Özcan Deniz yönetmenliğini yaptığı ikinci filmi Evim Sensin’i vizyona soktu. Daha önce birçok filmde oynadığı ve senaryosunu yazdığı halde “Hala ilk filmimi çekmedim” diyen Deniz kendi hayatından yola çıkarak yazdığı fakat daha çekim aşamasına gelmemiş filmini işaret etti…

Türk sinemasında Mahsun Kırmızıgül, Yavuz Bingöl gibi daha önce türkücü olup sinemaya geçen isimlere alışığız. Burada ilginç olan ise bütün bu isimlerin yaptıkları filmlerle belirli başarıyı yakalamaları. Özcan Deniz de bu isimlerin bu anlamda en tecrübelilerinden. O hem oyuncu, hem senarist hem de yönetmen olarak artık kendini kanıtladı. Hatta o kadar kanıtladı ki ikinci yönetmenlik denemesinde bir Güney Kore filmini sinemamıza uyarladı. Filmde uzun yıllar beraber olduğu ve son dönemde ayrıldığı Fahriye Evcen ile birlikte rol alması da işin ilginç kısmı. Bu beraberliğin filme katkısı olduğu, izlendiği zaman anlaşılıyor. Zaten Özcan Deniz de bunu kabul ediyor. “Tabii benim Fahriye’yi tanıyor olmamın da çok büyük yardımı var bu işte. Diğer projelerinde nasıl olduğunu bilmiyorum ama ben Fahriye’nin makyajsız o porselen yüzünü daha çok seviyorum” diyerek filminde Evcen’le çalışmasının yararlarından bahsediyor. İşte bu romantik filmin ilginç hikayesini Özcan Deniz sizler için anlattı.

Evim Sensin, Ya Sonra’dan sonra ikinci yönetmenlik denemeniz. Uyarlama bir senaryo. Neden uyarlama bir senaryo tercih ettiniz?

Seyircinin çok seveceğini düşündüğüm bir iş. Şükrü Bey’le (Yapımcı Şükrü Avşar) bizim ilişkilerimiz çok köklü ve benim çekmemi çok istedi. Bayağı sekiz ay çok istedi. Sekiz ay ben bunu çekmemek için çok direndim ama zaten oyuncusu olarak içindeydim. Başka bir projeye hazırlanıyordum, onun yönetmenliğini yapacaktım, kendi özgün hikayemdi. Sonra oyuncu olarak buna dahil olunca onu zaten ertelemek zorunda kaldık. Ya Sonra’yı izleyince Şükrü Ağabey ısrarla “Bunu sen çek” demeye başladı. Yani Ya Sonra’yı çekmiş olmam çok etken oldu. Aynı şekilde Fahriye de (Evcen) “Sen çekersen ben olurum” demeye başlayınca ben de çektim.

Orijinal filmi seyrettim. Filmi çok özel buldum, çünkü çok sağlam bir melodram. Hatta sizin uyarlamanızdan daha melodramatik bir yapıya sahip. Orada kötü adam daha kötü, sonu mutlu bitiyor. Sizin final tercihiniz de orijinal senaryodan daha farklı. Neden bu değişiklikleri tercih ettiniz?

Senaryoyu uyarladığımda… Bu arada şu ayrımı yapmam gerekiyor bu öykü uyarlama değil, senaryo uyarlama. Öyküyü alıp başka bir senaryo yazmadık, senaryoyu uyarladık. İlk uyarladığımda bir çok final vardı, başka alternatifli finaller de vardı. Genel olarak insanlar bu finali daha çok destekledi. Biraz öyle yönümüzü bulduk. Ve Şükrü Ağabey çok istiyordu bu finali kullanmamı. Ben de o yüzden bu finali tercih ettim, yoksa başka finaller de vardı.

Filmde bir Yeşilçam havası var ve bizim izleyicilerimizin bunu çok özlediği de bir gerçek…

Herşeyden öte bir hikayenin sonu olmalı, ben ona inanıyorum. Bir film izletiyorsunuz, hikayenin bir sonu olmalı. Tabii ki şu da bir tercihtir, seyircinin filmden çıktıktan sonra kendi sonunu yazması, herkesin kendi hayal gücüyle kendi finalini oluşturması… Bu da bir tercihtir zaten orijinali öyle yapmış. Ancak ben bir finali olsun istedim. Eğer ondan farklı bir şey yapılacaksa biz bir final koyalım dedik ve final öyle oldu.

