Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne 1997 yılından beri gidiyorum, belki bir sene ara vermişimdim. Politik olarak onun dışında hep işimin başındaydım.

O zaman şehir içinde kalır, şimdi ismini hatırlayamadığım karanlık, yalnız ve kimsenin rağbet etmediği bir salonda film izlerdik. Yarışma için film bulunamaz, bulunan filmler de seyirci dahil kimsenin ilgisini çekmezdi. Gemide geldi birden aklıma, Milliyet’e ve Milliyet Sanat dergisine ‘Portakalları Gemiye Gençler Taşıdı’ diye bir başlık yazmıştım 1998 yılında. En iyi ikinci filmmiş Gemide, ilk film Yılmaz Arslan imzalı Yara’ymış… Aklında başka türlü kalmış…

Sene 2012… Her şeyin sosyal medyada değer kazanıp kaybettiği bir dönemde bakıyorum da sinemamız pek de bir yol kaydetmemiş aslında. Yine aynı tartışmalar, tatminsizlikler… Yapımcısına takılmalar, güçlü adaylar yerine ikinci alternatifin peşine düşmeler ya da başka isimler bulmalar…

Nuri Bilge’nin Kasaba’sından bu yana ne değişmiş ki? Gelelim bu sene Altın Portakal’da yaşananlara… Adana’yı tercih edenler dışında, ilk gösterimlerini Altın Portakal’da yapmak isteyen yönetmenlerin filmleri vardı. Kuma son anda yabancı yapımcıdan dolayı yarışmadan çekildi, geriye on film kaldı, onun da sekiz tanesi ilk filmdi. Kendi adıma Hile Yolu, Zerre, Güzelliğin On Par Etmez, Elveda Katya ve Küf ortalamanın üstüne geçen filmlerdi. Hatta festivalin politik atmosferine kendimi biraz kaptırdım ki Hile Yolu’nun almasını diledim ödülü, tür filmi olabilecek sağlamlıkta bir anlatımı vardı ve bu ülkede anlamsızca işlenen azınlık cinayetlerine eğiliyordu. Hrant Dink’e çakılan bir selam vardı filmde..

Ama işte burada başka bir şey devreye giriyor. Tabii ki tetikçilerin hayatını anlatabilir, onların amaçsızca bir anlayışa maşa olmasından bahsedebilir filmler ama neden bu kadar uzak düşüyor ana konunun yaydığı duyguya. Aynı şey Küf için de geçerli. Kayıp oğlunun peşinde psikolojisi, hayatı bozulan, etrafındaki herkes ölürken ölmeyen bir babanın dramı elbette etkili. Ama farkında mısınız herkes yaşananlardan dolayı geri çekilmiş, kendini iç dünyasının karanlığına hapsetmiş… Tamam sessiz çığlıklar atalım, sessizce lanetleyelim ama ben oğlu gözaltında kaybedilmiş bir babanın taşı toprağı kazarak oğlunu aramasını izlemek isterdim! Tabii o konuda da haklısınız, bana da çoktan gözaltına alınır bu ülkede! O yüzden Küf görülmedi bu jüri tarafından. Hem bildik bir sinema dilinin tekrarı olduğu için hem de bu kadar sessiz kaldığı için… Ya da politik bir argüman bu jüride fazla değer bulmadığı için…

Menekşe’den Önce belgeseli evet bir belgesel ama bu ülkede yaşanan bir soruna bu kadar isabetli bir parmak basış olabilir. İşte bu tatta filmler bekliyoruz, belgeselin gerçekliği farklıdır buna da evet, ama sessizlik artık çare değil! Ben bunu bilir bunu söylerim…

Gelelim Zerre’ye… Festivalde en iyi yönetmen (Erdem Tepegöz), en iyi ilk film ve en iyi sanat yönetimi ödüllerini kazandı. Jale Arıkan herkesin favorisiydi ama başka bir festivale kaldı ödül alması. Anna Andrusenko zaten herkesin Arıkan’dan sonra ikinci ismiydi. Ona da çok itirazımız olmadı yani! Zerre gerçekten de başarılı, temposu iyi, anlattığı konunun derinliğine hakim bir film… Sonunu tekrar başa bağlayan bir anlatım sunması da biraz düşündükten sonra mantıklı geliyor.

Güzelliğin On Par’ Etmez Hüseyin Tabak gibi başarılı bir isimle tanıştırdı bizi. Kendisi Haneke’nin öğrencisiymiş bir kat daha sevdim kendisini bunu duyunca. Zaten Aşık Veysel’e çaktığı selamla sempatimi kazanmıştı. En iyi film ödülünü kucaklayan film, en iyi ilk film ödülünü iki senedir çürütüyor zira o ödülü alan da ilk film oluyor. Buna bir açıklık getirilmesi lazım. En iyi ikinci film olsa mesela? Eskiden vardı üçe kadar uzanıyordu filmler…

Gelelim En iyi erkek oyuncu ödülüne… Evet ödül gecesinin en şok anıydı, hani bir yerlerde bir aşırtma bekliyorduk ama bu kadar da değildi! Abdulkadir Tuncer on yaşında bir çocuk, en iyi erkek oyuncu ödülüne kendisi dahil hepimiz şok olduk. Umut vaat eden, dikkat çekilmesi gereken başka bir ödül verseydi jüri daha anlamlı olurdu bence. Tabii burada hemen kafamızda başka ışıklar yandı ve Hülya Avşar’ın Derin Düşünce filmindeki kız çocuğunun karakterine tepki olarak bu ödülü başka bir çocuğu verdiğini düşündük, tabii bir de Yetenek Sizsiniz Türkiye programında her çocuğu öpmesi onun çocuklara olan sempatisini akıllarımıza getirdi… Evet çok tatlı bir çocuktu, bir çocuktan beklenecek ölçüde rahat oynamıştı. Aklıma hemen Min Dit (Ben Gördüm) filmin oyuncusu Şenay Orak geldi o da 13 yaşındaydı İstanbul Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülü aldığında. Keşke bu ödüller çocuklara teşvik olsa da onları sonra başka filmlerde de görsek!

Elveda Katya gerçekten de eli yüzü düzgün, senaryoda bazı sarkmalar, uzatmalar ve mantık hataları olsa da tatmin edici bir hikaye sundu izleyenlere. Kadir İnanır’ın yaşlandığını görüp üzüldüm nedense, ama oyunculuğu gayet iyiydi, kötü olması da beklenemezdi zaten! Anna’da naif oyunculuğu ve duruşundaki masumiyet ile sempatiyi topladı ve ödülü kaptı. Ödülü ortasından koptu, neyse ki ödüllerin malzemesine, değerine ilişkin bir yaygara kopmadı!

Altın Koza ve Altın Portakal ayrımlarına özenle kulak tıkıyorum, neden yerel yönetimlerin tuzağına düşüyoruz ki biz yazarlar, sanatçılar, oyuncular vs… İki ayrı şehirde ülke sineması adına bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Biz de onları takip ediyor,yazıyor ve çiziyoruz… Ben İlyas Salman’ı sanatçı kişiliyle ele alıyorum. Zaten herkesi politik kimliğiyle ele almaya kalksak mutlaka bir açık buluruz ondan uzaklaşmak için… Sevilay Yükselir’i de o yüzden ciddiye almaya gerek yok diyorum, ikinci adam ya da değil benim için İlyas Salman önemli bir sinema adamıdır. Sonuçta yandaş medya diye kimse sabah gazetesinde yazmamazlık, okumamazlık etmiyor.

Ülkemiz inanılmaz politik süreçlerden geçiyor, en ufak bir laf etme saf belirlemeye dönüşüyor, eskiden konuşmak özgürlüktü. Şimdi fikrini beyan etmekle eşdeğer bir politik ayrım oluşuyor. Sıkıntılı yani… Sinema adına yeni bir şey var mı, yeni bir anlayış var mı ona bakmak lazım diyorum, sanatı biraz rahat bırakıp sanatsal kalıplara tekrar sokmak lazım diyorum. Politika sanatın da bir parçasıdır zaten.

 

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.