Yılın filmi Tepenin Ardı sonunda izleyiciyle buluşuyor. Filmin yönetmeni, senaristi yani herşeyi Emin Alper ile konuştuk. Genelde film üzerine ama otorite ile ilgili Türk insanının problemi üzerine güzel bir sohbet yaptık. Banu Fotocan da filmin tek kadın karakteri olarak bu sohbette kadınların sesi oldu…

Mesleğimiz sinema eleştirmenliği olsa da gazetecilik geçmişimiz bizim röportaj yapma alışkanlığımızın sebebi. Bu anlamda diğer meslektaşlarımdan daha şanslı hissediyorum kendimi. Çünkü filmlerin üreticileri ile yüzyüze konuşmak onların gerçeğine daha şahsi bir şekilde vakıf olma şansım var. Bu noktada bazı filmler ise bu tür sohbetleri çok daha ilginç kılabiliyor. Tepenin Ardı da işte o tür filmlerden. Yönetmen Emin Alper’in zaten farklı bir yapısı olduğu belliydi ama içindeki derinliği mütevaziliğiyle saklaması onu daha anlamlı kılıyor. Veya onunla yapılan sohbeti. Tepenin Ardı filmindeki tek kadın karakter Banu Fotocan’la da konuşmak ilginç ve önemli bir tecrübeydi benim için. Kısacası artık uzun soluklu sayılacak mesleki geçmişim içinde en iyi 10 röportajdan biri diyebileceğim bir iş çıktı. Filmden yola çıkıp Türk toplumunun ve en önemlisi insanının sosyal ve kültürel dünyasına bakan bir sohbet…

Tepenin Ardı’nın sinema hikayesiyle başlayalım. İlk film her zaman çok kişisel olur. Bildiğim kadarıyla sizin için de böyle başlamış senaryo…

Emin Alper: Evet başlangıcı kişisel. Başlangıcını yıllar evvel, üniversite yıllarında yazmıştım. Oldukça otobiyografik ögelerden beslenen bir aile hikayesi, aile dramı. Yine benzer bir lokasyonda, dağda bir ailenin bir gecesi anlatılıyordu. Daha farklı karakterler vardı. Daha sonra Burçin’le (Ekici) birlikte çalışmaya başladık. Benim senaryolarım vardı. Burçin’le yapmak istediğimiz bir proje vardı ama o çok pahalı bir projeydi, öyle gözüküyordu bize. Onu erteleyelim dedik. Bizim Yamaç (Okur) “Neden daha küçük bir şey yapmıyorsun” dedi. Benim de elimde bir tek bu vardı küçük bütçeli olabilecek. Bunu tekrar ortaya çıkardım, tekrar yazdım. Bir, iki versiyonunu çıkardım. O sırada daha farklı bir şeye büründü, karakterler değişti, yeni karakterler eklendi. Mesela Yörükler yoktu. İkinci versiyonda gittikçe uzaklaştı otobiyografik ögeler, biraz daha siyasi, biraz daha metaforik kısımlar daha ön plana çıktı.

Yörük olmaması çok ilginç çünkü filmde görünmeseler bile çok önemli bir yeri kaplıyorlar. Bütün hikayeyi belki de oradan yönlendiriyorsunuz. O zaman bambaşka bir hikayeden bahsediyorsunuz.

Emin Alper: Evet. Aslında konsept olarak erkeklik olgusu yine merkezdeydi ama daha çok aile üyelerinin birbirini yeme hikayesi gibi bir hikayeydi. Düşman mevzusu hiç yoktu. O sonradan eklendi.

Erkeklik sözkonusu olunca, size sorayım. Elinize senaryoyu aldınız ve tek kadın karakteri sizsiniz. Ne düşüyordunuz ve bu filmi kabul etmenizin sebebini çok önemsiyorum çünkü sizin filmografiniz de çok ilginç…

Banu Fotocan: Senaryoyu Bulut Yapım’dan Enis (Köstepen) yolladı. Senaryoyu okudum, okur okumaz iki saat içinde “Ben oynamak istiyorum” diye geri döndüm. Kadın karakter, erkek karakter diye düşünmeden senaryonun bütününü çok sevip hemen kabul etmek istedim. Senaryoyu çok sevdiğim için girdim işin içine.

Emin Alper: En çabuk geri döneni Banu oldu. Hep bekleriz dört gün, beş gün, bazen bir hafta.

Banu Fotocan: İki saat içinde geri döndüm, hatta Enis şaşırmış “Okumadı herhalde” demiş. Hemen okudum senaryoyu çok sevdiğim için.

