Gündemimiz Ortadoğu karışıklıklarının yanı sıra, futbol ve siyaset ilişkisiyle bu denli meşgul olunca aklımıza, Portekiz’in faşist diktatörü Oliviera Salazar gelmemesi neredeyse imkansız diyerek onun dönemini anlatan filmleri yazmaya karar verdim.
Türkiye’de Mayıs sonu ile Haziran ayında yaşanan olaylar, tarihimiz açısından çok önemli bir kavramı ortaya çıkardı: Gezi Ruhu. Kimi çevreler bunun dünyada bir ilk olduğunu, kimileri ise öyle bir ruhun olmadığını ve harekete gereğinden fazla anlam yüklendiğini söylediler. Fazla ütopik hayaller kuranlar da mevcut, işlerine gelmediği için yerden yere vuranlar; hatta ve hatta Ortadoğu’da yaşananlara bağlayanlar, Şubat’ta planlanmış olduğu iddiasında bulunanlar da…
Benim şahsi kanaatim, Gezi sürecinin Türkiye’de, baskıcı bir rejime doğru evirilen devlete ve iktidara yönelik bir reaksiyonun yanında ek olarak; bırakın halkı adına konuşmayı, kendileri adına bile söz söyleme yeteneğinden yoksun bir muhalefete tepkime niteliği taşıdığı yönünde. Gezi ile halk, -özellikle yaşam koşullarının değiştiği endişesi taşıyanlar- kendi düşüncelerini, kendilerinin söylemeleri gerektiğini öğrendiler. Yani, sıkça kullanılan ifadeyle direnmeleri gerektiğinin farkına vardılar. Gezi ruhu diye bahsedilen şey aslında sadece bundan ibaretti.
Gezi ile ilgili bir giriş yapmamın sebebi ise, hayatın her alanında hissetmeye başladığımız otoriter bir baskının, spora, dolayısıyla futbola da sirayet etmiş olması… AKP iktidarının başa gelmesinden sonra, spor kulüplerine yönelik sistemli olarak yürütülen kontrol altına alma çalışmaları, Gezi olayları sonrasında yeniden gündemimize girdi. Çünkü Gezi’de kazanılan direniş ruhu, spor kulüplerinin taraftarları, bilhassa Çarşı grubu ile stadyumlara girdi ve atılan sloganlar hükümet aleyhtarı söylemlere dönüşerek siyasi bir içerik kazandı. Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç da, spora siyaset karıştıranların hesabı sorulacak diyerek tehditvari söylemlerine, stadyum girişlerindeki kontrolleri arttırarak tuz biber ekti. Alkollü taraftarlar stada alınmadı, sloganlar esnasında yayın yapan kanallar seslerini kıstı, siyasi her türlü eylem engellenmeye çalışıldı, faillerinin peşine düşüldü. Bir de elektronik bilet uygulaması çıkarıldı ki (yakında uygulamaya konulacağı söyleniyor), kim nerede oturuyor bilinsin, Mobeselerle tespit ettikten sonra yakalayabilsinler… Sonra da biz hiçbir şeyi kontrol etmiyoruz mavraları…
