Yazar da roman da yönetmen de gerçeküstücü olunca izlediğiniz filmin etkisi iki hatta üç kat daha tesirli oluyor. Boris Vian’ın Günlerin Köpüğü romanından bahsediyorum elbette.
Çağdaş aşk romanlarının en güçlüsü olarak lanse edilen kitabın dünyasına girmeden önce yazarı hakkında iki kelam etmek de fayda var. Bir kere düzen karşıtı, dik başlı bir adam Vian. O yüzden çok genç yaşta ölmesine rağmen cenazesine bile çok az insanın katıldığı söylenir. Küçükken evde bulup okuduğum ama bugünlere pek az detayını taşıyabildiğim kitap oldu Günlerin Köpüğü. İsim olarak Günlerin Köpüğü ne kadar hafif bir çağrışım yapsa da bünyemde çocukken ‘Mezarlarınıza Tüküreceğim’ isminden belli belirsiz ürktüğümü hatırlıyorum.
Aslında filmden yılmış gibi görünsem de sevdiğimi itiraf etmeliyim bir yandan da. Çünkü yönetmenin anafikriyle bütünleşmiş bir anlatım karşımızdaki. Agresif tavırlarından biraz uzak durmuş gibi görünsede aslinda Jean-Paul Sartre ismini Jean -sol Partre olarak filmde bir kez daha duymamız, Simone de Beauvoir’u ‘bovouard düşesi’ olarak takdim etmesi onların görüşlerini benimsememekten çok popüler olmalarıyla bir kafa bulma aslında. Kitap aslında Duke Ellington’a adanmış gibi adeta, film de bu müzik yönünü takip etmeye çalışıyor kitabın.
Gondry Sil Baştan, Rüya Bilmecesi gibi sıradışı bir aşkın izini sürüyor yine. Ama filmin olmamışlık hissi yaratan en aktif yanı belki de burası. Bir aşkın derinliğini hissedemek, bir adamın sevdiği kadın varını yoğunu harcadınğı hissine kani olamamak. Belki bütün amaç budur, zaten. Günler köpük kıvamında geçip gitmelidir, o yüzden romanda sürrealdir, aşkta. Filmdeki her olay da!
Colin ve Chloe arasına giren nilüfer çiçeği hastalığı fiin mizahi boyutunu hızlıca drama çekiyor, sanırım seyircinin duygusal ve mekan basması yaşayacağı yerde buralarda başlıyor. Ama orada bile sürreal anlatı elden bırakılmıyor hatta artarak devam ediyor. Müziğin odayı yuvarlaklaştırması, duyguların sınırlarını kaldiran bir argüman adeta. Aslında müzik değil belki de Duke Ellington’dur sadece. Roman müzik ve Ellington’un peşine daha fazla düşse de film de bu konuda hiç fena değil aslında. Filmin ruh halinin yine de daha çok mekan tasarımıyla geçtiğini söylemk mümkün. Nilüfer çiçeği aklımda zambak olarak kalmış, onu biraz araştırdım ama evet nilüfer çiçeğiymiş.
Sonuçta kendisini güzel yemekler yapmaya adayan Nicolas,evin her şeyi kendisine dert edinen faresi ve yakın dostların yardımıyla da Vian’ın sözcüklerle karşı çıktığını görüyoruz düzene. Bence iyi de yapıyor. Roman filme iyi yansıyor ama mekansal kurgu seyirciye tatmin edici gelmiyor ne yazık ki. Bu da filmi sürreal çizgiyle sıkıcı çizgi arasında bir yere sıkıştırıyor. Audrey Tatou olmasa daha iyi olurdu sanki, aşkın derinliğinin ortaya çıkmamasında kendisinin de payı var gibi. Amelie karakterini alıp oraya oturtturmuş gibi sanki yönetmen bu da karakteri zedelemiş. Romain Duras ise nispeten daha oturmuş role.