Eve Dönüş Sarıkamış 1915 filminde açlıktan insan eti yiyen bir grup insanın hayatla savaşımı anlatılıyor. Filmin başrolünde oynayan Uğur Polat en küçüğünden en büyüğüne bütün kadronun o çekimlerde sürekli kustuğunu söyledi…
Uğur Polat çok önemli bir isim. Türk sinemasının en elit yönetmenlerinle çalışmış, hep siyasi b.ir içeriği olan rolleri canlandırmış, bunu kendine düstur etmiş bir oyuncu. Bu ay vizyona girecek olan Eve Dönüş Sarıkamış 1915 filminde bir Osmanlı bürokratını canlandıran Polat tabuları yıkan bir öyküyle karşımızda. Uğur Polat ile hem son filmini hem de sinemamızın çıkmazlarını konuştuk.
Senaryoyu kabul etmenizde etkili olan şey neydi? Senaryoyu okurken en çok ne hissettiniz?
Uğur Polat: Savaşı göstermeden savaş filmi olması ve bunu gerilim yüklü bir hikaye ile anlatması hoşuma gitmişti. Alphan’ı (Yönetmen Alphan Eşeli) tanımıyordum. Ama çektiği klipleri, reklam filmlerini izledim, sonra oturduk konuştuk. Onlar yaptıkları ön hazırlıkları gösterdiler bana. Buldukları o köyü, mağarayı gösterdiler. Mekan çalışmasına girdiler. Sanat yönetmeninin nasıl çalıştığını, storyboard’u gösterdiler. Bayağı bütün filmin stroyboard’u yapılmış. Çok profesyonelce hazırlanmışlar ve Alpan’ın yaptığı işleri beğendim açıkçası. Filmi nasıl kurgulayacağını anlattı, hoşuma gitti. Sonra cast’tan bahsetti. İyi oyuncuların oynadığı ama televizyon starlarının, ya da popüler insanların olmadığı bir cast’tan bahsetti, o hoşuma gitti. Hayır demek için bir neden kalmadı.
Karakterinizi nasıl algıladınız, karakterde sizi etkileyen şey ne oldu?
Tipik bir bürokrat aslında. Devletine bağlı, Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan, tutucu, statükocu, tipik bir Osmanlı bürokratı. Belli sorumlulukları var ve bunu yerine getirmek istiyor. Bir kadın ve bir kız kendisine emanet edilmiş, İstanbul’a götürecek, görevi bu.
Burada da sizin karakterinizin özelinde İttihat Terakki’ye veya Genç Osmanlılar’a bir eleştiri söz konusu mu?
Aynen öyle. Çok iyi bir gözlem. Onu tartıştık mesela. Kendi canından veya diğer canlardan korktuğu için mi sürekli erteliyor gitmeyi yoksa tedbirlilik, önlem alma, uygun koşulları bekleme, hep aldığı kültürle, eğitimle, Osmanlı duruşuyla mı ilgili bunları tartıştık. Öyle olduğunu ben hep savundum. Ama böyle bir karakter yola çıktı, o süreç, o açlık, ayakta kalma kaygısı, o savaş, kendi aralarında verdikleri savaş adamı bambaşka bir yere getirdi. Hele o filmin kırılma anı, yamyamlık da gelince bambaşka bir Saci Bey gördük. Daha vahşileşmiş, daha yabanıl bir adam gördük, bütün o kolluklarını çıkarmış bambaşka biri, yani bir insan gördük. Sonuçta başka bir adam oldu. Karakter dönüştü.
Bence en çok tartışılacak şey yamyamlık, fakat aslında o yamyamlık bilindik bir yamyamlık değil. Savaşın acımasızlığını ve savaşın acımasızlığının nerede, hangi toprakta, hangi şartlarda olursa olsun insanları nasıl etkilediğini anlatıyor. Türk sineması böyle konuları kendi ordusu, kendi değerleri için çok işlemez, hep bir adım geride durmuştur.
Tabu gibi bakar…
Bu filme bu şekilde bakarsanız bir tabuyu da yıkıyor.