Gündemimiz Ortadoğu karışıklıklarının yanı sıra, futbol ve siyaset ilişkisiyle bu denli meşgul olunca aklımıza, Portekiz’in faşist diktatörü Oliviera Salazar gelmemesi neredeyse imkansız diyerek onun dönemini anlatan filmleri yazmaya karar verdim. Ülkesini -bir kuram olarak ortaya koymasa da- 3F ile yöneten Salazar’ın, nefret ettiği komünistlerin babası Marx’ın, din kitlelerin afyonudur söylemine futbolu da ekleyip bu düsturla hareket etmesi, 36 yıl boyunca yönetimde kalmasını sağladı. Her ne kadar bu 3F, fado, fiesta, futbol olarak bilinse de ben doğrusunun fado, fatima, futbol olduğuna inananlardanım. Çünkü fiesta, daha çok İspanyollara özgü bir gelenek; Salazar ise rejimini daha muhafazakar bir tabana oturtma niyetinde. Bunun için de, dini değerleri temsil eden fatima daha yakın Portekizlilere. Fatima, Portekiz’de Katoliklerin hac yeri olarak kabul edilen bir kasaba. Kilise açısından da çok önemli çünkü burada Meryem Ana’yı gördüğünü iddia eden üç çocuktan birine, Meryem Ana’nın üç sır verdiğine inanılıyor. Hatta bu sırlardan birinin, M. Ali Ağca’nın, Papa’ya suikast düzenleyeceği yönünde olduğuna inanılması da oldukça ilginç bir ayrıntı… ne kadar doğru onu Vatikan bilir…
Fado ve futbola gelince… Fado malumunuz, Portekiz halk müziğini ifade eder. İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın, Fadolar isimli 2007 yapımı bir filmi dahi vardır. Futbol ise Salazar’ın faşist rejiminin en önemli ayağıdır ve kitleleri oyalama amacına hizmet eder. Hatta Salazar’ın “Bana on binleri uyutacak bir beşik yapın” dediği bile söylenir. “Futbol olmasaydı, bu ülkeyi 36 yıl yönetemezdim” dediği de… Arka planda ülkenin siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel hayatını kontrol altında tutan, her türlü muhalif girişimi şiddetle bastıran, orduyu bertaraf edip polisi güçlendirerek maşası haline getiren ve tüm bunları şiddet kullanarak yapan; ama madalyonun öteki yüzünde futbolla toplumu uyutmaya çalışan bir iktidar, totaliter bir rejim. İlginç olan ise böylesine önemli bir dönemin, sinemada fon olarak kullanılmak dışında yeterince deşilmemiş olması. Var olanların çoğunluğunun da, ülkemizde kendisine yer bulamaması ya da internet üzerinden izlenmek istediğinde altyazılarının hiç olmaması. Mesela döneme ilişkin Susana de Sousa Dias’ın 2010 yapımı, 1926-74 yılları arasında Portekiz’de hüküm süren diktatörlüğü, politik mahkumlarla yaptığı röportajlarla anlatmaya çalışan 48 isimli bir belgesel filmi var. Ülkemizde bir iki festivalde gösterilmiş ama onun dışında filmi bulup izlemek çok zor… Dediğim gibi, bulabildiklerimizin de altyazısı olmuyor zaten.
Bu sebeple, sizin de bulup izleme imkanı bulabileceğiniz üç film üzerinden dönemi açıklamaya çalışacağım. Keyifli okumalar…
Nisan Devrimi / Capitaes de Abril (1999)
Daha önce birçok sinema filminde rol alan Portekizli aktris Maria de Medeiros’un ikinci yönetmenlik denemesi olan Nisan Devrimi, Portekiz’de yaşanan Karanfil devrimini anlatıyor. Diktatör Salazar’ın devrildiği ve faşizme son verildiği askeri darbeyi merkezine alan film, baskıcı rejimlere ve sömürgelerde yaşanan katliamlara da değinmeyi ihmal etmiyor.