Son dönem festivallerde izlediğimiz filmlerde durumların anlatıldığı ancak hikayelerin olmadığı, hatta belgesel tandanslı filmlerin ödül aldığı gözleniyor.

Art sinemada başarılmaya çalışılan şey gerçekçilik duygusunu yakalama kaygısı. Hayat gerçekçiliğine yakın işler yapma duygusu, hayatın gerçekçilikle örtüşen anlarını çekmeyi getiriyor. İşte yemek yapan, evi süpüren kadın, kavga eden, yemek yiyen adam, çay içen, yürüyen insan… Art sinema bunlarla çok doluyor, bunlarla dolunca belgesel havası biraz da bundan oluşuyor. Ama öykü anlatmak bunları biraz devre dışı bırakmak anlamına geliyor. Öykü anlatmak bu tarz detayları daha minimalize kullanıp, daha çok öyküye ağırlık vermek demek. Bu da işi ticari sinema yapıyor. Bu dille de bir yönetmen sineması çıkarılabilir, o denemeyle alakalı bir şey.

Yabancı kültürde üretilen bir öyküyü bizim kültürümüze uyarlıyorsunuz. Burada dikkatimi en çok çeken şey ilk sahnelerde sizin saç şekliniz, apaçi saçlarınızdı.

Apaçiyi bilerek kullandım çünkü genelde böyle dar gelirli erkekler saçlarını pahalı kuaförlerde, dünyanın takip ettiği moda kesimlerinde değil de daha çok kenar mahalle berberlerinde ortak apaçi modasında kestiriyorlar. Bizim İskender’imiz de, yani kahramanımız geliri düşük, standart hayatı olan birisi, nerede kestiriyordur bu adam saçını, başını, mahalle berberinde kestiriyordur. Görmüyoruz onları ama oralara gidiyorsa bunun saçı apaçidir. Çok da üstünde durmadım. İşin açıkçası filmde hem oynayıp hem de yönetmek en büyük zorluklardan birisi. Oyuncu olarak kendimle saçımdı, başımdı, makyajımdı çok ilgilenmedim. Bilerek ilgilenmedim. Ben daha çok filmin duygusuna önem veren biriyim, bütününe önem veren biriyim. Genel olarak tabii ki belli bir standartı, belli bir karakter yapısını tutturmak zorunda olduğumu biliyorum ama çok da onlarla boğuşmadım. Kuaför geliyordu, “Çek elini, uzaklaş” diyordum. Çünkü çekmem lazım.

Melodramlarda şöyle bir şey olur, bir erkek ve bir kadın karşılaşır birden aşık olurlar ama niye aşık olduklarını anlamayız. Sizin filmde döner kapı sahnesinde çok belirgin bir cinsel çekim mesajı veriliyor. İlişki ilk başta cinsel çekim üzerine kurulmuş bir ilişkiydi ve bunu çok da rahat vermişsiniz filmde. Bunu nasıl sağladınız?

Çünkü hikaye zaten bize bunu emrediyor. Hikaye sıfır noktasından başlıyor bunların tanışması anlamında. Bunlar tanışmalı, bir çekim alanı içerisine ikisi hapsolmalı ki o döner kapıda hapsolması ve o daracık alanda o auranın ikisini de etkilemesi ve sonrasında bu etkinin bir yıl hiç kesintisiz sıcaklığını içlerinde koruması ve tekrar karşılaştıklarında bıraktıkları yerden aynı duyguyla devam etmeleri… Yani hikaye zaten bunu emrediyordu, buna uygun sahne yaratmaya kalıyordu iş. Onu da orada o döner kapıyla çözdüm.

Filmi seyrettikten sonra filmle ilgili yorumumu sorduklarında beni en çok şaşırtan şeyin Fahriye Evcen’in tipi olduğu söyledim. Biz daha önce Aşk Tutulması’nda da Fahriye Evcen’i seyrettik. Evim Sensin’in ilk iki, üç sahnesinde neredeyse tanıyamadım diyebilirim. Bir farklılık vardı. “Herhalde Özcan Bey’in bakış açısındaki farklılığın yansıması” dedim. Fahriye Evcen iyi yansıtılmış, üstünde çalışılmış daha doğrusu. Bir yönetmen olarak üstünde çalışmışsınız. Biraz da bundan söz eder misiniz?