Filmografinize baktığımızda bağımsız ve sinemasal anlamda eleştirmenlerin çok değer verdiği filmler var, art arda bunlarda rol almışsınız ve Tepenin Ardı geliyor sonra. Seçimlerinizde hep senaryonun bütününe mi bakıyorsunuz, yoksa rol itibarıyla da birtakım endişeleriniz oluyor mu?

Banu Fotocan: Öncelikle senaryonun bütününe bakıyorum. Bağımsız filmlerde oynamayı çok seviyorum. İlk filmlerde oynamayı da çok seviyorum. Öyle, öyle tercih edilir oldum bir şekilde. Daha sonra da role bakıyorum. Ama role kendi kendime bakmıyorum, daha çok yönetmen eşliğinde bakmayı seviyorum. Çünkü hem tiyatroda hem sinemada yönetmen hakimiyetini önemsiyorum ve birazcık malzeme olmayı seviyorum. Ne isterlerse onu vermeyi seviyorum. Kendim tasarlayıp gelip “Altını şöyle çizelim ya da biraz da şöyle yapalım” tarzı şeyler çok gelmiyor benden galiba. Daha çok senaryoya hizmet etmek, yönetmene hizmet etmek… Senaryoyu çok sevdiysem özellikle böyle bir politikam var galiba.

Erkek ve öteki hikayesi dedik. Erkek ve öteki bu kadar birbirine bağlı mı, daha doğrusu erkek hikayesinin içinde ötekileştirme bu kadar birbirine bağlı bir şey mi?

Emin Alper: Kadınlar da pekala ötekileştirebilir, burada daha şiddete meyyal bir ötekileştirme var. Ötekileştirmenin şiddet uygulama eğilimi daha çok erkeksi bir eğilim galiba. Ötekileştirme mekanizmasının temel dayanaklarından biri yüzleşememe. Sorunlarla yüzleşememe, korkma, hem kendine itiraf edememe, kendinden korkma, ruhen de dededen korkma, bu tip şeylerdi daha çok erkeklikle ilgili.

Bu soruyu biraz da bu cevabı almak için sordum. Çünkü filminizdeki kadın karakter aslında olaylardan çok bağımsız. Kendisinin olayları çok etkilediğini söyleyemeyiz. Bu konuda gerçek hayattaki bakış açınızı merak ettim. Çünkü ne kadın dünyasını erkeği anlamadan anlayabiliriz, ne de erkek dünyasını kadını anlamadan yorumlayabiliriz.

Emin Alper: Dediğiniz doğru. Kadın o anlamda bir aktör olamıyor filmde. Ama şöyle bir sorun da var, hangisi aktör olabiliyor diye de sorabilirim. Tek aktör aslında Faik, onun sürüklediği bir şey, diğerleri sadece işbirliği yapıyor, ortaklık yapıyor. Ama tabii ki kadının durumu daha farklı. Meryem karakteri aklı başında şeyler söylüyor ama bunu sadece sezgileriyle söylüyor çünkü eve kapalı olduğu için ne olup bittiğini hiç bilmiyor. Evin içine kapatıldığı için hayatı dahi izleyemiyor. En fazla evin penceresinden, o balkondan, merdivenlerin balkonundan bakabiliyor. Dolayısıyla ne olup bittiğini bilmiyor, bu durum aslında onun olayların gidişine set çekmesinin temel engellerinden biri. Ne olup bittiğini bilse belki çıkıp “Hayır, bunu şu vurdu, şunu şu vurdu” diyecek. Olaylarla yüzleşme cesaretine sahip tek karakter Meryem aslında ama onun oraya itilmişliği, onun olaylara vakıf olmasını engelliyor. Bu biraz da bizim toplumumuzda kadının pozisyonunu yansıtıyor. Aktör olamama durumu benim kadınların aktör olduğuna inanmamdan ziyade Türk toplumuyla ilişkili bir şey. Bizim toplumumuzda belli manalarda aktör olamıyor. Evin içinde önemli bir aktör. Evin içi de önemli bir alan. Ama bu film evin içiyle ilgilenmiyor, dışarıda olup bitenlerle ilgileniyor. Dolayısıyla onu aktör olarak gösteremedim.

Siz senaryoyu okuduğunuzda böyle bir tartışma içinizde doğdu mu?

Banu Fotocan: Ben kendim şehirli bir kadın olarak belki burada, İstanbul’da böyle bir çatışmada bir insan öldüğünde, bir köpek öldüğünde ya da bir kadına tecavüz edildiğinde böyle olmayabilirim, böyle tepki göstermeyebilirim. Ama senaryonun bütününe baktığımda susması gereken bir hal olduğunu da düşünüyorum.

Türkiye’de, ya da toplum içinde yaşanan kadın rollerinde zaten böyle bir hal olduğunu görüyorsunuz.

