SERDAR AKBIYIK

Ahmet Ümit’in bir romanı daha filme uyarlandı. Cem Davran’ın başrolünü oynadığı Bir Sis Böler Geceyi filmi Alevi, solcu bir karakterin hikayesini anlatıyor…

Türk sinemasında bizim toplumumuzun dinamiklerini işleyen filmler yapıldıkça mutlu oluyoruz. Ahmet Ümit gibi bir ustanın romanından uyarlanırsa bu filmler, tartışmak daha da zevkli oluyor. Bir Sis Böler Geceyi başrolünde oynayan Cem Davran’ın çok önem verdiği bir film. Davran sanatçı duyarlılığıyla çok önemli konulara değiniyor bu röportajda. Keşke her röportajımız bu kadar dolu olsa. İşte Davran ve yalnız yurdumun trajik hikayesi…

Sinema, tiyatro, dizi çekiyorsunuz. Peki, bu filmde sizi etkileyen şey neydi?

Bu benim daha önceden okuduğum bir roman değildi. Oyuncunun rolü kabul etmesinde genellikle şöyle bir ilişkisi oluyor: O anki ruh haliniz, yaşam, sanat, meslek algınız. Benim kabul etmemin sebebi tam on ikiden vurdu beni, senkronum tam tuttu. Bana proje geldiğinde bir ay öncesinde de zaten Melekler ve Kumarbazlar’ı çekmiştim. Bu filmi çektikten sonra sabun köpüğü komedilere geri döneceğimi düşünürken tam o zamana denk geldi. Legoların oturmadığı bir yer vardı tam orada yerine oturdu ve bu da benim ilgimi çekti. Daha sonra yönetmeniyle tanıştım ve Ahmet Ümit’in romanını aldım okudum. Daha sonra senaryosu bana geldi onu da okudum. Sonra tekrar romana döndüm, bir gelgit oldu. O sırada da yönetmen Ersan Arsever’le tanışma fırsatım oldu. Her kabul ettiğim proje içime çok sinse bile acaba doğru mudur dediğim şeyler olur. Bunda hiç olmadı ama zaten bana böyle bir projenin geleceğini biliyordum. Daha önceki birkaç röportajımda da söylemiştim. Melekler ve Kumarbazlar’ı takip eden, Yusuf ve Kenan’la başlayan sürecimi tamamlayacak bir, iki proje daha yapacağımı biliyordum. Bir proje daha yapmam gerekiyor diyordum. Onu da bu sene yaparım dediğim arkadaşlarım da vardır hatta. Dediğim gibi sonuç çok ciddi bir senkron oldu.

 

Ersan Arsever’in bildiğimiz kadarıyla daha önce bir filmi ya da yapımcılığı yok. Ama sizin gönlünüzü çelmiş. Büyük bir şevkle işine sarılmış.

 

Tabii ki onun gönlünü çelmediği yok zaten. Onu bir tanısanız bir usta. 68-69 yaşında ilk uzun metrajlı filmini çekiyor. Kısa metrajlı filmleri de var. 1970’li yıllarda Türkiye’den gitmesi gerekiyor, vatandaşlıktan çıkarılıyor. 40 yıl kadar İsviçre’de yaşıyor. Daha sonra televizyonculuk, gazetecilik yapıyor. Buradan gitmeden önce de büyük ustaların asistanlığını yapıyor. Ama sonuç olarak ona ilk filmini çekmek böyle bir yaşta nasip oluyor. Filminin yapımcılığını da kendisi yapıyor. Bu film çok açıdan ciddi maliyetli bir film. Böylesine ciddi maliyetli bir roman uyarlaması maddi sıkıntı yaşatır yapımcısına, setine, oyuncusuna. Ama Ersan Hocam böyle bir sıkıntı yaşatmadı. Dağ başında özel karavanlar, güzel mutfaklar, açılıp kapanan özel restoranlar geldi. Bu onun ne kadar Batılı olduğunu ve sinemaya ne kadar önem verdiğini gösterir. Bütün bunlar bir araya gelince hayatımda çok özel bir yere konumlandı bu film. İyi ki kabul etmişim.