Evet şöyle bir örnek vereyim, biz çok iyi bir set ortamı geçirdik. Dağ başında da olsak, eksi 20 derecede de çekim yapsak, her gün ıslansak da soğuk da yesek, çok konforlu bir setimiz vardı. Yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızdaydı. Bir mutfak kamyonu vardı, piyasada bu işi en iyi yapan kuruluş bize yemek veriyordu. Çok güzel ısınıyorduk, çok güzel makyaj odalarımız vardı. Orada, dağ başında bile bu sağlanmıştı. Ama sadece fiziki olarak değil, ruhen de çok üşüdük, ruhen de çok irrite olduk olaydan. Mesela o sahnede çok güzel bir bonfile hazırladılar bize ve biz defalarca kustuk. Psikolojik olarak çok etkilendik yani. Ki o an onu bilmiyorsun, sonra öğreniyorsun ne eti olduğunu, biz o an gerçekten insan eti yiyormuş gibi hissettik. İstisnasız en küçük oyuncumuzdan en yaşlıları bana kadar sürekli kustuk. Sürekli çıkardık ağzımızdan, yoksa çok lezzetli bir etti. Çok etkilendik psikolojik olarak. Ben olsam ne yapardım bilmiyorum. Filmin bütün tartışması buraya yığılsın istemiyorum çünkü başka bir şey anlatmak istiyoruz biz. Ama burada inandırıcı olabildiysek biz, film seyircisiyle buluşur diye düşünüyorum. Buna inandıramadıysak en kırılacak yeri orası filmin.
Dönem filmlerine baktığımızda ben hiç bu kadar doğal kostüm, doğal ortam, sunilik kokmayan bir çalışma görmedim desem yeridir. Biraz da bundan bahsedelim, çünkü bu çok da rastladığımız bir şey değil.
Bir kere avantajı şu, çok kostüm değiştirmiyoruz. O süreç tek kostüm ama her bir aşama için ayrı ayrı dikildi kostümler. Yeni, az yıpranmış, çok yıpranmış olmak üzere üç tane paltom, üç tane pantolonum, üç tane ceketim vardı.
Karakterlerle de çok bütünlük sağlayan kostümler vardı. Sizin orada çizdiğiniz karakterle kostümleriniz de bütünlük sağlıyordu.
Çok iyi tasarımdı. Kostüm tasarımı Gülümser’indi (Gürtunca). Çok iyi bir tasarım yaptı, defalarca provalara gittik. Tek bir kostümle oynuyoruz ama onu üç ayrı şekilde değiştiriyoruz. Dekora, pastelin ve beyazın üzerine çok uydu kostümlerimiz. Renkler özel seçildi. Ben kalpağı takıp, kürklü paltoyu, çizmeleri dizime çektiğimde havaya giriyordum. Aynaya bakıp “Bayağı kalıplıymışım ben” diyordum. Kostümlerin hem çok efektif, hem hiç ön plana geçmeyen, sırıtmayan, rol çalmayan bir yapısı vardı.
Filmografinize baktımızda çok önemli ve belirli siyasi duruşu olan filmlerle karşılaşıyoruz. Mavi Gözlü Dev Adam, Sis, Bütün Kapılar Kapalıydı… Bu sizin seçiminiz mi, yoksa biraz da endüstri sizi kategorize mi etti bu konuda. Oyunculuğun da bir siyasi alt metninin, bir duruşlarının olması gerektiğine inanıyor musunuz?
Evet çok iyi niyetli ama maalesef öyle olmuyor günümüzde. Biraz daha çabuk köşe dönmeye döndü iş. Tabii ki filmler benim seçimlerimle birebir doğru orantılı ama işin kolayına kaçan yönetmenler tarafından kategorize edilmiş de olabilir, o kapıyı da açık bırakıyorum. Çünkü ilk filmim Sis’ti, 12 Mart darbesini anlatıyordu, bir sonraki darbeye yol açan süreç işleniyordu. İki sosyalist kardeşten biri öldürülüyor, biri suçlu olarak görülüyor. Babası savcı, devletin bir savcısı onunla çatışmasını anlatan bir filmdi. İkinci filmim Bütün Kapılar Kapalıydı. Hapisten çıkmış 12 Eylül’de işkence görmüş bir kızın peşine takılıp giden, her ne kadar dışarıda da olsa yaşadıkça ona hak veren birini oynuyordum. Sonra Nazım Hikmet’in hapis yıllarındaki hapishane müdürünü oynadım, ona hak veren. Hatta ben onu tamamıyla sosyalist bir hapishane müdürü olarak yorumladım. Sonra Sis ve Gece’de istihbaratçı da olsa başka türlü bir açıdan bakan istihbaratçı duruşu… Ama bu benim hep 78 kuşağında Ankara’da büyümem, Ankara Sanat Tiyatrosu’yla yoğrulmam, o dönemki olaylardan çok etkilenmem ve bir safın içinde olmamdan kaynaklanan bir şey. Bu da bütün seçimlerinizi etkiliyor tabii. Çünkü ağaç yaşken eğrilir, ben orada öyle eğrilmişim bir kere, başka türlü bükülemem artık hayatımda.