Banu Fotocan: Evet, o halin gösterilmesi gerektiğini düşündüm. Emin’le de konuştuk, dramaturji çalışmasında da konuştuk. Daha fazlasını yaptığın zaman olayların şekli, yönü değişebilir o da bizim çok ilgilendiğimiz bir şey değil. Dolayısıyla da daha sessiz.

Emin Alper: Burada biraz politik, ideolojik tercihlerin yanında estetik tercihler de önemli. Kadını sırf aktör göstermek adına filmin bütününü zedeleyecek sahneler koyamazdık.

Filminizi seyrettiğimiz zaman, senaryo açısından çok büyük başarı olduğunu görüyorum. Söyledikleri tabii ki çok değerli ama matematiğinin çok iyi kullanılıyor olması söylenenlerin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Hep konuşuruz ya “Türkiye’de iyi senaryo yok, aslında çok öykü var” diye. Biraz da bu matematiğin doğru kullanılmıyor olmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Türkiye’deki senaryo tartışması aslında biraz da bu metamatikle ilişkili değil midir?

Emin Alper: Tabii, kesinlikle. Hikaye kurarken matematik çok önemli. Bunun için de galiba mesafe çok gerekiyor. Yazdığınız şeye mesafe kurup dışarıdan birisi okuduğu zaman ne düşünür, nasıl algılar, bunu defalarca kendinize sormanız gerekiyor. Tabii aynı şey kurgu sırasında da geçerli. Kurgu sırasında da bunu yapmanız gerekiyor. Bol fikir almanız gerekiyor. Evet galiba senaryo yazımında temel eksiklerden biri bu mesafe hikayesi. Doğru feedback’lerin gelmemesi olabilir. Etrafımızda birbirimize gündelik hayatta anlattığımız güzel hikayeler var, oradan iyi film çıkacak diye bir şey yok. Filmin mantığı bambaşka, senaryonun mantığı bambaşka. Bazen çok çarpıcı bir hikaye gibi geliyor “Aa bunu oturayım bir şeyler yapayım” diyorsun, çıkmıyor, olmuyor. Bazen gündelik hayatta bir hikaye anlatırız, başımıza gelmiştir çok komiktir, anlatırız hiç komik olmaz, “Yaşanınca komik” deriz ya onun gibi. Bazı hikayeler senaryoda olmuyor. Ama dediğiniz gibi matematik de önemli tabii ki.

Bu filmin özelinde değil tabii ama Türk sinemasında kadın rollerinin her zaman es geçildiğini veya kadın dertlerinin es geçildiğini konuşuruz. Halbuki son dönemde buna bakan ve doğru bakan, bunu konu edinen birçok film ortaya çıkmaya başladı. Pelin Esmer’den Yeşim Ustaoğlu’na kadar… Bir kadın oyuncu olarak bunu yorumlayabilir misiniz?

Banu Fotocan: Gerçekten kadın hikayesinin çok az olduğunu düşünüyorum. Halbuki üçüncü sayfayı açtığınız zaman ülkede erkek olduğu kadar kadınlar da var. Erkeklerin birilerini öldürdüğü kadar kadınlar da birilerini öldürüyor. Hikayenin iki tarafı da var, hep erkek açısından bakılıyor. Ama kadın yönetmenlerin artması ve hikayelerin artması benim çok hoşuma gidiyor, sadece oyuncu olarak da değil, Türkiye’de yaşayan bir kadın olarak hoşuma gidiyor. Pelin Esmer’i de, Yeşim Ustaoğlu’nu da çok beğenirim, sadece son filmlerini seyredemedim.

Tepenin Ardı Shakespeare tarzı aile ilişkilerinden daha genele giden, daha evrenselleşen, aile ilişkilerinden bambaşka şeyleri, insanın varoluşunu, varoluş problemlerini işaret eden bir film. Normalde bu tür filmler Türkiye’de azdır, daha doğrudan mesajlar verilir, bunun içine Yılmaz Güney’in filmlerini bile koyabilirim. Politik dediğimiz filmler daha doğrudan filmlerdir. Türk sinemasının yapısı böyle. Sizinki biraz daha farklı, bu açıdan tüketimle ilgili belki problem olabilir. Bu konuda ne söylersiniz?

