Şunu en başından belirtmeliyim ki, Emek Sinemasının yıkımına, parça pinçik edilmesine, kopyalanarak üst katlarda mutant bir AVM sinemasına dönüştürülmesine, oraların hepten bir yeme-içme, giyinme mekânına evirilmesine şiddetle karşıyım. Hiçbir sanatseverin bu yağmaya destek vereceğini de düşünmüyorum.
“Yalnız bırakmadık, bırakmayacağız” sloganına ve Emek’in başında toplanıp yapılan eylemlere itirazım var ama… Davullu, trompetli, düdüklü eylemler havalı belki ama ’sermaye’ için engelleyici ya da vazgeçirici değil. Şimdiye kadar yalnız bırakmadık da ne oldu? Adamlar her festival öncesi nanik yaparcasına girişiyorlar binaya. “Yalnız bırakmasanız kaç yazar”? diyorlar. Sermayenin Şahan tadında mizah anlayışı da varmış meğer. (Muzip AKP iktidarında hep böyle ilginç rastlantılar oluyor. Ergenekon davası sanıklarının ceza istemleri 18 Mart Çanakkale Şehitler Günü’nde açıklanıyor mesela).
Artık meseleye içinde hamaset değil çözüm içeren yeni bir yaklaşım getirmek lazım. Eğer derdimiz Emek yağmacılarını rahatsız etmekse, “Yalnız bırakmıyoruz” yerine “Emek’in yıkım işinde çalışanların vay haline” gibi bir slogan da daha yararlı olacaktır. Anarşi şimdi değilse ne zaman? Islıkla alkışla önüne geçilecek zamanı geçtik, cidden çatışmak gerekiyor sanırım artık. Hiç bir şey yapamıyorsak yumurta falan atalım!
Kıymetli sinemacı Ümit Ünal Ankara yolculuğundan dönerken tweet atıyor: “Ankara otobüsündeyim, herkese göre 30’dan fazla film var ama herkes TV izliyor, biz de bu ülkede film çekiyoruz” diye. Okurken içim acıdı ama gerçek bu. Reha Erdem’in Jin’i 7 salonda gösterime girebildi ve ilk 3 gününde sadece 1363 kişi izlemiş. Seans başına 13 kişi! Bağımsız sinemamızın geldiği şu noktada bize kim sahip çıkacak?
Acı ama gerçek; halk artık sinemasını sahiplenmiyor. Sinema insanların hayatından çıkalı on yıllar geçmiş. Sinemaya giden, AVM’lerde gezinen, “komik bir şeyler seyredelim” diyen 15-20 arası gençlerimiz, onların da umurunda değil Emek.
Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar, Ata Demirer gibi gişe şampiyonlarından biri de çıkıp Emek konusunda kanaat önderliği yapıyor mu, niye yapsın? O salona ihtiyacı yok ki adamın… Ticari sinema yapanlar arasında bir Murat Şeker (Çakallarla Dans’ın yönetmeni) vardır bunu dert edinen. Sağolsun, festivallerde boy gösterip ateşli ateşli konuşanların çoğundan daha sinemaya adanmışlığı vardır.
İkisi de Altın Palmiye’li olduğu için örnekleyeyim; Yılmaz Güney’in o dönem sinema seyircisi/halk için önemi, anlamı neydi, Nuri Bilge Ceylan’ın ne? Yılmaz Güney’i herkes seviyordu, sahip çıkıyordu ama Nuri Bilge AVM seyircisinin umurunda değil, hatta onunla yükselen sinemasal anlayıştan nefret ediyorlar. Sinemanın asla sıradan insanla kavgalı olmaması gerekir hâlbuki. Çünkü o sıradan insanı alıp bir sanatsevere dönüştürme kudretine en çok “sinema” sahiptir.
Sinemayı kendimizi seçkinleştirme aracına dönüştürdüğümüzde, festivallerin içinde yüceltirken halkın önünden çektiğimizde, seyircinin filmimiz için ne düşündüğünü hiç umursamadığımızda, büyük yönetmen desinler diye marijinal sinema yapmayı (yapabilsek ne ala) marifet sandığımızda gün geliyor biz de Emek kadar yalnızlaşıyoruz. Söylediklerimden bağımsızların karşısına Şahan filmlerini koyduğum gibi bir anlam çıkmasın. Ben bir zamanların toplumcu gerçekçi yönetmen sinemasından bahsediyorum.
Sadece sinemacılar ve sanatseverler yetmez. Halkın kendisi Emek sinemasını evi sayıp sahip çıkmazsa, Emek gerçekten yıkılır. Bizim alkışlarımızın, ıslıklarımızın hükmü yok, kendimize çok fazla anlam yüklüyoruz. “Sosyal medya” emziğine kanıp oralarda bir şeyleri düzeltebileceğimizi sanmak büyük hata… Toplumcu gerçekçi sanat/sinema gereklidir hele de böyle yüzümüze ayaz vuran iklimlerde! TV’de evlerini yıktırmayan gecekonducuları izledim geçen haberlerde, adamlara pompalı tüfekle ateş dahi ettiler ama 10 kişilik bir grup öyle bir direndi ki, belediyenin yıkım ekibini, zabıtasını önlerine katıp sürdüler!
Yalnız bırakmamak böyle olur, başında bir saat toplanıp ayrılarak değil!
MURAT TOLGA ŞEN