissetmiyor musunuz insanın en büyük zayıflığı aslında egosudur, insan her şeye sahip olmak isteyen ve onu sömüren bir yapıya sahiptir. Doğuştan itibaren erkek kaba gücü var ve o kaba güç tarafından oluşturulmuş yaşam var. Bu erkek değil de biraz insanlık problemi değil mi?
Tamamen öyle, her yerden bakalım. Ying yang diye bir dengeden bahsetmek lazım belki. Sperm ve yumurta kadar net bir durum bu. İki cinsin cinsel organı bile bunu açıklar düşündüğümüz zaman. Ama vajina demek yasak değil mi ama ayıp oluyor. Aynen böyle yazarsanız çok hoşuma gider. Penis yasak değil ama vajina yasak. O yüzden, bir kuyu çünkü orada kaybolunabilir o yüzden belki de hak vermek lazım, bilmiyorum. Önemli olan şey biraz şu, insan, kadın ya da erkek hiç farketmiyor. Bizim ilkel benliğimiz yaşama üzerine güdümlüdür her ne olursa olsun yaşamaya çalışır. Cinsel güdü de budur zaten. Dünyada ne zaman savaş varsa cinsel eğilim artar bu yüzden. Ölüm arttıkça yaşama güdüsü artar. Bu çok net bir gerçektir. Dolayısıyla kendilerinde savaş, öldürme, yoketme güdülerini fazlasıyla hissedenler cinsel eğilime en yatkın olanlardır ister istemez bu kadın ya da erkek farketmez insanidir, doğrudur. Ama yaşamak için öldürmek bir seçim, yaşamak için yaşatmak başka bir seçim. Dolayısıyla insanın neyi seçtiği salt güdüleriyle ölçülmemeli. Anlıyorum güdü ne demek ya da çok iyi anlıyoruz güdüler bizi nereye güdüler. Ama bir de seçtiklerimiz var o seçtiklerimiz de sorumluluğumuz, ben yaşamak için yaşatma değil yaşatmak için yaşamak istiyorum dolayısıyla benim yolum biraz ağır, zor, toparlayacağız edeceğiz ama ya bir yol bulacağız ya bir yol açacağız başka yolu yok, Hannibal’in sözüyle.