Emin Alper: Politik film yapmak diye hiç özel kaygım olmadı. Ama bazı insanlar karakter olarak politiktir, politikaya meyyaldir. Çocukluğumdan beri gazetelerde çok merak ederdim neler olup bittiğini, üniversite yıllarımda da. Benim hayatımın doğal bir parçasıydı. Dolayısıyla senaryo yazmaya başladığım zaman zaten kendiliğinden böyle hikayeler çıktı. Evet dediğiniz çok önemli bu hikayelerin nasıl anlatılacağı ayrı bir mesele. Benim için estetik de çok öncelikli olduğu için, hikayenin nasıl anlatılacağı da çok önemli olduğu için, hiç bir zaman estetiği, sanatı, hikayeyi araçsallaştırmadım kafamda. Herhalde bununla ilgili olabilir. Filmin derdi, ne söylediği kadar benim için nasıl söylendiği de çok önemliydi. Bu nedenle didaktizmden her zaman çok korktum, uzak durdum ve yeniden aynı noktaya geleceğim burada mesafe çok önemli, yazdığın hikayede mesafe çok önemli. Bazen yazarken mesela kendimi kaybediyorum “Ben neler yazmışım ya” diyorum, bayağı propagandaya girmişim. Bunun için değil başka senaryolar için söylüyorum. Hemen elimine ediyorsun, elimine etme senaryonun matematiğinde çok önemli. Senaryonun yazımında elimine etme bence çok temiz kafayla tekrar tekrar yapılması gereken bir iş.

Filmin çok iyi bir festival macerası var. Türkiye’deki festival başarısından bahsetmiyorum yurtdışındaki festival başarısı daha önemli çünkü bir ilk yönetmenlik, daha vizyon almamış herşeyi bir muamma olan film sonuçta girdiği herşeyden ya bir ödül aldı, ya bir övgü aldı, her şekilde de izleyici ile buluştu. Bu söylediğimiz şeyler bunda biraz etkili olmuyor mu? Yani anlatım şekli, daha insani formlarda, propaganda olmayan, daha direkt olmayan verme şekliniz biraz festival başarısının altındaki sebeplerden biri değil mi?

Emin Alper: Muhakkak herhalde. Söylenen şeylerin başında senaryo çok vurgulanıyor zaten. Senaryo güzel olduğu, metamatiği, çok katmanlı olması, vesaire çok vurgulanan şeyler. Sinema dili de çok vurgulandı, her ne kadar çok en iyi yönetmen ödülü alamasak da. Bir tek Batum’da en iyi yönetmen ödülü geldi. Ama bu vurgulandı. Filmin dili de, atmosferi de, atmosferi kurmaktaki başarısı, mekan kurma da vurgulandı. Bir de bir sürü yerden filmin çok farklı olduğuna dair övgü aldık. “İzlediğimiz pek çok şeye benzemiyor” dediler.

Oynadığınız filmler aslında olabildiği kadar politik. Fakat dikkat edersek politikasını çok da ortaya koymayan filmler. Hayat Var da öyle. Sizin politik sinemaya bakışınızı merak ediyorum. Bu tercihlerin altında sizin politik bakışınız da rol oynuyor mu?

Banu Fotocan: Politik sinemaya bakışımla ilgili bir şey söyleyemeceğim şu anda ama bana şöyle geliyor: Benim oynadığım filmlerde anlatıcı karakterler var, olayı anlatıyorlar, sağa ya da sola yatmadan anlatıyorlar bu benim çok hoşuma gidiyor. Mesela Emin’de en çok hoşuma giden şey o oldu. Reha (Erdem) için de aynı şeyi söyleyebilirim. Ne yapacağını çok iyi biliyordu ve başka yollara sapmadı. “Onu da isterim, onu da isterim” yapmayıp hikayesini anlattı. Yönetmen hikayesini anlatıyor, oyuncular da hikayeleri anlatıyorlar. Çok fazla kendi görüşleriyle ortayı bulandırmadan gidiyorlar. Bu da seyirciye aslında tam da politik bir şey veriyor gibi geliyor bana. Bunu seviyorum, böyle tercih ediyorum da diyebilirim.

Reha Bey’le ilk filminizde, Hayat Var’daki rolünüzle buradaki belki noktada benzer roller, yine çok fazla olaya müdahil değil. Bu konuda bir süreklilik var, size kategorize mi ediyorlar acaba?

Banu Fotocan: Aslında böyle bir durum olabilir. Diziye de bakıyorum orada da yine Doğulu bir kadın, yine lafını söylüyor, yine gerekirse çocuğunu koruyor. Hayat Var’da da öyleydi, hem koruyordu, hem seviyordu, hem dövüyordu. Tepenin Ardı’nda da öyle. Belki oyuncu olarak beni onlara tercih ediyorlar, kategorize ediyor olabilirler, böyle bir şey gelişmiş olabilir. Ya da ben acaba çizerken biraz daha arka planda durmayı mı tercih ediyorum, şimdi bunun için bir şey söyleyemeyeceğim.

Emin Alper: Ben söyleyebilirim.

Banu Fotocan: Söyle… Emin söylesin.

