Tıpkı Anna Karenina’da olduğu gibi Charles Dickens’ın ölümsüz eseri Büyük Umutlar’ın gösterime girmesini fırsat bilerek, sinema için eşi bulunmaz bir kaynak olan yazarın beyazperde yolcuğuna biraz değinmek istiyorum…

Edebiyat eserleri, sinema için uçsuz bucaksız bir deniz gibidir. Bitmek tükenmek bilmeyen zenginliklerle dolu, her daim verimlidir. Sinemacıların uğrak alanıdır edebiyat, kimi zaman uyarlamalarla, kimi zaman da sadece alınan bir fikirle yola çıkılır. Bu noktada ise hep şöyle bir sorun çıkar karşımıza: Filmler, edebiyat eserine sadık kalmalı mıdır? Uyarlama adı altında yola çıkılıyorsa evet, küçük değişiklikler yapılabilir, yorum eklenebilir ama kesinlikle yapıtın özünden uzaklaşılmamalıdır. Eğer serbest uyarlama adı altında yapılıyorsa ve iyi bir iş çıkmışsa ortaya, eserde oynama yapılması kabul edilebilir-ki bu durumda da ana fikirden çok uzaklaşılması taraftarı değilim- fakat aksi takdirde benim kanaatim, yapılan işin eser uyarlamaktan öteye geçtiği üzerine oluyor.

Açıkçası böyle düşünmemin sebebi de şundan ileri geliyor: Film izlemeyi seven insan çoktur; ama kitap okumayı seven insan, hatta okuyan insan çok azdır. Aslına bakarsanız, %90’lık gibi bir oranın ülkemizde hiç kitap okumadığını göz önünde bulundurduğumuzda, edebiyat uyarlamalarının ne kadar değerli olduğunu anlamak mümkün oluyor. Elbette çekilen filmler sadece bizim ülkemizde izlenmiyor ki zaten dünya klasiklerinin tamamı diğer ülke sinemalarının ürünleri. Ancak yine de kitabını okumamış olanlar için uyarlama filmlerin, eserin ana fikrini verebilmesi ve onunla paralel gidebilmesi çok önemli. Çünkü çoğu insan kitabını okumak yerine filmini izlemeyi tercih ediyor. Hatırlayın, siz de mutlaka şu cümleyi birilerinde duymuşsunuzdur: “Kitabını okumadım ama filmini izledim.” Bu cümle uyarlamaların neden romana sadık kalmadı gerektiğinin en açık kanıtıdır bana göre…

Peki, başkaları okumuyor diye kitabı okuyanlar da aynı eserin defalarca farklı farklı uyarlamaların izlemek zorunda mı? Elbette hayır. Ama şöyle de bir gerek var ki, bir kitap her uyarlanışında aynı olmuyor. Her okuyanın zihninde canlandırdığı şey farklı olduğu gibi, yönetmenlerin de yorumları ve kurguları farklı olabiliyor; senaristlerin elinde bambaşka bir şeye dönüşebiliyor eserler. Zaten öncelikle oyuncular ve mekânlar farklı oluyor. Yine de çoğu zaman bu filmler, birçok insan için sıkıcı edebiyat eseri uyarlaması haline dönüşebiliyor, farklılık görmek isteyenler de oluyor. Fakat nasıl tarihi konularda farklı anlatım, olayları değiştirme yanlışsa; bir edebiyat eserini de olduğundan farklı anlatmak yanlıştır. Tarihi bir süreci farklı anlattığınız zaman nasıl tarihi anlatmaktan uzaklaşıyorsanız, kitaptan apayrı bir şey ortaya koyduğunuzda da o eserden uzaklaşmış oluyorsunuz…

Geçtiğimiz sene gösterime giren Joe Wright imzalı Anna Karenina için de benzer şeyler söylendi. Eseri tekrarladığı için sıkıcı hale dönüştüğü yazıldı, çizildi. Eseri anlatmazsa Anna Karenina olmaz ki zaten? Bilakis ben, Anna Karenina’nın tiyatral haliyle yenilikçi davranıp ama eser açısından da romana sadık kalarak çok doğru, çok güzel bir iş yaptığı kanısındayım. Böyle uyarlamalarında sıkıcı olduğunu düşünmüyorum. Sadece çok sevdiğimiz bir klasiği sinemada yeniden izleme fırsatı buluyoruz, o kadar. Konusunu artık özümsediğimiz için heyecan vermiyor olabilir ama eseri doğru bir şekilde yansıtmanın başka çaresi de yok…

