Sonsuz aşk yoktur
yeni aşk vardır
SERDAR AKBIYIK
Woody Allen fanatiğiyim. Gençliğimden beri kitaplarını ve filmlerini zevkle takip ederim. Onun kıvrak zekası keskin kalemi ve o minyon görünümünün altındaki büyük kızgınlık beni cezbeder. O insanı anlamaya çalışan bir ozandır. Peygamber değildir. Çünkü hep insana negatif yaklaşır. Mutlu değildir. Çözümlemelerini ikiyüzlülüklerimiz ve zayıflıklarımız üzerinden yapar. Bunu yaparken de en çok kendini veya ait olduklarını eleştirir. Mesela Yahudidir Allen ve Yahudileri çok ağır eleştirir. Onun hikayelerin de özellikle erkekler odaktadır. Filmi çektiği ülkenin ve şehrin enerjisini kimse onun kadar filmlerinde hissettiremez. New York’tan sonra İngiltere’ye geçip Barcelona’ya kadar giden Allen’ın son filmi Midnight in Paris ise yönetmenin Fransa semalarında çektiği son filmdir. Bu ay seyredeceğimiz Uzun Boylu Esmer Adam ise Midnight in Paris’ten önce çektiği bir film. Ama ülkemizde yeni gösterilecek. Midnight in Paris beni hayalkırıklığına uğratmıştı. Çünkü Paris’e bakışını sevmemiştim. Woody Allen’a yakışmayacak kadar Amerikan bir bakış açısıydı. İkincisi ise onun kahramanları içimizden insanlar olurdu, bu filmdeyse 1930’lu dönemlerin ünlüleri karışmıştı aralara. Bu da onun saf insan ruhunu araştırdığı, eleştirdiği yapısına uzak kalıyordu. Uzun Boylu Esmer Adam ise bir iki farklılıkla tam anlamıyla bir Woody Allen filmi. Sadece biraz daha dramatik ve karamsar. Yine muhteşem isimler rol alıyor filmde. Anthony Hopkins, Naomi Watts, Antonio Banderas, Josh Brolin ve Slumdog Millionaire’den hatırlayacağınız Freida Pinto. Alfie (Anthony Hopkins) 60’lı yaşlarının sonuna gelmiş ve ölüm korkusu yaşayan bir erkektir. Eşinin onu anlamadığını düşünür ve tam bir orta yaş krizinin pençesine düşer. Sonunda eşinden ayrılır, kendine yeni bir spor araba alır ve ev tutar. Sağlıklı yiyecekler ve spor onun yolun sonuna geldiğini unutturan uyuşturucular halini alır. Sonunda yattığı genç bir telekıza aşık olup evlenir. Alfie’nin eşi Helena ise ilk önce intihar eder ama kızı tarafından kurtarılır. Sonra içkiye kendini verir, şans eseri yolunun düştüğü bir falcının boş vaadleriyle hayatını yönlendirmeye kalkışır. Falcı Helena’nın isteklerine göre söylemlerde bulunur ve para sızdırmaya devam eder. Helena ile Alfie’nin kızı Sally (Naomi Watts) ise büyük bir aşkla evlendiği Roy’un (Josh Brolin) başarısız yazarlık kariyerinden yıpranmıştır. Sally yeni patronu Greg’e (Antonio Banderas) aşık olur. Roy ise karşı pencereden gördüğü Dia’ya dair hayaller kurar. Sonunda bir şekilde onla buluşur ve yeni bir ilişkiye başlar. Film aslında 60’ların sonundaki Alfie, Helena ve 30’lu yaşlarındaki Sally ve Roy üzerinden kadın ve erkeğe bakar. Filmin başlangıç ve final sahnesinde Macbeth’ten bir cümle yer alır, “Hayat patırtı ve gürültüden ibarettir. Özel bir anlamı da yoktur.” Bu söz aynı zamanda filmin asıl mesajıdır da. Aşk dediğin şeyin temelsizliğini ve ilişkilerde asıl olanın yalnızlık duygusu olduğu sert bir şekilde verilir. Aslında filmdeki bu sertlik hiç de Woody Allen’ın tarzı değil. Sanıyorum Allen’da bazen umutsuzluğa kapılıyor. Veya hayatın gerçeklerini kabul etme cesareti onu da yıpratıyor. Sonuçta en korkunç şey varlığımızın özel bir anlamı olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek. Bunun bir dışavurumu da aşk duygusunun tartışmalı gerçeği. Allen’ın filmindeki kahramanlar aşkın geçiciliğinin cevabını yeni aşkları yaşamakta buluyor. Bu kabul edilmesi zor bir gerçek mi acaba? İzleyici filmi seyrettikten sonra bunu kendi içinde cevaplandırmalı.