Portekiz’de monarşinin yerine kurulan cumhuriyeti, askeri darbeyle ele geçiren General Carmona, ülkenin ekonomik sorunların çözüm bulabilmek amacıyla iktisat profesörü Oliveira Salazar’ı maliye bakanlığına getirdi. Aldığı tedbirlerle ülkenin 1929 bunalımını daha az hasarla atlatmasını sağlayan Salazar, 1932’de başbakan olduktan bir yıl sonra kabul edilen anayasayla faşist rejimini kurdu. Mussolini hayranı olan ve Nazi yanlısı olan Salazar, İtalya’daki gibi bir Estada Novo yani Yeni Devlet’ini kurdu. Tanrı, Ülke, Aile, Çalışma, Otorite rejimin parolaları haline geldi ve toplumun her kesiminin faaliyetlerinin amacını dayanışmaya ve ortak çıkara indirgeyen bir ekonomi politikası -korporatizm- benimsedi. Ülkesini İkinci Dünya Savaşı’na sokmasa da, sömürgelerde yaşanan sorunlar Salazar’ın rejimini çıkmaza sokan unsurların en başında geliyordu çünkü savaşın getirdiği mali yük, zorunlu askerliğin dört yıla çıkarılması, ekonomik bunalımı da beraberinde getirmişti. Aynı zamanda rejimini, PIDE denilen gizli bir polis örgütüne dayandırarak halkını tam manasıyla baskı altına alan Salazar, 1968 yılında geçirdiği beyin kanaması yüzünden yönetimi devretti. Yerine Marcello Caetano geçmesine rağmen, iyileşmeyi başaran diktatörün sonunu getiren olay ise Karanfil Devrimi oldu. Nisan Devrimi, işte bahsettiğimiz bu sürecin devamında yaşanan olayları ve Marcello Caetano’nun yönetimde olduğu diktatörlüğün son iki gününü ekrana taşıyor. Film, sömürgelerde yaşanan katliamı gösterebilmek amacıyla siyah beyaz olarak insan ölüleriyle açılıyor ve ardından 24 Nisan gününe gidiyor. Yönetmen Medeiros, Antonia adında bir öğretmeni canlandırıyor. Antonia’nın eşi Manuel asker ve Afrika’daki katliamlara katıldığını düşündüğü için Antonia sürekli onu suçluyor. Çünkü Portekiz, katıldığı Sömürgeler Savaşı’nda Angola, Gine, Mozambik vb. ülkelerde çok ciddi katliamlar yapmış ve bu yüzden uluslararası arenada da yalnızlaşmaya başlamış. Ancak Manuel ve arkadaşı Maia’nın, orada yaşadıklarından ötürü artık insan öldürmeye tahammülleri kalmamış ve bu yüzden ordunun içinde örgütlediklerini darbe hareketinin kansız olmasını istiyorlar. Hatta darbe sonrasında askerler Lizbon çiçek pazarına girip orada silahlarının ve tanklarının namlularına karanfil takıyorlar. Devrimin adı da buradan geliyor.
Film, darbenin nasıl bir yol izlediğini anlatırken bir yandan da, Salazar rejiminin halka yaptığı baskıyı, sırf komünistlikle suçlandıkları için cezaevinde yatan insanları, şiddet görenleri, işkenceye maruz kalanları yüzeysel de olsa gösteriyor. Darbeyle beraber ilerleyen Antonia-Manuel ilişkisi ise bana göre biraz havada kalmış. Açılışı onların hayatıyla yapıyoruz ama film sonuna doğru yarım bırakılıyor hikaye. Filmin başkahramanı ise, ordudaki hareketi düzenleyen Maia. Bu karakteri Ferzan Özpetek’in Cahil Periler’inde de karşımıza çıkan Stefano Accorsi canlandırıyor fakat her ne kadar karakterin naif ruhuna uymuş olsa da, devrimin önderlerinden biri olarak daha farklı bir yüzü görmeyi isterdim…
Nisan Devrimi, 2001 yılında 3 dalda Golden Globe’a aday olmuş ve Yönetmen Medeiros En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Film ödüllerinin sahibi olmuş. Bana göre dört dörtlük olmasa da, dönemi öğrenmek açısından şans verilmesi gereken bir film…
Lizbon’a Gece Treni / Night Train To Lisbon (2013)
Felsefe profesörü Pascal Mercier’nin Lizbon’a Gece Treni adlı romanı yayımlandıktan sonra, bir anda dünya çapında ün kazandı ve on beşten fazla dile çevrildi. Tarihin tozlu sayfalarında gezinirken, aynı zamanda kendi iç dünyasına da yolculuk yapan bir adamın hikayesini anlatan roman, Bille August tarafından sinemaya uyarlandı. Her edebi eser uyarlamasında olduğu gibi film, romanın tutkunlarını tatmin etmese de Jeremy Irons ve Jack Huston ve Mélanie Laurent ile seyir zevkine fazlasıyla sahip bir film…
