Serdar Akbıyık
Faust’u yazıp yazmamak için uzun süre düşündüm. Özellikle diğer sinema eleştirmeni arkadaşlarıma baktım ve neredeyse çoğunluğunun Alexander Sokurov’un serbest Faust uyarlaması için kalem oynattıklarını gördüm. Halbuki film ülkemizde bir kopya ile vizyona giriyor. Yani aslında vizyona filan girmiyor. Sadece Beyoğlu sinemasında gidip izleyebilirsiniz. Peki izleyiciyle neredeyse buluşmayacak olan bu filmi niye bu kadar sinema yazarı sayfalarına koyuyor ve ben niye yazıyorum. Çünkü bizler zavallı ve entelektüel duygularını tatmin edemeyen insanlarız. Bu ülkenin gündeminin altında ezilen ve sığ insan yapısının hapse attığı kalemleriz. Biz bir kopya ile vizyona giren Faust gibi insanın ruhuna ışık tutmaya çalışan yapımları yazmak, konuşmak isteyen ama paylaşacak insan bulamayan insanlarız. Yani sonuçta aslında Faust’u yazıp kendi kendimize gelin güvey oluyoruz. Biz dönelim Faust’a ve Goethe’ye, daha birkaç ay önce Goethe’nin İlk Aşkı filminde Genç Werther’in Acıları’nı izlemiştik. Şimdi de Faust karşımızda. Johann Wolfgang von Goethe Faust’ta ruhunu şeytana satan bir adamın hikayesini anlatır. Aslında dönemimizde bir anlamı olmayan bir tartışma bu. Çünkü çağımızda ruhunu şeytana satmayan kimse yok. Hatta artık şeytan insan ruhundan bıkmış, LYS gibi bir imtihan sistemi bile getirmiştir diye düşünüyorum. Ancak imtihana giren dünya üzerindeki 7,5 milyar insandan en iyi puanı tutturan 200 bin kişinin ruhunu almayı kabul edecektir. İşte tam bu noktada Alexander Sokurov, Faust’u yorumluyor. Günümüzde Faust’u yorumlamak bence hiç de yaratıcılık gerektirmiyor. Çünkü herkes Faust, üstelik Faust günümüzün insanının eline su dökemez. Sokurov şeytanı, gücün insanı yozlaştırmasını bir dörtleme olarak işliyor. Faust dördüncü film ve dörtlemenin çatısını oluşturuyor. İlk üç filmde Hitler’i Moloch, Lenin’i Taurus ve Japon imparatoru Hirohito’yu Güneş filmiyle bize anlatıyor. Bu üç karakteri birleştiren şeytana satılan ruhu ise Faust ile sonlandırıyor. Çünkü bu denkleme göre insanın gücü ne kadar artarsa şeytana o kadar yaklaşır. Güç insanı bozar. Filmdeki oyunculuklar mükemmel. Faust’u oynayan Johannes Zeiler, şeytanı yanımıza düşüren Anton Adasinskiy performaslarıyla hikayeye hak ettiği katkıyı yapıyorlar. Filmin açılış sekansı için bundan 10 yıl önce muhteşem, zor ve cesaretli diye yazabilirdim ama Testere filmleri ve bir sürü çöp sadist yapımda her türlü kanı, vücut parçasını, cesetlere yapılan işkenceleri seyredip içselleştirdiğimiz için çok da sarsılacağınızı düşünmüyorum. Sadece ruh nerede diye soran yardımcının açtığı tartışmayı önemsiyorum. Alman felsefesinin vücut bulmuş hali olan filmin atmosferi, karanlığı ayrı bir başarı öyküsü. Aslında banker olan ve sonunda şeytan olduğunu anladığımız karakteri kapitalizmin iz düşümü olarak da kabul edebiliriz. Para, güç ve insan üzerindeki etkisinin olşuturduğu üçleme, en doğru saptama tabii. Başaşağı giden insanlığın özünü anlamak için üretilen bu tür eserleri her gördüğümde Plato’nun Devlet’indeki gönderme aklıma gelir. Güç ve hırs kötülüğü ve kazanmayı getirir. Herşeye rağmen kazanan insan ise sonunda yozlaşır. Çünkü aslında Plato’ya göre insanın özü iyidir. Peki ya özü iyi değilse? O zaman kötü insanın yaptığı herşey yanına kar kalmaz mı? Daha da kötüsü insan neden iyi olmayı seçmelidir? Bunun cevabını bulan beri gelsin.