Emin Alper: Oyuncu ararken maalesef öyle bir şey oluyor tabii. Karaktere bakınca benzer karakterlerde oynamış olanlar hemen gözünüze çarpıyor. “Aa bu hemen oynar” diyorsunuz otomatik olarak. Çok farklı rollerde oynamış karakterlerin oyunculuğunu çok görmüşsünüzdür farklı rollerde, onun her rolü oynayabileceğini bilirsiniz mesela. Ama çok tanımadığınız oyuncularda daha çok bu karaktere benzer karakterde oynamış mı, onları nasıl çıkarmış buna bakıyorsunuz.

Banu Fotocan: Açıkçası ben 20 yıldır tiyatro yapıyorum. Emin de geldi seyretti, tiyatroda bir çok rolü oynadım. Bernarda Alba’dan Jean Genet’nin Hizmetçiler’indeki hanımefendiye kadar… Ama sinemada ya da dizide, kameranın girdiği yerlerde genelde böyle bir şey oldu, böyle bir kadına yönelim oldu.

Yine sizinle ilgili şunu merak ettim filmografinize baktığımda, uzun süre dizilerde yer almamışsınız ve filmlerde oynamışsınız. Neredeyse beş, altı yıllık bir süreç bu. Şu an sanıyorum bir dizide rol alıyorsunuz. Bu bilinçli bir tercih miydi, yoksa kariyerinizde öyle mi rastgeldi?

Banu Fotocan: Oyunculuk eğitimine ilk başladığımda ben Şahika Tekand’la çalıştım, 10 yıl da onunla beraber tiyatro yaptım. Ve bayağı tiyatroya takıntılıydım. Sabahın 11’inde girip akşamın 11’ine kadar tiyatro çalışırdım ve dizilere de iyi bir gözle bakmıyordum açıkçası, dizi yapmak istemiyordum. Sonrasında oyunculuk yapmak istiyorum, filmlerde oynuyorum, dizi de yapmak istiyorum, fakat bir şekilde ilişki biçimini beceremedim. Ama sinema çocukluğumdan beri aklımda olan bir şey. Bana “Sinema yap” desinler hep sinema yapabilirim. Böyle bir tercihim oldu, dizi için çok çabalamadım açıkçası. Gelen bazı rolleri reddettiğim de oldu onları çok da beğenmedim. Kayıp Şehir dizisinde oynuyorum şu anda, orada Elmas karakterini oynuyorum. Mardinli bir kadın, iki çocuk annesi. O hikayeyi sevdim. Bu sefer ilk defa sevdim. Filmlerde olduğu gibi, senaryosunu da sevdim, sinopsis geldi kadının hikayesini de sevdim, ben bunda bir şeyler yapabilirim gibi gördüm. Ama daha önce dizilerde bunu pek göremiyordum.

Dünya genelinde de böyle bir dönüşüm var. Bütün önemli yönetmenler ve önemli oyuncular dünyada da diziye dönmüş durumda, dizide oynuyorlar ve dizi çekiyorlar. Sonuçta Türkiye de hiçbir şeyden bağımsız değil, buradaki oluşum ve dönüşüm de buna benzer olacaktır. İlk başlardaki dizi kalitesizliği daha olgunlaşmaya başladı. Bu sanıyorum oyuncular için de, özellikle genç oyuncular için çok büyük bir şans.

Banu Fotocan: Çok büyük bir fırsat. Benim şimdi gençliğime baktığım zaman çok da fazla dizi yoktu. Diziye özenmiyorduk da, istemiyorduk da zaten tiyatro yapıyorduk, öğrenciydik ya da ilk defa profesyonel oluyorduk. Sonradan değişti ve şöyle bir şey oldu, oyuncuları da diziye almaya başladılar. Eskiden çok da oyuncular oynamıyordu. Bizim için de “Orada da deneyelim oyunculuğumuzu” diyeceğimiz bir sistem gelişti. Dolayısıyla ben de bakmaya başladım: “Ben de dizide oynayabilirim, nerede oynayabilirim, hangi kanalla, hangi yapım şirketiyle…” Bunlara da dikkat etmeye çalışıyorum oyuncu olarak. Sadece para kazanayım diye dizi yapmadım şimdiye kadar herhalde yapmam da bundan sonra.

Zaten bir bakışınız ve bir duruşunuz var, bu söyledikleriniz de onu destekliyor. Benim her kadın oyuncuyla yaptığım röportajda sorduğum bir şey vardır; 1980’ler hatta 90’ların ilk yarısı sinemada feminizin ayak seslerinin duyulduğu dönemlerdir, kişiler üzerinden olsa bile gerçekten feminist duruşu olan filmler yapılmıştır. Fakat 90’ların ikinci yarısından itibaren ve özellikle 2000’lerde bu konuda çok fazla geriye adım atıldığını düşünüyorum. Buna katılıyor musunuz, bunun sebebi olarak ne görüyorsunuz? Sonuçta bir kadın oyuncusunuz. Ve bir şeyleri desteklemenin bir faturası var, bu faturalar mı şişti artık oyuncuların üzerindeki acaba?