Bu bağlamda, tıpkı Anna Karenina’da olduğu gibi Charles Dickens’ın ölümsüz eseri Büyük Umutlar’ın gösterime girmesini fırsat bilerek, sinema için eşi bulunmaz bir kaynak olan yazarın beyazperde yolcuğuna biraz değinmek istiyorum…

Büyük Umutlar (2012)

Charles Dickens, 19. yüzyıl İngiliz edebiyatının şüphesiz en önemli temsilcilerinden biridir ve realizm akımının da öncülerindendir. Eserlerinde toplumsal olayları gerçekçi bir dille ele alan yazar, aynı zamanda gezilerinde tanıma fırsatı bulduğu İngiliz toplum yapısını da derinlemesine inceler. Dickens eserlerinde romantik yaklaşımlardan uzak durarak, dönemi öylesine gerçekçi tasvir eder ki; Fransız İhtilali’nden Sanayi dönemi İngiltere’sine, işçilerin içinde bulundukları durumdan aristokrasinin şatafatlı yaşantısına kadar her şeyi çarpıcı bir şekilde anlatır. Hal böyle olunca da yazarın zengin betimlemeleri ile adeta resmettiği romanları bu açıdan sinema için de eşi bulunmaz bir kaynak haline dönüştü ve Dickens’ın eserleri defalarca sinemaya ve televizyona aktarıldı. Ünlü edebiyatçı şimdi de, Büyük Umutlar’ın uyarlaması ile yeniden karşımızda…

Büyük Umutlar, ilk kez 1934’te Stuart Walker, ardından da 1946 yılında David Lean tarafından sinemaya uyarlandı. Lean uyarlaması, final sahnesinde yapılan ufak değişikliği göz önünde bulundurmazsak, romanın neredeyse birebir kopyası ve bu açıdan benim çok başarılı bulduğum bir film. Televizyon için de sıkça film ya dizi haline getirilen Büyük Umutlar son olarak, 1998 yılında Alfonso Cuaron tarafından beyazperdeye aktarıldı ancak “epey serbest” bir şekilde uyarlandığı için eleştirilere maruz kaldı. Cuaron’un kendine özgü tekniğiyle çektiği ve romanın tutkunlarını hayal kırıklığına uğratan bu filmden sonra Mike Newell imzalı Büyük Umutlar’ın yüreklere adeta su serpeceğini söyleyebilirim…

Charles Dickens, Büyük Umutlar’da yüzyılın İngiltere’sine geri döner ve Sanayi Devrimi ile sonrasında gelişen sömürgecilik faaliyetlerini romanının arka planına yerleştirir. Yaşanan gelişmeler sonucunda, “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” deyimini bir kez daha kanıtlayan İngiltere’nin toplumsal tabakaları arasında her geçen gün büyüyen uçurumu anlatan Dickens, bu yolla ciddi bir toplum eleştirisine de yönelir. Roman, acımasız ablası ve eniştesiyle birlikte yaşamını sürdüren Pip’in, başına konan devlet kuşuyla birlikte değişen hayatını konu alır fakat kent ve köyler arasındaki farkın büyüklüğü, halkın sefaleti ile yüksek sınıfların şatafatlı yaşamları Büyük Umutlar’ın asıl anlatmak istediği şeydir. Dickens romanında bunu Miss Havisham ve Estella karakterleri ile başkahraman Pip’in arasında yaşananlar yoluyla ifade eder ve bilhassa Estella’nın seçimi ile Pip’in içine düştüğü kimlik bunalımı bu farklılığın en somut örneği olur.