Tabii benim Fahriye’yi tanıyor olmamın da çok büyük yardımı var bu işte. Diğer projelerinde nasıl olduğunu bilmiyorum, şu an takip etmiyorum ama ben Fahriye’nin makyajsız o porselen yüzünü daha çok seviyorum ve çok makyaj yapıldığında başka birine dönüşüyor. Genelde televizyonda Fahriye’yi öyle kullanıyorlar. Biraz o yüzden Fahriye’yi makyajsız, mümkün olduğu kadar sade kullandık. Zaten karakterin saflığı üzerine kurulu bir hikaye. Saf ve içindeki o saflığın gözlerinde görülebildiği ışıl, ışıl bir yüzdü yapmak istediğim. Fahriye’de o potansiyel zaten vardı.

Melodrama bakışınız nedir, melodram sever misiniz tür olarak?

Severim. Dünya sinemasına, Türk sinemasına baktığınızda melodramlar daha ağırlıktadır. Severim çünkü insan yaşamında insanın en çok empati kurduğu, kendi hayatıyla özdeşleştirdiği filmlerdir bunlar. Kendi hayatınızda kaç kere bir korku tüneline girmişsinizdir, bir korku ya da gerilim hikayesi kaç defa başınıza gelmiştir? Ama hayatınızın her döneminde, her yılında, her evresinde bir melodram hikayeniz mutlaka vardır. Ayrılmışsınızdır, sevmişsinizdir… Yalnızlığınız, hayaliniz, çocukluk aşkınız, falanınız, filanınız… O yüzden insanlara en yakın duygu sinema türü olarak. Hepimizin sevsek de sevmesek de izlemekten keyif aldığımız; tutkun olmamız gerekmiyor bir şekilde izlediğimiz ve arşivimizde bulunan filmler bunlar. Ben de o dozda seviyorum yoksa sadece bu sinema türünü seviyorum diyemem.

Yeşilçam’la yeni sinemayı karşılaştırdığımız zaman aradaki en büyük farkın biraz da melodramdan kaynaklandığı düşünüyorum. Belki sinema niye yeteri kadar tüketilmiyor eleştirilerinin sebebi de bu. Son dönem sinemayı dil açısından değerlendirebilir misiniz? Sizce doğru bir yerden mi gidiyor şu anda Türk sineması?

Son dönem sineması genelde iki tür üzerinde daha çok ağırlıkta. Çok çeşitliği yok. Bence son dönem Türk sinemasının bir çeşitlilik problemi var. Daha çok ya politik, ya sulu komedi ağırlıklı. Aradaki filmler de gerçekten arada. Yani onlar da kimliksiz. Bazen siyasi, ya da sosyal içerikli filmler çekilmeye çalışılıyor ama bir yere dayanmıyor film çünkü onlar da popüler olma, gişe yapma kaygısıyla yapıldığı için ayakları çok yere basmıyor. Belki siyasi anlamda daha sert anlatımlara, fantezi anlamında daha hayal gücü yüksek hikayelere, komedi anlamında da biraz evrenselliğe ihtiyacı var. Belki bunlarla çeşitlendirilebilir.

Ercan Kesal’la aynı konuyu konuşurken, “Türk sinemasının bir dili olduğunu söyleyemem ama dili belirleyen insanların dertleridir” dedi. Buradan çıkarsak yola, mesela politik film dediniz, gerçekten politik film çekiliyor mu?

Çekilmiyor işte onu söylüyorum. Daha radikal politik filmler çekilebilir, daha sert. Gerçekten korkmadan hükümeti de eleştirebilirsin, Türkiye’deki terörü de eleştirebilirsin, herşeyi eleştirebilirsin ama Türkiye’de buna izin veren bir konjonktür hiç olmadı. Politik sinema hep bu anlamda sınırlandırıldı. Diyeceksiniz ki Avrupalı korkmuyor bundan, ya da Amerikalı korkmuyor bundan. Korkmuyor çünkü onun dünya seyircisiyle ilişkisi var. O “Ben bu ülkeyi eleştiriyorum” ya da “Obama’yı eleştiriyorum” dediğinde kimsenin “Ben gitmem bu filme” demesi söz konusu olmuyor. Ama burada Türk sinemacısı şunu biliyor ki “Ben bu kadar sert bir çıkış yaparsam, bu filmi zaten dünyaya satmıyorum buradaki seyirciye satıyorum, buradaki seyirciye ulaşmayacak bu film ben de 5 milyon doları elinden gitmiş, bir daha belini doğrultamayan bir adama dönüşeceğim.” O yüzden elini korkak alıştırıyor.