 

Rolünüzden kısaca bahseder misiniz?

 

Süha karakteri. Bir Ses Böler Geceyi aslında iki insanın hikayesinden, yaşanmışlıklarından, trajedilerinden, üzüntülerinden yola çıkarak; inançları özelde Alevi inancını, genelde inanmayı, özelde sol ideolojiyi ama genelde ideolojileri anlatan; özünde tüm hüznüyle, yanlışlıklarıyla insanı anlatan gerçekten bir insan hikayesi. Süha da bu hikâyenin merkez karakteri. Hepimizin bildiği 80 öncesi omurgası çok sağlam solculardan. Yine çok iyi bildiğimiz bir trajedi yaşatıyor ona. O trajedi sonlandığında, o da epeyce yaş aldığında bir de dönüyor ki hayat eskisi gibi değil. Sadece hayat olsa, dostları da, sarıldığı ideoloji de öyle değil. Bunu sorgularken aynı sorunu başka bir çocuğun da yaşadığına tanık oluyor. Benzer bir hikaye, ondan sonrada el ele verip beraber yürüyorlar.

 

Siz romandan uyarlanan filmlerin başarıya ulaştığına inanıyor musunuz?

 

Bu dünyada sıkça konuşulan bir şeydir. Çok sevilen bir roman filme alındığında derler ki bu olmamış, roman daha farklıydı gibi. Ama şöyle bir teknik gerçek var ki, roman her okuyan için ayrı bir filmdir. Bu da Ersan Arsever’in bu romandan aldığı filmdir, böyle düşünmek lazım. Ama roman çok farklı bir şeydir. O bir edebiyat ürünü, sinema farklı bir şey. Sanırım Ahmet Ümit de böyle düşünüyor ki romanlarını sunuyor. Bambaşka şeyler ama bizim küçük teaserlerimiz var internette ve onlara gelen yorumlar da tam beklediğim gibi yorumlar geldi. Çünkü bu daha sade cümleye ve vurguya dayalı bir şey. Yönetmen de bunun olmazsa olmazlarına çok sadık kaldı. Çok fazla izleyici firesi olacağını sanmıyorum. Ama sonuçta bu da romandır olabilir de olmaya bilir de. Bu bir yönetmen rüyasıdır. Yönetmen bunu okumuş şimdi de bize okuduğu romanı okutuyor.

 

Son dönemlerde Aleviliği anlatan çok filmler görüyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 