Lizbon’a Gece Treni’nde, İsviçre’nin Bern kentinde antik diller öğretmeni olan Raimund Gregorius’un (Jeremy Irons), tesadüf eseri hayatını, mesleğini geride bırakarak Lizbon’a gidişi ve orada, bir yazarın izini sürmesi anlatılıyor. Yaşadığı bir olaydan sonra eline geçen Portekizli yazar Amadeu Prado’nun kitabında okuduklarından çok etkileniyor ve kendisini Lizbon’da buluyor. Amadeu’yu tanıyan herkesle teker teker görüşerek onun yaşamını öğrenmeyi, o zamana dek kendisini üzen bütün şeyleri yazan bir adamın geçmişine yolculuk yapmayı umuyor. Ancak Amadeu’nun Salazar döneminde bir direnişçi olduğunu öğrenince olay bambaşka bir boyut kazanıyor ve Raimund, Amadeu’nun peşinde, Salazar dönemi Lizbon’una tarihsel bir yolculuk yapıyor. Raimund’un okuduğu cümleler sayesinde kendi iç dünyasında yaptığı yolculuk aynı zamanda bizi Amadeu’nun dünyasına götürüyor ve dönemin baskıcı rejimiyle, arka planda hazırlanan direniş hareketiyle tanışıyoruz. Amadeu’nun yaşadıkları, aşkı, direnişe olan katkısı, babasıyla yaşadığı fikir ayrılıkları bir yana, filmin ve aslında romanın en etkileyici yanı felsefi alt yapısı… Amadeu’nun cümleleriyle Raimund yaşamını, seçimlerini, düşüncelerini sorguladığı sekanslar sanırım filmin en sevdiğim kısımlarıydı. Film izlemek biz sinemaseverler için zaten başlı başına bir keyif aracı ancak bir de üzerine böyle farkındalık yaşatma becerisine sahip olduğunda tadından yenmiyor. Lizbon’a Gece Treni bu açıdan, roman kadar olmasa da, etkileyici bir film. Bir sekansta, polisler tarafından piyano çalması istenen John’un, Mozart’tan bir parçayı çalması ve başrolün isminin Amadeus olması da Mozart’a güzel bir saygı duruşuydu…
Amadeus’un, babasıyla yaşadığı fikir ayrılıkları ise aslında çok da uzak olmadığımız bir duruma akıllara getiriyor: Rejimin, düzene ayak uydurmuş önemli hakimlerinden biri olan babası ile direnişe katılan Amadeus arasındaki çatışma bizim son dönemlerde yaşadığımız ve ileride yaşayacağımız sorunlara benziyor. Darbelerden bezmiş ve bastırılmış bir kuşağın baskıcı rejime karşı suskunluğu ve onlara karşı çıkarak meydanlara dökülen, her şeyin farkında olan yeni nesil… Sanırım kuşaklar arası bu çatışma, baskıcı rejimlerin kaçınılmaz bir sonucu…
Filmde Jeremy Irons’ın performansından söz etmeye gerek var mı bilmiyorum ama Jack Huston, Amadeus rolü için çok doğru bir seçim olmuş. Keza Estafania’yı canlandıran Mélanie Laurent de öyle. Edebi eser uyarlamaları genelde, kitabın okuyucusunu pek tatmin etmez ama Bille August, doğru oyuncu seçimleriyle işe bir sıfır önde başlamayı bilmiş. Daha önce Les Miserables’ı (1998) da sinemaya uyarlayan Bill August’ün, o yapımda çok fazla eksiği vardı ama Lizbon’a Gece Treni’nde güzel bir iş çıkardığını söyleyebilirim.
Ülkemizde İstanbul Film Festivali kapsamında bu yıl gösterilen Lizbon’a Gece Treni bana göre senenin kesinlikle gözden kaçırılmaması gereken filmlerinden. Vizyon tarihi henüz belli değil ama bulabilirseniz mutlaka izleyin…
Sostiene Pereira / According To Pereira (1995)
Yeniden bir edebi eser uyarlaması, yine Salazar dönemi Lizbon’u ancak bu kez 1938 yılı… İtalyan yazar Antonia Tabucchi’nin aynı adlı kitabından sinemaya uyarlanan Sostiene Pereira, Federico Fellini filmlerinin unutulmaz oyuncusu Marcello Mastroianni’nin hayatını kaybetmeden kısa bir süre önce çektiği filmlerden biri. Salazar’ın diktatörlüğünü kurmasından kısa bir süre yaşananları anlatan film, aynı zamanda Avrupa’da yükselişe geçen totaliter rejimleri de ele alıyor.