Filmde ise, David Lean kadar olmasa da Mike Newel’ın romana oldukça sadık kaldığını ve romanın verdiği hissi yansıtabildiğini söyleyebilirim. Çünkü genelde böylesine önemli ve zengin bir anlatıma sahip eseri sinemaya aktarmak epey sıkıntılı olur ve okurun zihninde canlandırdıklarını seyirciye yansıtmakta güçlük çekildiği için çoğunlukla romanı okuyanlar hayal kırıklığına uğratılır. Fakat Mike Newel Büyük Umutlar’da, romanın özüne sadık kalıyor ve birkaç değişiklik dışında film eserle paralel seyrediyor. Filmin senaryo ve oyuncu seçimi de çok başarılı çünkü romanın adeta resmedildiği hissine kapılıyorsunuz. Film, sayfalar boyunca okuduğunuz kitabın, hızlandırılmış bir versiyonundan ibaret ve dolayısıyla okurlarını tatmin ediyor; eseri okumamış olanları da sıkmıyor. Oyuncu seçimine gelince; naif, utangaç ama aynı zamanda iç çatışmalar yaşayan Pip karakteri için Jeremy Irvine ile Miss Havisham için Helene Bonham Carter işte budur dedirtecek cinsten kararlar bana göre. Hatta çok sevdiğim Merly Streep’in önce bu rolü (Miss Havisham) kabul ettiğini, ardından da geri çevirdiğini öğrenince sevindim diyebilirim çünkü Carter, Miss Havisham rolünün başarıyla altından kalkıyor. Romanı okurken zihninizde canlandırdığınız Miss Havisham’ın portresini size çiziyor. Estella’yı canlandıran Holliday Grainger ise soğuk, hatta buz gibi kızdan biraz daha duygusal görünse de bu durumun çok fazla gözünüze batacağını söylemem. İlginç olan, tıpkı Meryl Streep gibi Holliday Grainger’den önce aslında Estella rolü için Ejderha Dövmeli Kız ile ünlenen Rooney Mara, Pip rolü için de Alex Pettyfer düşünülmüş fakat her iki oyuncu da bu teklifi reddetmişler. Saflık derecesinde iyi niyetli Joe karakterine hayat veren Jason Flemyng’i yetersiz, ablası rolündeki Sally Hawkins’i abartılı bulsam da Magwitch’i canlandıran Ralph Fiennes, Helena Bonham Carter ile birlikte filmin en başarılı oyunculuklarını sergiliyorlar ve filmin başarısında en büyük payın sahibi oluyorlar.

Mike Newel’ın Büyük Umutlar’ını bu denli önemli kılan sebeplerden biri de daha önce bahsettiğim Alfonso Cuaron’un serbest uyarlaması. Serbest uyarlamalara karşı değilim ama romanın özünden uzaklaşılmaya başlandığını zaman daha muhafazakâr bir yaklaşım sergileyebiliyorum. Filmde eser 1990’ların New York’una uyarlanıyor isimler değiştirilerek, olaylar çoğu zaman farklı bir akış izliyor. Pip, Finn ismini alıyor ve bir ressama dönüşüyor; romanda baş belası ve yıllarca kendisine çektiren ablası ise filmde gayet iyi biri. Robert de Niro neredeyse filmin sonunda yeniden ortaya çıkıyor, Miss Havisham deseniz evlere şenlik… Bir tek Estella olarak Gywneth Paltrow’u görmek hoşuma gitti çünkü zaten kendisi genelde de donuk bir oyuncu olduğu için, taş kalpli Estella karakterine yakışmış. Başka bir deyişle, Robert De Niro ve Ethan Hawke gibi oyuncuların bile benim gözümde filmi kurtaramadığını üzülerek söyleyebilirim. Ancak siz yine de serbest uyarlamalardan hoşlanıyorsanız, 1998 yapımı Büyük Umutlar’ı tercih edebilirsiniz zira romandaki yeniden doğuşu ifade edebilmek için yeşil rengin kullanımı oldukça ilginçti…

Sonuç olarak Mike Newel, zor bir işin üstesinden başarıyla gelerek Büyük Umutlar gibi önemli bir romanın okuyucularını dahi memnun edecek bir filme imza atıyor. Viktoryen dönemi İngiltere’sini Charles Dickens’ın gözünden görmek istiyorsanız, Büyük Umutlar’ın en başarılı uyarlamasını es geçmemenizi öneririm…

 

İki Şehrin Hikâyesi (1935)

Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; akıl çağıydı, akılsızlık çağıydı; inanç devriydi, inançsızlık devriydi; aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi; ümidin baharıydı, ümitsizliğin kışıydı; önümüzde her şey vardı, önümüzde hiçbir şey yoktu; hepimiz ya dosdoğru cennete gidecektik ya da başka yollara… Kısacası, çağ şimdiki çağa o kadar benziyordu ki, bazı gürültücüler yetkililer iyi ya da kötü sıfatlarının sadece en üstünlük derecesiyle kabul edilmesinde ısrarlıydılar.

