Sinemanın çatısı Hollywood yaşam şeklimizi, giyinişimizi, idollerimizi belirleyen bir endüstri. Peki ABD hükümetleri, ordusu ve CIA gibi kurumlar Hollywood’la ne kadar iç içe? Bu ilişki son dönemde yaşanan savaşları bize daha önce gösteriyor muydu? Bu bağlamda Oscar’ı alan Argo ne demek istiyor?
ABD politikaları ve Hollywood gibi bir başlık çok da didaktik bir konu gibi algılanabilir. Aslında hiç de öyle değil. Günlük hayatımızda, eğlendiğimiz dakikalarda ne kadar ABD politik mesajlarının hedefi olduğumuz ve değer yargılarımızın nasıl yozlaştırıldığı bu yazıyla ortaya çıkacak.
Hollywood film stratejileri ABD’nin 2. Dünya Savaşı’yla değişen rolüyle beraber sıkı bir ilişki içindedir. Bu incelemenin akademik bir yazıya dönüşmemesi için geçmişi çok kısa geçeceğim. Sinemanın politika ve toplum hayatındaki etkisi iki ülke tarafından çok önce anlaşılmış ve kullanılmaya başlanmıştı.
Bunlardan birincisi Sovyetler Birliği, komünist devrimi yaparken sinemadan yararlanmıştı. Potemkin Zırhlısı bu filmlerin en bilindiklerindendir.
1)) İkinci filmi Potemkin Zırhlısı (sessiz film 1925), tüm zamanların en etkileyici filmlerinden biri olarak sinema tarihine altın harflerle kazındı. Film 1905 Bolşevik İhtilalini anlatması için devlet tarafından sipariş edilmiş olmasına rağmen, Eisenstein filmi yepyeni montaj teknikleri, estetik anlatımı ve etki yöntemleriyle basit bir propaganda filmi olmanın çok ötesinde bir klasik haline getirdi.
İkinci ülke ise Almanya’dır. Özellikle 1930’larda Naziler propaganda amaçlı bir çok film çekmiştir.
2) Leni Riefenstahl İradenin Zaferi 1935 Almanya yapımı propaganda amacıyla çekilmiş bir belgesel filmdir. Özgün adı Triumph des Willens’dir. ABD’de Triumph of the Will adı ile gösterilmiştir. Almanya Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (NSDAP) 1934 tarihinde Nürnberg şehrinde yaptığı gösterişli 6. kongresini belgelemek üzere ısmarlama yaptırılmış bir propaganda filmidir.
O dönem Almanya’da film sektöründe Yahudilerin baskın grup olması da dikkat çeker. İşte o Alman asıllı Yahudi nüfusu ABD’ye göç etmiş ve Hollywood endüstrisinde büyük etkileri olmuştur. Bu Hollywood’un yapı taşlarından biridir ama bütün durum bu yapılanmayla açıklanamaz.
3) Almanya veya Sovyetler’in ilk dönemlerini saymazsak hiç bir ulusal film endüstrisi ülke politik kurumlarıyla ABD’deki kadar sıkı ve organik ilişkiler kurmamıştır. 1942’de Franklin Roosevelt o dönemin elit yönetmenlerini Beyaz Saray’a çağırmış ve seferberlik hazırlıkları için film yapmalarını istemiştir. Bu yönetmenlerin içinde John Ford, Frank Capra gibi yönetmenler vardır. Hollywood ile ABD hükümetinin irtibatını sağlayacak bir büro kurulmuştur. Bu büronun amacı bizzat ABD dış politikasını ve eylemlerini sinemasal üretim açısından desteklemektir. Büro 2. Dünya Savaşı ve hemen sonrasında ürettiği filmlerle Sovyetler Birliği’ni hedef almıştır.
1960’ların sonunda, 70’lerde ise ABD toplumsal hayatının ve politik yapısının kırılma noktalarından biri olan Vietnam Savaşı Hollywood üretimlerine damga vurmuştur. Bu dönemde bir çok Vietnam savaşı filmi üretilmiştir. Bu filmlerin konuları ise savaşta ABD askerlerinin uğradığı zulümler, insanlıktan çıkmış Vietnamlı askerlerin acımasızlıkları, savaş kaybedilince orada kalan komünist olmayan Vietnamlılar’ın cennet ülke ABD’ye kaçmak için sarfettikleri çabalar, ABD’li askerlerin büyük cömertlik göstererek yanlarına alıp ABD’ye götürdükleri Vietnamlı kadınlar, yurtlarına dönen askerlerin yaşadığı Vietnam Sendromu gibi hikayelerdir. Fakat birkaç muhalif film dışında nedense hiç bir filmde ABD’nin niçin orada olduğu sorgulanmaz, yaptığı sivil katliamlar anlatılmaz, helikopter ve uçakla attığı yangın bombalarıyla etleri kızaran Vietnamlılar anlatılmaz. Vietnam savaş filmleri hala arada bir çekilir.
4 )) Özellikle 1980’lerde yine eski düşman Sovyetler hedeftedir. Rambo, Hollywood’un yarattığı en iyi örnektir bu konuda. 1982’de çekilen İlk Kan-First Blood filminde John Rambo Vietnam Savaşı’ndan dönen bir askerdir. Memleketine gittiğinde kasabanın şerifi tarafından istenmez. Ve Rambo yaptığı fedakarlıkları değerlendiremeyen bu alçak şerifle onun yardımcılarını darmadağın eder. Şerif, özel kuvvetleri yardıma çağırır, Rambo’nun Vietnam’daki komutanı da gelir ama nafile durduramazlar onu. Film böyle başlamışken değişen dünya politikalarına göre şekil alır ve Sovyetler Afganistan’a girdiğinde bir bakarız Rambo Afganistan’da Sovyet askerlerini öldürür. Zavallı Afganları korumakla yükümlüdür. Şu işe bakın ki günümüzde de ABD askerleri Afganlılar’ı öldürüyor. O dönemde CIA’nin bölge komutanı olan Usame Bin Laden en büyük ABD düşmanı oluyor ve Pakistan’da öldürülüp cesedi denize atılıyor. Bu noktada Zero Dark Thirty’i de hatırlatmak gerekir.
5)) Stallone demişken Rocky serisini de anmalıyız. Gerçek bir hayat hikayesinden alınan öykü ilk başlarda bir boksörün zaferlerini anlatırken 1985’de çekilen Rocky 4 filminde Rocky Balboa ABD, Sovyetler çekişmesinin en bilindik kahramanı olur. Sovyetler’den gelen Drago adlı insanlıktan çıkmış bir boksör ile kapışır. İlk maçta dayak yer ama intikamını almak için Sovyetler’e gider ve rövanş maçına çıkar. Drago iğnelerle özel antremanlarla çalışırken ve devletin bütün olanaklarından yararlanırken bizim ABD’li kahramanımız odun kaldırarak, yıkık dökük bir samanlıkta şınav çekerek, karların içinde koşarak hazırlanır maça. Sonunda Amerikan adaletini yerine getirir. Bütün komünist şeytanları yenip Amerikan özgürlüğünün zafer kazanmış sembolü olur. Benim midemi bulandıran ise maç sonunda Drago’nun da Rocky’nin büyüklüğünü kabul ettiğini gösteren sahnelerdir.
Daha böyle birçok örnek gösterebiliriz o dönemin filmlerinden. 1983-1994 yılları arasında James Cameron, John Millius, John McTiernan, Richard Donner, Tonny Scott, Edward Zwick, Oliver Stone, Philip Noyce gibi yönetmenler çok sayıda film çekmiştir. Rambo II (1985) ve Rambo III (1988), Yaratık II (Aliens/1986), Top Gun (1986), Av (Predator/1987), Zor Ölüm (Die Hard/1988), Zafer (Glory/1990), Kızıl Ekim (The Hunt for Red October/1990) bunlardan birkaçıdır. Bu filmlerin kahramanları ise Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger, Chuck Norris, Steven Seagal, Bruce Willis, Mel Gibson, Sigourney Weaver, Denzel Washington, Morgan Freeman ve Ben Affleck gibi ünlülerdir.
1990’larda ise yavaş yavaş Arap teröristler kendilerini göstermeye başlarlar. Mesela benim ilk hatırladığım film 1985’te çekilen Back to The Future filminin açılış sahnesinde çılgın doktor Emmet Brown’u vuran iki teröristti. Altlarında Vosvos minübüs ile otoparka gelip ellerindeki kaleşnikofla her yeri tarıyorlardı. Bu durum da göstermektedir ki; zaman içinde Hollywood, düşmanlarını değiştirerek ilerlemektedir. Amerika’nın keşfinden sonra düşman Kızılderililerdir, 50’lerde Naziler, 70’li yıllardan 80’lerin sonuna kadar komünistler, 90’lı yıllara geldiğimizde ise radikal İslamcılar bu role büründürüldü. Amerikan siyasetinin her zaman sinemaya yansıdığı ifade edilebilir.
Tabii kendi halkına da propaganda yapar Hollywood, tek derdi dünya halkları değildir. 1983 yapımı The Day After-Ertesi Gün’de Sovyetler’in ABD’yi istila ettiğinde neler olacağı anlatılır. Kasabalı çocuklar bir direniş örgütü kurar, Sovyet ve Kübalı askerlerle savaşırlar. Sovyet askerleri ve Kübalılar o kadar canidir ki bütün Amerikalıları öldürürler, kamplara atarlar falan filan. Günümüze baktığımızda bu tür filmler bile ABD’nin yaptıkları kadar korkunç ve yaratıcı olamamışlardır aslında. Mesela Guantanamo veya Irak’taki hapishanelerde yaşanan vahşet ne The Day After’da vardır, ne de Chuck Norris’in oynadığı 1984 yapımı Missing in Action filminde Vietnam’daki esir kampında ABD’li esirlere yapılan işkencelerin yanına yaklaşabilir. Buradaki amaç ABD halkını hep tetikte olmaya davet etmektir. Onları manipüle edip faşizan politikaları desteklemelerini sağlamaktır.
6)) Eric Morris’in son filmi Standart Operasyon Prosedürü-Standart Operating Procedure’ü işleyeceğiz. 2004 yılında Irak’ta Ebu Garib hapishanesinde yaşanan işkencelerin fotoğraflarının basında yayınlanması üzerine başlayan süreci anlatıyor film.
7)) Bu amaçla üretilen filmlerin hepsinde bütün felaketler ABD’de olur. Uzaylılar dünyayı istila etmeye hep ABD’den başlar. Atom bombaları hep ABD’de patlar. Mesela 1996 yapımı Independence Day bunların en komik örneklerinden biridir. Bill Pulman’ın canlandırdığı ABD başkanı uçağına biner ve uzaylılar ile savaşır. 1994 yılında çekilen Stargate filmi de ismi anılması gereken bir yapım. ABD özel timi solucan deliğinden geçip başka bir gezegene gider. Bu gezegenin yerlileri uzaylılar tarafından köle olarak kullanılmakta ve madenleri sömürülmektedir. Bizim demokrasi savaşçısı ekibimiz yerlileri uyandırıp isyan etmelerini sağlarlar. Ve hep beraber istilacı uzaylıları gezegenden kovarlar. Yine günümüze baktığımızda Irak’ı, Afganistan’ı istila eden, Suriye’yi, İran’ı istila etme tehdidinde bulunan ABD filmlerde yarattığı halüsinasyonu kendisi bozmakta.
Bu iki filmin yönetmeni Roland Emmerich ABD politikaları ile Hollywood üretimlerini buluşturan önemli isimlerdendir. Emmerich’in 2004 yapımı The Day After Tomorrow filmi Hollywood’un sadece ülkeler arası politik ilişkilerle yetinmediğinin kanıtıdır. Bu filmde küresel ısınmanın sonuçları anlatılır. Kuzey ABD yaşanamaz duruma gelir. ABD “The Day After Tomorrow” gibi filmlerle dünyayı küresel ısınmadan korurken, emisyon gazlarının azaltılması gibi küresel ısınma konusunda ciddi önlemleri getiren Kyoto Protokolünü hala imzalamayan bir ülke konumundadır. Bu ülkenin dünyanın en fazla enerji harcayan ülkesi olduğu düşünülürse konunun önemi daha fazla ortaya çıkmaktadır.
1990’ların sonunda ABD’ye yapılacak saldırılarla ilgili kurmaca hikayeler alıp başını gider. 1998 yapımı The Siege ilginç bir filmdir. Radikal İslamcı teröristler New York’ta bombalama eylemleri yaparlar. İş o kadar abarır ki ordu olaya el koyar. New York’taki Müslümanlar tutuklanır ve toplama kamplarına yerleştirilir. Film genel havası itibariyle sanki ordunun bu müdahalesini eleştirirken bir yandan da alçak teröristlerin hainliğinden dem vurur.
Bu filmden iki yıl sonra 11 Eylül patlar. Bu tabii ki Hollywood’u çok etkiler. İlk önce bu konuyla ilgili filmler yapılmayacağı söylenir büyük stüdyolar tarafından, hatta Kod Adı Kılıç Balığı gibi filmler vizyondan kaldırılır. Fakat arkalarına aldıkları rüzgarla Hollywood daha da faşizan filmler çekmeye başlar. 2010 yapımı Unthinkable bir teröriste yapılan sorgu sürecindeki insanlık dışı muameleyi güzellemesi ve işkenceci ajanı yüceltmesiyle dikkat çekici bir yapımdır. Samuel Jackson’un başrolünde oynadığı film mesajı itibariyle 2000 sonrası çekilen birçok filme örnek teşkil edebilir.