Banu Fotocan: Kesinlikle olabilir. Mesela Uçurtmayı Vurmasınlar zamanından bahsediyorsunuz değil mi? İlle feminist filmler yapılsın demiyorum ama ne olur şu kadın kokusu, kadın düşüncesi, kadın nasıl bakıyor hayata, yine bir yükselme olsa nasıl sevineceğim anlatamam size, sadece oyuncu olarak değil. Sistem daha erkek oldu. Dolayısıyla film sektörü de daha erkek oldu sanki.

Aslında ezilen daha çok bağırır. Normalde sinemasal olarak tepkinin artması gerekmez mi? Dünyanın genelinde dikkat edin bütün ilerleyen sinema bu tür baskılar üzerine kendini ortaya koymuştur. Halbuki Türkiye’de hem senaryo hem oyunculuk babında, ki ben oyuncu olduğunuz için oyuncu tarafını soruyorum, o faturayı ödeyen insan sayısı çok az veya yok.

Banu Fotocan: Neredeyse yok. 80’lere bakıldığında neredeyse yok. Çok üzücü aslında tiyatro tarihine baktığımda da çok az kadın karakteri vardır, Türk sinemasında da öyle.

Bu konuda aslında sizin de fikrinizi merak ediyorum.

Emin Alper: Ben Banu kadar karamsar değilim çünkü eskiden daha erkekti sektör. Yeşilçam çok daha erkekti eskiden. Genç kuşak gelene kadar Bilge Olgaç dışında bir kadın yönetmenimiz yok. Biket İlhan var. Genç kuşakta çıkıyor, çıkacak da, ben biliyorum şu an çekiyorlar. Zeynep’le Merve çekti, Senem Tüzel çekecek. Melisa var. Sayıları artacak. Yönetmenin cinsel kimliği ile ilişkili. Tabii ki erkekler daha çok erkek hikayeleri anlatıyorlar, tecrübelerinden kaynaklı. Kadınlar da muhtemelen daha çok kadın hikayeleri anlatmak isteyecekler, kadın hikayeleri çoğalacak. Bence yapmamız gereken erkeğe zorla kadın hikayesi anlattırmaktan ziyade -çünkü bu hayalgücü, bir şeyi zorla dikte ettiremezsiniz- kadın yönetmenlerin sayısının artmasını beklemek, istemek, arzulamak. Ki oluyor da zaten.

Tepenin Ardında’nın şablonuna baktığımızda Türkiye’deki ötekileştirmede asıl hedef Kürtler, Kürt problemi. Bunu bu şekilde isimlendirmek biraz filmin evrenselliğini sakatlıyor olabilir mi?

Emin Alper: Bence sakatlamıyor çünkü bu heryerde anlaşılıyor. Her yerde ben söylüyorum zaten, soru-cevaplarda. Yeni Almanya’dan geliyorum, soru-cevaplarda çok soruluyor. Orada oryantalist bir bakış olduğu için hemen “Bu Türk erkeği, Türk kültürü” diyor. Seyircilerden de tepki gelebiliyor “Ne alakası var bu her yerde oluyor” diye. Bazen seyirciler benden önce söylüyor, mesela Berlin’de bir kadın kalktı “Siz Almanlar’ı anlatmışsınız. Biz Almanlar böyle yalancıyız, biz şöyle kötü insanlarız” diye.

Yani her yerde ötekileşiyorsunuz aslında biraz.

Emin Alper: Elbette bu evrensel hikaye hemen anlaşılıyor zaten, onda bir problem olduğunu düşünmüyorum. Oryantalist, dar kafalı bakmıyorsanız bunun evrensel mesajı anlaşılıyor ama elbette ki bu hikayenin Türkiye’de yazılmasının bir anlamı var, Türk yönetmen tarafından yazılmasının bir anlamı var. Benim doğrudan ilham kaynaklarım, hayalgücüme damgasını vurmuş mesele bu memlekette yaşanan çatışmalar, adıyla da Kürt meselesi. Ama “Onlar Kürtleri sembolize ediyor” demem. Evet onlar, ama onların yanında ötekileri de, binlerce ötekiyi de sembolize ediyor.

Bunu sormanın sebebi şuydu, normalde aslında bunun bir cevabı yok, yani bunu kimse cevaplayamaz. Zaten cevabı olsaydı yüzyıllar içinde bu bulunur giderdi. Bu biraz varoluşsal bir soru ve hep tartışılacaktır. Tabii ki çok önemli etkileri var ama biraz kendi açınızdan boşa atılmış çığlıklar gibi olmuyor mu?