Filminiz bildiğim kadarıyla festivallere katılmadı. Bunun sebebi nedir?

Özgün hikayem değil de ondan. Özgün bir hikayem olsa gönderirdim.

Filmin sonunda zaten uyarlama olduğunu söylüyorsunuz.

Son jeneriğe kadar takip ettiyseniz diğer filmin adı falan hepsi yazıyor. Şükrü Bey’le en başta bunun konuşmasını zaten yaptım. Şükrü Bey orijinal filmin çok orasıyla burasıyla oynamadan uyarlamamı, senaryoyu uyarlamamı istedi. Bana yüzde 30, yüzde 40 gibi oynama izni verildi ben o yüzden o kadarıyla uğraştım. Hatta bir çok çektiğim planları masada attık. Nereden aldığımız, nereden uyarladığımız, kaynağımızın neresi olduğu belli olsun. “Hangi filmi uyarladığımız belli olsun” özellikle bizim tercihimizdi.

Filmin müziklerine gelirsek. Çok farklı müzikler vardı. Yabancı müzik vardı, Türkü vardı…

Filmin müziklerini Yıldıray Gürgen’le beraber yaptık. Scoring müzikler, genelde daha çok durumu anlatan müzikler olduğu için onların senfonik olmasını tercih ettik. Böyle melodram filmlerde önde büyük orkestranın yüzmesi hoşuma gidiyor. Bir filmin, duyulduğunda o filmi çağrıştıracak bir şarkısının, bir türküsünün olması özellikle melodramda gerekli olan şeylerden biri. Onu seçerken bu türküyü buldum çünkü kız da, çocuk da Anadolu kökenli iki çocuk ve bu türkü çok yakışacaktı. Tesadüfen bulduğum bir türkü ve hikayeyi çok anlatıyor, onu seçtik. Onun dışında da genç seyirci gelecek sonuçta sinemaya ve filmin ilk yarım saati, 40 dakikası bir romantik komedi tadında gidiyor. Sonrası ağır dram olduğu için öncesinin biraz light olmasını, biraz daha hafif geçmesini tercih ettiğimden o yabancı şarkıları kullandım.

İlk filminiz için söz yazmıştınız.

Evet Hayat Arkadaşım.

Burada öyle bir çalışma yok galiba.

Yok. Burada sadece Sen Yarim İdun, Yasemin Yıldız arkadaşımızın bestesi biraz sözleriyle oynadım. Biraz daha filme adapte ettim.

Sanıyorum Fahriye Evcen söyledi, çok da başarılıydı.

Film çıkmadan şarkı herkes tarafından biliniyordu. Ve internette çok tıklanıyor. Güzel bir şey.

Şarkıyı Fahriye Evcen’e yorumlatmanız, sizin bu konuda geride durmanız ilginç bir tercih.

Çünkü beni şarkıcı olarak zaten biliyorlar. Eğer ben filmde şarkı söylersem algıyı bozarım, İskender’i değil, Özcan Deniz’i izlemeye başlarlar. Ama Fahriye’yi şarkıcı olarak bilmiyorlar o şarkı söylerse karakter söylüyor olur Fahriye değil.

Araf filminde bir rolünüz vardı. Ben Araf’ta sizin performansınızı iyi buldum ama “Burada neden Özcan Deniz’in oynaması gerekir”i çok çözemedim. İkisi çok farklı, farklı bir sinema anlayışı, farklı bir dil, farklı bir oyunculuk performansı. Bu ikisinin arasındaki fark size ne kattı?