Pereira, (Marcello Marstronianni) Lizbon gazetesinin ünlü edebiyatçılar üzerine yazılar yazmak konusunda takıntılı olan editörü. Eşini bir süre önce kaybetmiş ancak onunla yaşamaya ve hatta devamlı olarak fotoğrafıyla konuşmaya devam ediyor. Sağlığı pek yerinde olmadığı için de ölüm korkusuyla baş başa, bu sebeple de daha çok edebiyatçıların ölümlerinden sonra onların üzerine bir şeyler karalamaya gayret ediyor. Politikayla ilgilenmesine rağmen siyasi çizgiden uzak yazılar yazmayı tercih ediyor; yeni aldığı yazarın dahi politik metinler yazmasına izin vermiyor. Portekiz ise o dönemde Salazar’ın diktatörlüğü ile çoktan baskı altına girmiş ve polis müdahalesi her noktada gözle görülür hale gelmiş. Pereira tüm bunları görmesine rağmen inatla duyduğu haberleri ya da yaşananları yazmak yerine, sakin sularda yüzüyor. Ta ki sakin hayatına alt üst edecek olan İtalyan Monteiro Rossi’yi yazar olarak gazeteye alana kadar… Çocuğu olmadığı için Monteiro’yu oğlu yerine koyan Pereira, bu idealist gençte aynı zamanda yapmaya cesaret edemediği başkaldırı ruhunu da görüyor ve bu zamandan sonra kendisini ve seçimlerini sorgulamaya başlıyor.
Film, Salazar’ın diktatörlük yıllarında medya baskısı ve diğer faşist rejimlerde de kullanılan propaganda sinemasının örneklerini sunuyor. Daha önce hiç uyarı almamış olan Pereira’nın içine siyaset bulaşmış ilk yazıdan sonra ikaz edilmesi ve sinemalarda gösterilen rejim propagandaları bunun en bariz örneği. Propaganda sinemasını ve baskıyı eleştiren film, bir yandan da Vatikan’ın o dönemlerde Franco’yu desteklemesini de yermekten çekinmiyor. Ancak şöyle bir durum da var ki, Sömürge Savaşları’na kadar Vatikan, Portekiz’deki diktatörlüğü de destekledi. Ne zaman uluslararası alanda Portekiz yalnız kalmaya başladı o zaman elini eteğini çekti.
Sostiene Pereira ile ilgili ilginç detay ise, roman yayımlandıktan sonra Marcello Mastroianni’nin, Tabucchi’yi arayıp “Pereira benim” demesi. Aktör bu rolü öylesine istemiş ki, hatta etkisinden uzun süre kurtulamadığı bile söyleniyor. Mastroianni, başrolleri Joaquim de Almeida, Daniel Auteuil, Stefana Dianissi ve Nicoletta Braschi gibi isimlerle paylaşıyor ancak ne yazık ki benim için hiçbiri efsanevi aktörün yanında varlık gösteremediler. Yönetmenliğini Roberto Faenza’nın yaptığı Sostiene Pereira, sadece Mastroianni’nin yaşlanmış halini görmek için bile izlenmeli…
Özetle; Salazar rejiminde polis gücünün artması, medya baskısı, sivil toplum kuruluşlarının ve sendikaların kapatılmasıyla toplum her alanda kısıtlanırken, spor-eğlence-dini faaliyetlerle halkın gözlerinin boyanması, resme dikkatli baktığımızda bize çok fazla şey anlattığının kanıtı aslında. Hatta bayındırlık politikalarının gereğinden fazla önem taşıması ve halka bunun sürekli anlatılmasını bir yerlerden hatırladığınıza eminim. Eğlence konusunun ise medya aracılığıyla yürütülmesi bambaşka bir tartışma konusu… Bir tek spor konusunda farklı bir tutumla karşı karşıyayız ki o da bizim orijinalliğimizden kaynaklanıyor; ne de olsa büyük devletlerden biriyiz, bize özel baskı mekanizmaları geliştirebiliyoruz. Uzun lafın kısası, Salazar dönemini anlatan bunlardan başka filmler varsa araştırın, izleyin, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız…