ALİ ULVİ UYANIK
“Karanlıklar Ülkesi: Uyanış – Underworld: Awakening / Yönetmenler: Måns Mårlind, Björn Stein
Öncelikle, sunduğu dijital teknoloji (3D ve IMAX) ve desisaniyeleri bile planlanmış sahneleriyle bir mühendislik harikası! Neden seyretmeyi tercih ediyorsak, işte o nedenlerin hakkını veriyor: 88 dakika en sıkı aksiyon, ayrıntıları en net biçimde yakalayan kameralarla (RED) dehşeti yakalayan fantastik korku ve dileyen seyirci için sınıf egemenliği üzerine yeterince kışkırtıcı fikir. Doğru; Vampir ve Lycan klanları, bu kez kolay kolay rahat bir yaşam sahası bulamayacaklar, çünkü gezegendeki en vahşi tür olan insanlar onları avlamaya başladı! Bakmayın o kan göllerine: Dramatik bir hikâye de bu! Kate Beckinsale ise önceki filmlerden daha ‘buz’ ve sert!
“Savaş Atı – War Horse” / Yönetmen: Steven Spielberg
Birinci Dünya Savaşı arifesinde İngiltere Dartmoor’da, yoksul çiftçi ailesinin tek oğlu ile genç atı arasında oluşan dostluk, sadakat ve fedakârlığın, ikisinin zorunlu olarak ayrılmasıyla birlikte tüm bir savaşa yayılan öyküsü. Muhteşem biçime sahip… Ve esasen tüm ilhamını otuzlu kırklı yılların, siyah beyaz ya da Technicolor’lu Hollywood yapımlarından alan ve bir ailenin sinemaya gitmesi için gerekli olan tüm parıltılara sahip film. Aynı zamanda, Spielberg’ün “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”u: Her iki cepheden baktığı savaşın anlamsızlığı / vahşeti ve masumiyet üzerine bir küçük başyapıt. Ses tasarımına özellikle dikkat!
“Utanç – Shame” / Yönetmen: Steve McQueen
New York dünyanın bir numaralı kenti, kapitalizmin merkezi… Brandon da, insanın erkek türünün -her anlamda- seçkin örneği. Çekici erkekler sürüsünde yer almanın püf noktalarında temas ve duyguları unutmuş; sürekli seks yaptığı halde ruhsal doyuma ulaşamadığından ‘seks açlığı’ çekmekte…’Hala insan’ kız kardeş çıkagelip kalbi olduğunu anımsatmaya çalışır. Ancak, ‘yeniden insan olmak’ kolay değildir… Brandon ahlaksızdır, çevresindekiler ahlaksızdır; çünkü düzen ahlaksızdır! Modern yaşamın sanal soğukluğunda her şeyi metalaştırıp tüketen insanın, sonunda kendini tüketmesi meselesinde, yönetmen McQueen ile oyuncu Michael Fassbender, bir önceki çalışmaları “Açlık”taki (Hunger) başarılarının tesadüfî olmadığını kanıtlıyorlar.
“Kevin Hakkında Konuşmalıyız – We Need to Talk About Kevin” / Yönetmen: Lynne Ramsay
Anne ve oğlu arasındaki ilişkiyi ‘çok yönlü’ didikleyerek aktaran ve kurguyu filmin psikolojik tonunu belirlemede etkili şekilde kullanan bu dram gerilim, karakteri / kişiliği belirleyen etmenler üzerine önemli / değerli bir deneme. Bilinmezlerle yüklü canlı türü olan insanın kaotik ruhsal yapısını, Kevin örneğinde, anne karnından başlayarak ergenliğe kadar ‘anlamaya çalışan’ seyirciyi kendi deneyimleriyle yüzleştirirken, karakterleri yargılamasına da pek fırsat vermiyor. Bir yönüyle de, ‘ebeveyn olmaya karar vermenin ve ebeveyn olmanın dehşeti’ üzerine bir film. Ve Tilda Swinton, anne rolünde bu dehşeti ziyadesiyle geçiriyor bizlere!
“Köstebek – Tinker Tailor Soldier Spy” / Yönetmen: Tomas Alfredson
Soğuk Savaş’ın casuslar arası karmaşık ilişkiler ağında, soğuk görünümlü İngiliz adamların derinlikli bir incelemesi …’ Güvenmek’ denilen o ana damarın her an tıkanabileceği korkusu ve yalnız kalmanın ve de duyguları bastırmanın dayanılmaz acısı içinde casusluk yapmanın ne olduğuna / olmadığına ilişkin sıkı bir öykü! Hayatın gerçekliğine sımsıkı temas ettiğinden belleğe yerleşiyor; yılın en başarılı birkaç filminden biri tanımını da hak ediyor. Hiç kuşkusuz tüm oyuncular, özellikle de Gary Oldman, iliklerine kadar casusluğu özümsemiş. Türkiye’ye ait özel not ise, 1970’lerdeki İstanbul’a ait sahnelerde kent dokusunun yansıtılmasındaki başarıya dair…
“Düşmanı Korurken – Safe House” / Yönetmen: Daniel Espinosa
CIA’nin Güney Afrika, Cape Town’daki ‘güvenli evi’nin sorumlusu genç ve toy ajanın, kendini bir anda, eski ve deneyimli bir ‘kaçak ajan’la birlikte çok ama çok tehlikeli bir oyunun ortasında bulması, entrika anlamında yenilikler içermiyor. Bir ihanet söz konusu; o kadar! Ancak aynı şeyi aksiyon yapısı için söyleyemeyiz. İnsanlar, silahlar, arabalar öyle bir şiddet altında, öyle sert şekilde buluşuyor ki, adrenalin seviyeniz hızla yükselmeye başlıyor. Ana hedef de bu zaten: İki saatte yakın, seyircinin dikkatini perdeye kilitlemek! Denzel Washington ne denli etkileyiciyse, Ryan Reynolds da o kadar çekici. Yani, doğru bir ikili seçilmiş!
“Marilyn ile Bir Hafta – My Week with Marilyn” / Yönetmen: Simon Curtis
“The Prince and the Showgirl”ün 1956 yazında İngiltere’deki çekimleri sırasında Sir Laurence Olivier ile Marilyn Monroe arasında zaman zaman sertleşen fırtınalı ‘iş ilişkisi’nin ortasında kalan genç asistanın yaşadıkları çerçevesinde, yaldızlı kapağın altında saklanan efsanevi ‘özel kadın’ın gerçek hikâyesi. Şöhretin ve güzelliğin ağırlığı yüreğine fazla geldiğinde ‘insan kalabilmek için’ mücadele verirken ‘karmaşıklaşabilen’ ancak ‘durulabilen’ de Marilyn’i bu denli canlı kılabilen Michelle Williams için söylenebilecek çok şey olsa da, başarısının sırrı, karakterin hüzünleriyle kendi hüzünlerini iç içe geçirebilmiş olmasında sanıyorum.
“Muppets – The Muppets” / Yönetmen: James Bobin
Dünyanın en ünlü kuklalarıyla eğlenirken kendimizi bir kez daha iyi hissettik? Neden? Çünkü onların yaydığı enerji ile aykırı ve ayrıksı olanın tüm çılgınlığı, bastırdığımız duygularımızı harekete geçiriyor. Bu sinema filminde de, dağılmış kumpanyalarını yeniden bir araya getirip, bir defa daha, ‘normal’ olan her şeye nanik yaparak ‘acayip olanın güzelliği’ içinde ve canlı oyuncularla birlikte, müzikle, dansla, komediyle coşturuyorlar. Tüm zamanların en nüktedan iki ‘eleştirmeni’, Muppet Show’daki locanın müdavimi iki ihtiyar adam başta, kendileriyle dalga geçmekten de geri durmuyorlar.
“Senden Bana Kalan – The Descendants” / Yönetmen: Alexander Payne
Bürosunda işlere gömülmüş, hali vakti yerinde bir avukat: Kalabalık bir akraba topluluğuna sahip, bakir / büyük bir arazi üzerinde söz sahibi, evli ve iki kız çocuğu babası ve de Hawaii’de ikamet ediyor. Bu mükemmel görünen hayata sahip olgun adamın, trajik bir olayın tetiklemesiyle, gerçekte, en yakınındakileri bile aslında hiç tanımadığını ve ne denli büyük bir duygusal boşlukta olduğunu, geç de olsa anlayıp algılaması üzerine kurulu öykü kusursuz bir uyarlama senaryodan çekilmiş. Yönetmen Payne ile George Clooney’nin hassas dokunuşlarıyla da, sevdiklerimizle bir arada olmanın fakat esas ‘bir arada kalmanın’ değeri ve ‘Para Tanrısı’na tapınmanın beyhudeliği üzerine kolay kolay unutulmayacak bir yapıt çıkmış.