1900’lerin başındaki kadın karakterlerle her zaman fazla özdeşlik kurarım, onların yaşamla kurdukları o dengesiz anları anladığımı düşünürüm. Mesela Virgiana Woolf’un yaşadığı tatminsizlik, bunalım, aynı zamanda o bunalım getirdiği üretim hem yakın bulduğum hem de takdir ettiğim şeyler. Anna Karenina ve Madam Bovary de aynı dönemin tutsak kahramanları… Taşradan şehre uzanan, mektuplarla yaşanan aşkın yüreklerde ağır deformasyonlar yarattığı, mantığın ön planda olup aşkın tamamen gömüldüğü yıllar… O yüzden Thérèse Desqueyroux / Bir Kadının Gözyaşı’ndaki Therese mantık, aşk ve tutku çatışmasında eriyip gidiyor.
Fransız edebiyatçı François Mauriac’ın en bilinen eserlerinden biri olan roman daha önce de beyazperdeye uyarlanöıştı 1962 yılında. Georges Franju’nun uyarlamasında Emmanuelle Riva ve Philippe Noiret başroldeydi. Şimdi ki uyarlama Claude Miller imzası taşıyor ve başrollerde Audrey Tautou ve Gilles Lellouche var.
Filmin fazlasıyla depresif ve ağır bir havası var. 1920’ler kırsalında çam ağacı sayısıyla ölçülen bir aşk anlayışı var ve çocukluklarına uzanıp aslında duygusal olacağını düşündüğümüz Therese’nin hayatı da bu ağaçların gölgesiyle çevriliyor. Çocukluk arkadaşı, aynı zamanda müstakbel kocasının kardeşi Anne’ın aşkı tutkulu bir şekilde keşfetmesi canını yakıyor ve içine düştüğü sıkıntılı hayattan kurtulmanın yolunu arıyor.
Audrey Tatou’yu filmin inişli çıkışlı duyguları arasında adeta sanrılar görerek izledim, şöyle ki bazı yerlerde iyi kotarılmış oyunculuklar, bazı yerlerde fazlaca dibe vuruyordu ama genel anlamıyla ortamın ruhunu iyi yansıttıklarını söyleyebilirim. Aslında filmin bunalım modu Bernard’ın bardağına her gün enjekte ettiği ilaç kıvamında ilerliyor, filmle birlikte biz de değişik bir dibe vurma haline çekiliyoruz. Sevginin, aşkın, tutkunun olmadığı, her şeyin ailelerin bakış açısı ve maddiyatla ölçüldüğü ortamda biz de sevgisizlikten ölüyoruz adeta!
Erkek açısından işler bir şekilde iyi giderken kadın açısından özgürlük tamamen kapılar ardında kalıyor, hikayenin seyirciye geçirdiği gücü kuvvetli ama yine de bir eksiklik yaşadım filmde. Kahramanın kapana kısılmış duygularının, kocasına karşı duyduğu sevgisizliğin abartısını filmde fazlaca yakalayamadım açıkçası. Anna Karenina gibi karşısına çıkan bir aşk da yok, olsa onun peşinden gitmeye gücü de yok gibi. O yüzden kıstırılmışlık her şekilde onun kaderi gibi duruyor. Yani özgürlük isteği, yalnızlaştırılmayla durduruluyor, kocasının onu her şeye rağmen sahiplenen tavrı sevgi gibi dursa da aslında altında yoğun bir acıma hissi barındırıyor. Olsun gerçi o da bir şeydir!
Sonuçta film bugüne de gönderme yapıyor, 1920’lerde başlayan bir özgürlük hikayesi günümüzde sonlanabilir aslında. Sevmediği erkekle evlendirilen, çocuk yapması, yuva kurması ve mutlu olması istenen kadınların yıllar önceki karşılığı adeta Therese. Önce kocasına, sonra kendisine verdiği zarar ise yeni bir başlangıç ama o da bedeller içeriyor. Sonuçta filmin Türkçe adı filmi ve orijinal ismi ne derece karşılıyor emin değiliz ama filmin sonlarının umut dolu olmasından memnunuz!