Charles Dickens, 1859 yılında bu cümleleri yazdığında Fransız Devrimi’nin üzerinden henüz yüz yıl bile geçmemişti. Devrimin yarattığı karmaşa, yıktığı gelenekler, yakıp kül ettiği iktidarlar ve onunla birlikte doğan fikirleri böyle özetlemişti. Değişen dünya, belirsizliğin yarattığı korku ve gelecek ümidi hepsi bir aradaydı; yeni çağ, Dickens’ın en az kitabı kadar meşhur bu giriş cümlelerinde saklıydı…

Charles Dickens, Büyük Umutlar adlı eserinden önce yazdığı İki Şehrin Hikâyesi’nde dünya tarihinin en önemli olaylarından birini anlatır: Fransız Devrimi. Londra-Paris ekseninde, 1760’lı yıllarda 18 yıl boyunca Bastille hapishanesinde tutuklu kalan Dr. Alexander Manette’in hikayesinden yola çıkarak, Fransız Devrimi yıllarında Paris’e götürür okuyucusunu. Yalnız onun anlattığı Fransız Devrimi biraz farklıdır, biraz kirlidir. Çünkü devrim ve onun yaydığı eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi fikirler (Liberté, Egalité, Fraternité kelimelerine filmde Halk Mahkemesinin olduğu kısımda da dikkat çekiliyor) Avrupalı uluslar tarafından korkuyla karşılanmaya ve monarşileri sarsmaya başlamaktadır. İngiltere gibi günümüzde bile krallığın egemen olduğu bir ülkede, Fransa’da yaşanan gelişmeler ilgiyle izlenmekte, Avrupalı monarklar ülkelerini devrimci fikirlerden uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Bu sebeple Dickens’ın anlattığı Fransız Devrimi, özgürlük mücadelesinden ve cumhuriyet fikrinden çok Terör dönemini kapsamaktadır. Yazar bu yolla, halkına bir mesaj verme kaygısı da taşır: Fransız halkının yaşadıkları, aristokratlara yapılan zulümler, yargısız infazlar, infaz usullerinin korkunçluğu, 16. Louis ile Marie Antoinette’in bile giyotinde idam edilmesi ve ülkenin kan gölüne dönüşmesi… Hepsi kitapta ayrıntılarıyla anlatılır…

Dickens, Fransa’da Konvansiyon döneminde Jakoben-Jironden çekişmesinin ve Jakobenlerin iktidarı ele geçirmesinden sonra yaşan Terör dönemini daha romanın en başından öylesine çarpıcı bir olayla ifade eder ki, bu kısım filme dönüştürüldüğünde nasıl görüneceğini en merak ettiğim noktalardan biriydi. Nitekim İki Şehrin Hikâyesi’nin her iki uyarlamasında da bu sahneyi es geçilmiyor ve sokağın ortasında kırılan fıçıdan saçılan şarabı, açlıktan kırılan insanların birbirleriyle mücadele ederek içmesini gösteriyor. Bu kısa bir süre sonra yaşanacak olayların, halkın mücadelesinin ve dökülecek kanın muazzam bir tasviridir; filmlerin de en etkileyici sekanslarıdır.