8)) Hollywood artık insan haklarını ayaklar altına alan her türlü filmi rahatlıkla çekmeye başlamıştır. Tabii Müslümanlığa açılan bu topyekün savaşta en önemli müttefiki İsrail’dir. İsrail’in yaptığı soykırım, katliam ve suikastler artık çok daha rahat savunulmakta ve haklılığı filmlerle anlatılmaktadır. 2005 yapımı Münich filmi bunların en önemlilerindendir. 1972 Münih Olimpiyatlar’ında 11 İsarilli atlete yönelik katliamın ardından İsrail Gizli Servisi Mossad üyelerinden oluşan bir grup, bu işe karıştıklarını düşündükleri Filistinliler’i öldürmekle görevlendirilirler. Liderlerini izleyen İsrailli grup bu operasyonu intikam almak adına yapmaktadır. Fransa’da ve başka ülkelerde yaşayan suçlulukları kanıtlanmamış insanlar birer birer öldürülür. Filmde yargısız infaz yüceleştirilir. Hele katil tetikçi Mossad ajanlarının akşam yemek sahnesi vardır ki yönetmen Steven Spielberg burada sinemanın bütün olanaklarını kullanarak katilleri kahramanlar gibi göstermiştir. Müzik kullanımı, karakterlerin ifadeleri diyalog kullanmadan izleyicide “Bu adamlar kahraman” imajı yaratır.
Hollywood endüstrisi bu filmleri üretmekle kalmaz Oscar gibi ödüllerle de filmleri yüceltir. 2010 yılında En İyi Film Ödülü’nü alan Hurt Locker bunların en çarpıcı olanlarındandır. O yılın kült filmi Avatar ile yarışan film büyük sürpriz yapıp ödülü alır. Baştan aşağı Amerikan propagandası kokan, Irak’ta bomba imha ekibinde yer alan dengesiz William’ın üzerinden vatan sevgisi gibi temaların arkasına saklanıp Irak işgalini güzelleyen bu yapım akademi üyeleri tarafından ödüllendirilmiştir.
9)) Yönetmen Kathryn Bigelow kadın yönetmen olarak ilk kez Oscar alıp tarihe geçmiştir. Bigelow’un son bombası ise Usame Bin Ladin’in öldürülmesini anlattığı Zero Dark Thirty iyice çığrından çıkmış bir filmdir. Yargısız infazı bir haltmış gibi karşımıza getiren, işkencenin bazı durumlarda gerektiğini söyleyen, bütün insan haklarını ihlal eden film Oscar’ı almamıştır. Çünkü Oscar gelecekte ABD’nin olası tertiplerine zemin hazırlamak için daha etkili bir filme gitmiştir. Ben Affleck’in Argo filmi İran ile ilgili olduğu için daha güncel ve önemlidir. Bu filmin aldığı ödülü Beyaz Saray’dan canlı yayında açıklayan Michel Obama olması ise tam bir skandaldır. Artık ABD politikaları ile Hollywood endüstrisinin arasındaki ilişki bu kadar çarpıcı, bu kadar küstahça sergilenemezdi. İşin acı tarafı ise bu filmin yapımcılarından birisinin George Clooney olmasıdır. Syriana gibi bir filmle muhalefet yaptığını düşündüğümüz Clooney, Obama’nın seçilmesi ile süngüsü düşen Amerikan muhaliflerinin içinde bulundukları durumun bir göstergesidir.
Birlik, beraberlik ve eşitliğin yansıtıldığı filmlerde bile kötü karakterlerin ortadan kaldırılmasına bağlanan bir barış hakimdir Hollywood filmlerinde. Bu filmler dünyada gişe hasılatları elde ederken, ABD Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmiştir. Böylece ABD, Ortadoğu’da girdiği kapsamlı harekat için Hollywood aracılığı ile dünya kamuoyuna mesajlar vermiş ve eylemleri için sinemayı kullanarak meşrutiyet zeminini oluşturmuştur.
Argo da İran için aynı amaçları besledikleri bir filmdir. İşte o yüzden bu Oscar’ı almıştır. Kitle imha silahı var diye girdikleri Irak’ta bu silahları bulamayan, Usame Bin Ladin Afganistan’da diye binlerce sivili öldüren ve kendi kontrollerindeki Pakistan’da Ladin’i tutuklayıp infaz eden ABD, Zero Dark Thirty gibi filmlerle dünya üzerinde Amerikan halüsinasyonunu devam ettirmeye çalışmaktadır.
Filmlerinde sürekli kullandıkları özgürlük temasından kasıtları ise kendi özgürlükleri, kapitalist sistemin özgürlüğüdür. Ve bu film daha bitmemiştir. Bütün bunlara karşı ne yapabiliriz? Hollywood filmlerini seyretmem demek bir çözüm değildir. Ben de, siz de hepimiz de bilincinde olsak da bir Amerikan etkisi vardır. Bu ancak daha bilinçlenip filmlerin söylediklerini yargılamakla bir noktaya kadar çözümlenebilir. Unutmamalıyız ki Hollywood yalanın kutsal kitabının yazıldığı yerdir. İnanmak veya inanmamak o küçücük koltuklara oturan siz izleyicilerin bileceği iştir. Eğlenirken hep tetikte olmak bize düşen görev sanıyorum.