Emin Alper: Tabii olmaz mı… Onu her zaman yaşıyorsunuz, her alanda yaşıyorsunuz. Dedim ya ben üniversitedeyim, orada makale yazıyorsun, makaleni okuyan insan sayısına bakıyorsun, zaten senin gibi düşünen insanlar. “Niye uğraşıyorum” diye düşünüyorsun. Aynı şekilde film yapıyorsun, filmi izleyen insanlar ve etkilenen insanlar zaten senin gibi düşünen insanlar oluyor. O yüzden ben en başından beri yaptığım işe öyle büyük anlamlar atfetmedim. Bu iş iğneyle kuyu kazma işi. Bir film olur, iki film, üç film, beş film, on film olacak. Filmlerin sayısı artacak, ufak ufak bunlardan etkilenen insanlar olacak, ne bileyim Ağrı’da okuyan bir öğrencinin eline geçecek bu film, sevecek, başka filmler izlemeye başlayacak falan… Böyle çok küçük, küçük mütevazı adımlarla yapılan katkılar bunlar. Eğer hedefimiz büyük olursa, beklentimiz büyük olursa hayalkırıklığımız da o anlamda çok büyük olur. Ben o anlamda dersimi aldım, üniversite yıllarından itibaren politik anlamda, toplumsal ve politik dönüşüm anlamında çok mütevazı olmak gerekiyor.

Aslında sanatsal yönü güçlü oyuncuları çok merak ederim. Çünkü sonuçta sinema, hatta tiyatro bir yönetmen sanatı, tatmin anlamında da aslında yönetmeni tatmin eden bir üretim. Oyuncu bir alet yönetmenin elinde. Peki sanatçı kimliğiniz açısından en azından senaryo yazmak, yönetmenlik düşünüyor musunuz? Oyunculukta gerçekten tatmin olduğunu hissediyor musunuz?

Banu Fotocan: Tiyatroda yönetmenlik yapmayı düşünüyorum mesela. Ama sinemada yönetmenlik benim için zor, sinemada oyuncu olarak kalabilirim. Ama tiyatroda yönetebilirim. Çünkü sadece yönetmenlik kamera arkasına geçip oyuncuyu yönetmek değil büyük bir iş gibi geliyor. Hikaye yazmak, evet olabilir, neden olmasın diyorum. Ama sinemada yönetmenlik benim için çok zor. Tiyatroda biraz daha kolay o alanı daha iyi biliyorum diyebilirim. Ama oyunculuk beni tatmin ediyor.

Son iki sorum var. Birisi Seyfi Teoman’la ilgili. Bir yönetmenin ilk filmi açısından gerçekten şanssız bir süreç bir arkadaş kaybı. Ama bir yandan da bir filmde yaşanabilecek bütün anlamlı şeyleri yaşadınız. Bu konuda da yorumunuzu merak ediyorum.

Emin Alper: Banu’nun bıraktığı yerden devam edeyim. Yönetmenlik benim için de zor, zordu ve çok korkutucuydu. Benim hiç bir set tecrübem yoktu. Çektiğim iki kısa film dışında hiç sette bulunmadım doğru düzgün. Ama Seyfi’nin varlığı benim açımdan çok büyük bir avantajdı, film için de avantajdı ve artıydı. Çok kısıtlı zamanda çektik filmi biliyorsunuz, üç haftada çektik. Üç haftada bu filmin bitirilmesini büyük ölçüde Seyfi’ye borçluyuz. Hem çok iyi, çok uyumlu bir ekibi bir araya getirdi, hem de tecrübeleriyle bana çok yardımcı oldu, beni çok rahatlattı. Başım ne zaman sıkışsa danışacağım birisi vardı. Olmadı, ben yapamadım, Seyfi’ye bırakır kaçar giderim diye düşünüyordum. “Seyfi sen bitir şunu” deyip giderdim. O açıdan çok rahatlattı seti, çok olumlu katkıları oldu. Kurgu aşamasında da öyle. Kurgunun özellikle son döneminde Seyfi de yanımızdaydı hep, fikir alışverişi yaptık, konuştuk, tartıştık. Çok önemli katkılarda bulundu, çok önemli fikirler verdi. Seyfi benim zaten eski arkadaşımdı, böyle bir paylaşım içerisinde olmak çok hoşumuza gitti ve hatta “İkimiz birlikte bir film çekelim” diyorduk. Çok acı bir kayıptı. Hepimiz için ayrı, benim için şahsen çok acı bir kayıp oldu. Ama tek teselli filmin bitmiş halini gördüğü Berlin’deydik. İstanbul Film Festivali’nde sahneye çıktık hep birlikte. En azından onları yapabildik.