Filmlerde bir siyasi renginiz olduğu ve buna dikkat ettiğiniz için bunu soruyorum, bundan bir kaç yıl öncesine kadar 12 Eylül filmleri çok görüyorduk. 12 Eylül filmleri yapılmaya başlandı, moda oldu. Siyasi film yok derken bir anda patladı. Fakat bu benim bakış açıma göre cesaret değil, ortam zaten buna el veriyordu. Bu biraz ucuz kahramanlık değil mi, sinema günümüzde Türkiye için gerçekten konu etmesi gereken şeyleri şu anda ediyor mu?
Bu biraz eleştiriye de girecek aslında ama her yönetmenin bir hayali var değil mi? Her sinema yapan insanın diyelim… Hikaye yazsa da, çekse de, buna para yatırsa da herkesin bir hayali var ve doğal olarak söyleyeceği bir sözü de var. Kimi bunu iki kişi üzerinden, ikili ilişkilerden, bir aşk hikayesi üzerinden anlatıyor, kimisi “Sol kollar havaya” diyerek anlatıyor. İster öyle, ister böyle, sinema estetiği yerine gelmiyorsa ne yaparsa yapsın hiç umurumda değil. Bunu bir moda haline getirmek ya da buradan bir prim sağlamak, bir köşe kapmak bana çok namuslu gelmiyor. Olmazsa olmaz, o sinema estetiğini yakalamak. Çünkü sinema yapıyorsun, yoksa başka türlü bir şey de yapabilirsin. Sinema yapıyorsan, bu bir filmse, sinema filmiyse, bu da bir sanatsa yedinci sanatsa o sanatın gereklerini yerine getirmen lazım, içinde ne yaparsan yap.
Bu söylediğinizden yola çıkarak belki biraz da şunu tartışmak gerekiyor; Türk sineması son yedi, sekiz yıldır bağımsız filmlerin üzerinden yabancı festivallerde aldığı ödüllerle, oradan aldığı hızla Türkiye’de bir ilerlemeye geçti. Belirli yönetmenler çıkardı ve o şekilde ilerledi. Bir de diğer koldan iyice yozlaşıp, sinema sanatını yok sayarak, televizyon mantığıyla üretimler yaparak ilerlemeye başladı. Fakat son birkaç filmdir, belki üstüste geldi bilmiyorum, mesela sizin filminizde olduğu gibi Tarkovski öykünmesi olmayan ama aynı zamanda gişe filmi de olmayan, hem sinema sanatı olan hem de izleyiciyi itmeyen bir yapı dikkat çekiyor. Kelebeğin Rüyası’nı seyrettim, bence o da sinema edebiyat buluşması anlamında çok önemli bir yapım. Sizce bir yeni bakış açısına ihtiyaç var mı bu anlamda, bu tür yapımların sinema için önemi nedir?
Çok önemli. Benim de inandığım şey bu zaten. Hem sinema sanatının gereklerini yerine getirecek, hem de seyirciyle buluşacak filmler yapmak zorundayız. Yoksa tamamen gişeye yönelik, televizyon mantığıyla yapılan sinemaya karşıyım. Karşıyımı seyretmiyorum anlamında söylüyorum. Çok dominant olmasına karşıyım. Sinema budur ipoteğine karşıyım. Sinema Recep İvedik 2’ymiş ipoteğine karşıyım. Diğer taraftan çok kaotik, söylediğin her söz duvara çarpıp geri gelen bir türlü oraya gitmeyen sinemaya da karşıyım, karşı değilim tekrar söylüyorum buna da ipotek konmasına karşıyım. Elbette herkes her türlü hayalini gerçekleştirsin. Benim inandığım hem seyirciyi cezbedecek, gerçekten sinemanın gereklerini yerine getirecek, hem de bir şey söyleyecek, o söz de oraya gidecek. Bir cümle bile olsa, bir kelime dahi olsa oraya geçecek. Bunu yapan yönetmenler yok değil aslında. Bence Zeki’nin (Demirkubuz) filmlerinin hepsinin milyonlarca seyirciye ulaşması lazım. Hele Kader, Yazgı gibi filmlerin milyonlarca gişe yapması lazım çünkü o milyonları anlatıyor, o varoşları anlatıyor, oradaki insanları anlatıyor ama bir yafta var işte. Bir de galiba sinema seyircisi olma konusunda ciddi bir tembellik var. Bir zül olarak görüyor sinemaya gitmeyi insanlar galiba. O yönetmenlerin hitap ettiği yaş profili sinemaya gitmiyor çok fazla. Ortaokul, lise düzeyindeki seyirciler her hafta sonu sinemadalar, oradan yakalıyorlar zaten gişeyi. Bence bunu Yavuz Turgul çok iyi başarıyor. Hem seyircisiyle buluşuyor, hem sinemanın gereklerini yerine getiriyor, hem de bir şeyleri söylüyor, bir şeylere parmak basıyor.