İki Şehrin Hikâyesi, 1935 ve 1958 yıllarında olmak üzere iki kez sinemaya uyarlandı. 1935 Hollywood, 1958 ise İngiltere yapımı ancak benim 1935 uyarlamasını tercih etmemin sebebi, teknik açıdan ikinci filme göre daha zayıf olmasına rağmen birçok sahnede romanı çok iyi yansıtabilmesi oldu. Az önce bahsettiğim fıçının kırılması sahnesi 1935’de çok daha iyiydi ve film, 1958’e göre romana daha sadık kalan bir yapımdı. Fakat oyuncu seçimi ve romandaki karakterlerle benzerlik konusunda 1958 uyarlamasının da hakkını yememek gerek, bilhassa Charles Darnay ile Sdney Carton’ın birbirine benzemesi durumu bu ikinci filmde dikkat edilen bir husustu. Konu seyri itibarıyla 1935 yapımı kitapla beraber ilerlerken, 1958 en sonda anlatması gereken her şeyi en başında anlatarak heyecanı kaçırıyor ve birçok noktada da kitaptan farklılaşıyor. Charles Darnay’ın yolculuk kısmı, Lucie Manette’in babasını öğrendiği bölüm, Gabelle’in yazdığı mektup, Sydney Carton’ın Paris’e gelişi vb. bazı bölümler farklılaştırılıyor ve seyircide çabucak sonlandırmaya çalışma hissi uyandırıyor. Bu açıdan baktığımızda, 1935’in çok daha başarılı bir uyarlama olduğunu söyleyebilirim.

Filmin yönetmen koltuğunda Jack Conway otururken, senarisliğini W. P. Lipscomb ile S. N. Behrman yapıyorlar. Fransız devrimi kısmında Thomas Carlyle’ın meşhur Fransız Devrimi eserinden yararlanan film, Bastille’in zaptı sahnelerinde de çok başarılı bir iş çıkarıyor. Film romanın giriş paragrafıyla açılıyor ve birbirini takip eden sahneler boyunca konu kitaptan kısa bölümlerle destekleniyor.

Dr. Manette’i canlandıran Henry B. Walthall ve Jarvis Lorry karakterine hayat veren Claude Gillingwater dışında genel hatlarıyla oyunculukların iyi olduğunu söyleyebilirim. Sadece bu iki oyuncunun canlandırdıkları karakterleri tam yansıtamadıkları izlenimine kapıldım. Bilhassa Dr. Manette’in güçlü yanından çok, zayıf ve hafızasını yitirmiş biri olarak gösterilmesinin çok hoşuma gitmediğini belirtmeliyim çünkü romanın ikinci yarısından itibaren Dr. Manette en güçlü karakterlerden biri. Ronald Colman ve Elizabeth Allan’ın iyi performanslarının yanı sıra Madame Defarge’ı canlandıran Blanche Yurka’nın oyunculuğu çok dikkat çekiciydi. Hatta filmin en iyisiydi bile denebilir…

Nihayetinde, İki Şehrin Hikâyesi sinemaya aktarılması zor ve karmaşık bir eser olmasına rağmen, 1935 yılında çekilen film bu durumun başarıyla üstesinden geliyor ve Charles Dickens’a kendi ülkesinde çekilen filmden daha bağlı kalıyor. Eğer tüm zamanların en iyi romanlarından birinin filmini izlemek istiyorsanız, bu filmi tercih edebilirsiniz. Ancak İki Şehrin Hikayesi’nin yeni bir uyarlamaya ihtiyacı olduğu da bir gerçek. Dilerim, Büyük Umutlar’dan sonra bu eşsiz romanın da görsel bir ziyafetini yaşayabiliriz…

 

Olivers Twist (2005)

The Pianist, Chinatown, Death and The Maiden, Rosemary’s Baby ve daha birçok eseriyle tanınan Polonya’lı yönetmen Roman Polanski’nin çektiği Oliver Twist, Charles Dickens’ın diğer bir önemli eseri. Daha önce David Lean tarafından da Oliver adıyla uyarlanan eserin pek çok TV dizisi, animasyon filmi ve müzikali de bulunuyor. Polanski, bazı detayları atlamasına rağmen ortaya harika bir seyirlik çıkarıyor ve dönemin İngiltere’sini tam anlamıyla yansıyıyor.