Çeşitlilik. Filmografime çeşitlilik kattı. Onun dışında Araf dünyada birçok festivalde boy gösterdi. Bu anlamda benim için bir ilkti. Yeşim Ustaoğlu gibi bir yönetmenle çalışma tecrübesi edindim. Ve herşeyden öte tek tip bir oyuncu olmadığımı anlatmaya çalıştım. Bunun için de bana fırsat verildi. Sonuçta ben oyunculuğu meslek olarak yapıyorum. Bu bir heves değil, bir gece ansızın gelen bir duygu değil, ya da çok param var saçmaya çalışmıyorum. Bu benim işim, mesleğim, hayatım bundan sonra böyle devam edecek. Bu tarz denemeler yapmam, bu yönetmenlerle çalışmamam ya da o yönetmenlerin beni tercih etmesini sağlayıcı zeminler hazırlamam bence çok akıllıca bir işti. Benim için de, Yeşim Hanım için de.

İki filmi karşılaştırdığım zaman, birbirlerinden çok farklı filmler ama Araf’taki hiç diyalogsuz düğün sahnesinin yarattığı hisle, Evim Sensin’de döner kapıda karşılaşmanın yarattığı his birbirine biraz da benzer.

Evet ama biz Araf’tan önce çektik o filmi. Çok önce çektik ama aynı noktaya geliyoruz. İlişkilerin doğuşu, ilişkilerin ilk başlangıç noktasını senaryo emrediyorsa ister istemez öyle bir yol arıyorsunuz. Bunlar nasıl başlar, nerede start verir. Bu cinsel çekimi, kahramanlarınızda afrodizyak etkisi yaratacak anları yapmak çok zordur aslında. Gerçekten çok zordur. Araf’ta mesela ter kokusu, rakı kokusu kızda bir afrodizyak etkisi yaratıyor diğer tarafta da bir metrekarelik alandaki yakınlık talaş kokusu, ter kokusu, adamın üstündeki işçi elbisesi falan kızda o etkiyi yaratıyor.

Meslek olarak oyunculuğu söylediniz ama öne koyduğunuz şey yönetmenlik herhalde çünkü iki filmde de yönetmenlik yapıyorsunuz. Bundan sonra yönetmenlik devam edecek mi?

Devam edecek ama şöyle devam etmeyecek “Ben artık yönetmenlik yapıyorum beni oyuncu olarak kimse aramasın değil.” Başka filmlerde tabii ki oynayacağım. Onun dışında kendi yazdığım hikayelerde belki ben yönetmeyeceğim güvendiğim bir yönetmen arkadaşıma teslim edeceğim ben oynayacağım. Ama belki hem oynayıp hem çekme konusunda bir tercih yapmaya gidebilirim, çünkü ikisi birden gerçekten çok yorucu. Evim Sensin’de kendimi izlediğimde yüzümdeki yorgunluğu görüyorum. Belki seyirci farketmiyor ama ben görüyorum.

Kendi özel projenizi yaptığınızı, bu film araya girdiği için durdurmak zorunda kaldığınızı söylemiştiniz. Her insanın kendi hikayesi tabii ki en önemli, en özel projesidir.

Kesinlikle.

Ama bu insanda baskı da yaratır. O proje devam edecek mi? O baskının etkisi var mıydı bu hikayenin araya girmesinde?

Yok o baskı değil. Şunu şöyle algılayalım, ben sinema yapmayı, anlatmayı, bir bütünü oluşturmayı hala yeni yeni öğreniyorum. Yani ilk filmimi daha hala çekmedim. Onun için çok sakınca görmedim araya bir tane uyarlama senaryonun girmesinde. Bu da benim için bir deneyim ve hala setteyim ve hala işi kavrıyorum, öğreniyorum. Prodüksiyonu öğreniyorum. Bu önemli çünkü bir taraftan da yapımcılık yapıyorum. Onun dışında lokal hikaye anlatmayı seven biriyim ve elimdeki iş lokal iş. Yani iki kişinin hikayesini anlatıyor. Bu tecrübeleri edinmek için araya bunu soktum ama kendi özgün hikayemi anlatma ağırlığı aradan 10 yıl geçse de, 30 film çekmiş olsam da devam edecek. Ben Yeşim’in gözlerinde gördüm festivallerdeki heyecanını, endişesini. O da sonuçta defalarca deneyimlemiş bu yolculuğu ama bu bitmiyor.

 

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.