Son soru olarak, filmin sinema salonu problemi var, bu genel itibarıyla son dönemde Türk sinemasının üstündeki bir kaos. Bildiğim kadarıyla film 20 kopya vizyona girmek istiyor ama o sayıda kopyaya bile erişebilmiş değil son durumda. Bu konuda ne diyeceksiniz?

Emin Alper: Biz 20’yi çok düşük bir rakam olarak bulurken onu bile sokamıyoruz. Şu an sadece kopya masrafını karşılamamız için 20 bin izleyiciye ihtiyacımız var. Yedi kopyayla da bu biraz hayal. Zaten iki hafta sadece gösterilecek. İki haftada, 7 salonda 20 bin kişi hayal. Dolayısıyla şu an yapımcılar için filmi sokmamak daha karlı. Zaten Kültür Bakanlığı’ndan destek aldığımız için maliyetimizi çıkardık, kara da geçti ödüller sayesinde. Şu an filmi gösterime sokarak sokağa para atıyor arkadaşlar. Böyle acı bir durumla karşı karşıyayız. Sorun çok büyük tabii ki. Tekel sorunu var, seyirci sorunu var. Salonların çok büyük kısmı belli bir grubun elinde ama şeyi de görüyorsunuz, Beyoğlu’ndaki sinemalar kapanıyor, insanlar gitmiyor çünkü. Alkazar kapandı, Emek zaten kapalı, Beyoğlu şu an can çekişiyor. Kaçak DVD piyasası bizi ayrı bitiriyor, kültür değişiyor, AVM’lere taşınıyor sinema izleyenler. Artık tüketim kültürünün bir parçası olmaya başlıyor. Çok büyük ciddi sorunlar var ne yapacağız bilmiyorum. Bunun için bizim de tek çaremiz herhalde alternatif, bağımsız bir sinema dağıtım ve sanal ağı kurmak.

Bu noktada Kültür Bakanlığı’nın sinemaya desteği var, proje desteği olarak veriyor, senaryo desteği olarak veriyor, film çekim desteği olarak veriyor. Fakat sanıyorum bunun bir üst mekanizmada organize edilmesi gerekiyor. Siz olayları büyüttüğünüzde yenilmez bir hale geliyor, evet toplum değişiyor, diğer söyledikleriniz oluyor ama böyle bakamayız sonuçta.

Emin Alper: Çözümü yok anlamına gelmiyor bu. Bir kere artık sinemayı tamamen piyasaya bırakma mantığından uzaklaşmamız gerekiyor. Yedinci sanat zaten adı üstünde, sanat olduğu, bir kültürel faaliyet olduğu artık ispatlandı. Nasıl tiyatro, opera tümüyle piyasaya bırakılmıyorsa, bu da tamamıyla piyasanın kaderine bırakılamaz. Bunun artık dediğiniz gibi bir üst seviyeye çıkarılması lazım. Filmleri desteklemek, yapımları desteklemek değil aynı zamanda seyirciyle buluşma kanallarının da açılmasında kamusal kaynakların, devletin de el atması lazım. Bu da çok büyük paralar gerektiren bir şey değil. İstanbul’da dört tane salon, beş tane salon en azından başlangıç için çok anlamlı. Bunu pekala devlet sağlayabilir. Bir sürü atıl kültür merkezi var, kimsenin gitmediği kültür merkezleri var, salonlar var.

Sizin için de şöyle bir durum var, sanatsal açıdan çok güçlü filmlerde oynuyorsunuz ama sanıyorum izleyenler açısından dördünü toplasak 20 bin, 30 bin kişi eder mi? Çok güçlü, çok sanatsal ama seyredilmeyen filmlerin oyuncusu olma durumunuz var. Sizin düşünceleriniz nedir bu konuda?

Banu Fotocan: Ben bu durumdan memnunum hiç bir şikayetim yok. Bir ara şey düşünülüyordu, kimler düşünüyordu bilmiyorum ama “Böyle filmlerin gösterileceği bir yer olsa bu bile işimizi görmez mi” diye düşünülüyordu. Seyirciye ulaşamayan filmlerin gösterildiği bağımsız sinema gibi, bağımsız salon.

Filmle ilgili benim size sormadığım sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Emin Alper: Bence film çok heyecanlı, çok aksiyona dayalı, hiç sıkıcı değil! Seyircilere mesajım bu.

Banu Fotocan: Ben sadece duygusal bir şey söyleyeceğim benim için çok özel bir film. Ben Seyfi’yle bu filmle tanıştım. İyi ki de oynamışım bu filmde. Emin’le bu filmle tanıştım. Benim için duygusal anlamda çok özel bir yeri olan film Tepenin Ardı.

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.