Oliver Twist daha önce 1948 yılında, Oliver adıyla David Lean tarafından çekildi fakat Oliver’ın geçmişine dair daha çok bilgi ve detaya yer vermesine rağmen Mr. Brownlow ile ilgili farklılık sebebiyle çok hoşuma gitmeyen bir film oldu. David Lean’in filmiyle ilgili okuduğum en tuhaf şey ise kuşkusuz, Fagin karakterinin antisemit bulunması ve sempatik gösterilmesi sebebiyle İsrail ve Mısır’da yasaklanması; ABD’de de Yahudi lobilerinin faaliyetleriyle 1951’e kadar gösterilmemesi üzerineydi. Bense aksine, Ben Kingley’in canlandırdığı Fagin karakterini, Lean’in filmindeki Alec Guinnes’e daha “iyi niyetli” buldum. Demek ki bu filmi izleseler tümden yasaklamaya gidebilirlermiş…

Charles Dickens, İngiltere’nin sanayileştiği ve hemen herkesin gece gündüz çalıştırıldığı yıllarda, yetimhanede büyüyen bir çocuğun başına gelenlerden yola çıkarak müthiş bir düzen eleştirisi yapar. Roman Polanski’nin konu aradığı bir zamanda kendisine eşi tarafından önerilen yeni bir Oliver Twist çekme fikrine yönetmen sıcak bakıyor ve filmde bazı bölümlerde çocuklarına da roller veriyor. Siyah beyaz olarak açılan film, yavaş yavaş renkleniyor ve eski zaman eserine “siyah beyaz” bir gönderme yapıyor. Oliver Twist’in yetimhaneye bırakılmasından itibaren başlayarak genelde onun yaşadıkları üzerinden gidiyor ve geçmişine çok değinmiyor. Filmin yıldızları ise Fagin’ı canlandıran Ben Kingsley ile Oliver Twist’i canlandıran Barney Clark oluyor. Her iki oyuncu da performanslarıyla göz doldururken, Dodger’a hayat veren Harry Eden’ın gelecek vaat ettiğine de değinmeden geçmeyelim. Genel olarak kısaltılmış hissi vermesine rağmen, Charles Dickens’ın Victoria çağı Londra’sını da gerçekçi bir şekilde yansıtan Oliver Twist, oldukça başarılı bir film. Ve zaten neredeyse, bu eser üzerine yapılan tek iyi film…

Özetle, İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Charles Dickens, sinema açısından her zaman önem verilen bir yazar oldu ve bu bahsettiğimiz eserlerinin dışında Bay Pikvik’in Maceraları, Antikacı Dükkânı, Bir Noel Şarkısı, David Copperfield vb. birçok kitabı da sinemaya ve televizyona defalarca uyarlandı. Sinema dünyası İngiliz yazarın ölümsüz eserlerine bu kadar meraklıyken, siz de uzak kalmayın ve Dickens’ı bir de beyazperdede keşfedin…

Başak Bıçak
1987, İzmir doğumlu… Sinemayla olan aşkı henüz ilkokuldayken gittiği Aslan Kral filmiyle başladı. Öylesine sevmişti ki bu filmi, yıllar sonra tekrar izlediğinde kaybettiği bir oyuncağını bulmuş gibi mutlu oldu. Lisede okuduğu Fransız koleji ise her şeyin başlangıcı oldu. Dans tutkusunun sadece halk oyunlarıyla sınırlı olmadığını anlayıp o günden bugüne hep dans etti, bu sayede bir çok ülke gezdi, hala da dans ediyor. Üniversitede Tarih bölümüne girerek yaşam enerjisiyle hiç ilgisi olmayan bir meslek tercih etti. Bir de üzerine Avrupa Tarihi Yüksek Lisansı yaptı ki hayatın ne kadar çekilmez olur görebilsin diye… Bunların üzerine tarihi çok sevdiğini söylemek biraz tuhaf olur sanırım, ama gerçekten seviyor. Üniversitede tarihe gömüldüğü zamanlarda, yüksek lisansta da tezini bitirmeye çalıştığı şu günlerde sinema her zaman onun için kaçış noktası oldu. Bitmek bilmeyen izlenmesi gereken filmler listesiyle uğraşırken tezini ihmal etti ama bu sayede Öteki Sinema’da yazarlığa ilk adımımı attı. Ve sinema yazarlığının onu ifade eden en güzel yollardan biri olduğunu keşfetti. Tarih, dans ve sinema tutkusuna bir de şarap sevgisini ekledi ve sanırım bu gidişle yine bambaşka bir iş yapacak. Hayat onu sürprizleriyle karşılarken, o da tutkularına yenilerini eklemeye kararlı…

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.