Uzun bir dönem içinde sinemadasınız ve sinemanın yaşadığı bütün aşamaları yaşadınız. 80 sonrası, 90’ların ikinci yarısı, 2000’ler, 2010’lar… 80 sonrası ve 90’ların ilk yarısında kadın oyunculuğu anlamında bir feminizm etkisi vardır. Belki kişilerin üzerindendir bu ama Müjde Ar, Nur Sürer gibi bazı isimleri sayabiliriz. Fakat yıllar geçti, daha demokratik bir ortamda olduğumuz söyleniyor; kadın oyunculukları bir sinemanın ne kadar özgür olduğunun göstergesi gibidir, 2000’ler sonrasında bu anlamda bir geriye adım atıldığını düşünüyor musunuz?
Yüzde yüz düşünüyorum. Hatta kadın oyuncu say deseniz sayamayacak noktaya geldik neredeyse. Haksızlık etmek istemiyorum tabii ki, bir metafor göndermesi yapıyorum, yoksa asla öyle bir şey demek istemiyorum. Zaten çok fazla da kadın hikayesi yazılmamaya başlandı. Daha dominant olan karakterler hep erkek karakterler. Tabii rahmetli Atıf Yılmaz’ın, Ömer Kavur’un yokluklarını da hesaba katmak lazım. Çünkü onlar uzunca bir dönem, özellikle Atıf Yılmaz bu konuya çok takmıştı ve hep kadının dünyasını anlatan filmler yapmıştı. Ben de hasbelkader bunların çoğunun içinde oldum, oyuncu olarak olması bile… Keza Ömer Kavur’un filmlerinde de kadın karakterler çok baskındı. Şimdi çok fazla erkek karakter yazılıyor. Bizim filmimizde bile bir tane kadın var. Nuri Bilge’nin (Ceylan) son filminde bir tane kadın var, ondan önceki filminde bir tane kadın var, ondan önceki filminde bir tane kadın var. Maalesef hikayeler biraz oraya gitmeye başladı. Belki de kadın oyuncularımızın biraz tırnaklarını geçirmeleri lazım işe.
Halbuki son dönemde Türk sinemasında hiç olmadığı kadar kadın yönetmen var.
Çünkü kadın yönetmenlerimiz de erkek dominant hikayeleri çekmeye başladılar maalesef.
Son olarak benim size sormadığım ama filmle ilgili sizin söylemek istediğiniz, izleyicilere ulaştırmak istediğiniz bir şey var mı?
Bir dönem filmi bu, bir savaş filmi ama hiç savaş gösterilmeden savaş anlatılıyor. Sadece Osmanlı-Rus Savaşı değil, o yedi kişinin kendi arasında verdiği bir savaş, hayatta kalma savaşları, kendi kendilerine verdikleri savaş… Belki bu cazip gelebilir seyirciye. Savaş gösterilmeden nasıl savaş anlatılır fikri belki cazip gelebilir. Bir de bu filmin bir misyonu var, unutturmamak gibi bir misyonu var. Olacaktır elbette. Sarıkamış’a gönderme yaparak söylüyorum bunu. Düşünün ki 90 bin kişiden bahsediliyor, tek bir kurşun sıkılmadan hepsi donarak ölmüş.
Sarıkamış milli tarihimizde yaşadığımız belki de en büyük kırımlardan biri, bu film savaşı göstermeden bu kırımı seyirciye hissettiriyor.
Bununla ilgili iki tane kurgu film izledim, dökümanter değildi. Gördüğüm hep şuydu, 100 kişi, 100 tane figürasyon arka arkaya, üstlerinde asker kostümü, ellerine tüfekler verilmiş “Yürü, şimdi burada don, öl” gibi. Çok primitif anlatıyorum ama altını çizmek için söylüyorum. Burada öyle bir şey yok, burada başka bir şey giriyor işin içine, burada sinema başlıyor, sinemanın büyüsü başlıyor. Onun sinema anlatımı başlıyor, yedi kişi üzerinden anlatıyorsun ve bir tane sıkılmış kurşun görmüyorsun, bir tane süngü görmüyorsun. Bu insanların arasındaki savaşı görüyorsun ve bizim filmin sonunda silah patlıyor. Bir tane kurşun sıkılıyor, o kurşun aslında karanlığa düşüyor.