Bu konuda söylemek istediğim çok şey var ama böyle durumlarda bazen susmak en iyisi. Benim dün oyunum vardı mesela Alevli Günler. Orada benim bir lafım var: “Ne olur beni de hikayemi de unutmayın. Kalabalık olanların diğerlerine ne kadar acımasız ne kadar tahammülsüz olduğunun göstergesi.” Bu benim bir repliğim. Şaman inancına sahip bir adamın öyküsü. İkincisi oradan çıktım ben Beyoğlu’nda doğup büyüdüm. Karşı komşumuz Giannetti ailesi vardı. İstanbul’un en eski ailelerinden biri. Dedeleri de Kanzuk Eczanesi. Kızlarından biri Daniela Giannetti hep yurtdışındaydı. Türkiye’ye dönmeye karar verdi. Yıllar sonra oyunumu izledi görüştük beraber dolaştık yedik içtik bir iki laftan sonra sordum “Niye döndün”, “Bu soruyu anlamlı bulmuyorum. Burası benim yuvam” dedi. Babası İtalyan annesi Alman ama o buralı. Söylemek istediğim şu, biz azınlıklarımızı etnik anlamda da, dinsel anlamda da hep ittik yıllardır. İşin enteresanı öteki olmayanların o hakları savunmasıdır. Dolayısıyla biz azınlıklara çok acı çektirmişiz. Daniela’nın anlattığı hikayeler vardı. Bu acı çeken azınlıkların bir numarası Türkiye’de Aleviler. Türkiye’de de Aleviler çok uzun yıllar inançlarını saklamak zorunda kalmışlar. Şimdi artık dünya değişiyor. İstediği kadar kapalı dünyalarda yaşasınlar ama artık dünyayla birlikte onlar da değişiyor. Ama artık birçok şeyi kaybettikten sonra, İstanbul’da 300-500 Rum kaldıktan sonra, Aleviler asimile olduktan, saklandıktan sonra. Açılıma çok geç kaldık. Acının neresinden dönersen kardır. Ama burada Aleviler’i ayrı bir parantezle almak lazım. Türkiye Cumhuriyet’i Aleviler olmasa nasıl oldurdu çok merak ediyorum, herkese soruyorum. Bunların hepsi Şaman inancından geliyor aslında. Günlük hayatta kullandığımız birçok şey de onlardan geliyor. Benim alsında söylediğim bir şey var Tim Burton’ın Big Fish filminde bir diyalog vardır “Her şey hakkında konuşurum ama din hariç” der filmin kahramanı, niye din hariç diye sorduklarında ise “Ortalık yerde din hakkında konuşursan kimi inciteceğini bilemezsin” diye cevaplar. Yani elimizdeki en kıymetli şeyleri konuşa konuşa ya da konuşmayarak mundar ediyoruz.

 

Siz hem komediyi hem de dramayı başarıyla yapan nadir oyunculardansınız. Bu da ayrı bir kabiliyet gerektiriyor. Bunu nasıl algılamamız lazım?

 

Aktörlerin ve yönetmenlerin kendi hakkında konuşmaları bana çok trajik gelir aslında. Öte yandan iki cümle de kurmak gerekiyor. Ben iddia ediyorum bunu başarabilecek 2-3 kişiden biriyim Türkiye’de. Tam anlamıyla başarabilmiş değilim ama bunu yapanlardan biri Şener Abi (Şen) mesela. O komedilerden çıkıp bütün dramaları yaptı. Ama ben Şener Abi kadar uzun bekleyebileceğimi sanmıyorum. Daha erken davranıyorum o yüzden. Tiyatroda da oynuyorum Doğum Günü Partisi oyununda. Dünyanın en zor oyunlarından biri, aynı zamandan Alevli Günler’de de oynuyorum absürd ama büyük trajedileri içinde barındıran bir oyun. Komedi olarak sinema filmlerim de var ama ilk filmim bir komedi filmi değil. Ben bu yelpazeyi seviyorum. Neden dendiğinde çünkü dışarı çıktığımda herkes benden yine Kahpe Bizans gibi bir film Ruhsar gibi bir dizi bekliyor yine. Ama öbür taraftan gelip başka birisi “Cem Bey bu trajik rol size çok yakışmış” diyor. Bunu diyen birkaç kişi varken diğer türlü düşünen yüzlerce insan var. Ben onları da çok belirleyici saymadan kendi duygumun peşinden gidiyorum. Bir gün çok dramatik bir karakterle cebelleşirken bir gün çok komik bir role çalışıyorum. Ama bu beni ifade ediyor. Oyunculuk algım böyle. Hayatım da tamamen böyle. Dolayısıyla trajikomik beni anlatan bir kelime.

 

Antalya’da aldığınız ödülden biraz bahsedelim.

 

Yusuf ile Kenan, Demiryolu ve Sürü 1970 yıllarının vandalizmiyle biçilmiş, haksızlığa uğramış filmler. O zamanlar benim gençlik yıllarım. Yıllar sonra temsili bir onurlandırma yapıldı. O zaman da teşekkür ettim ama tekrar teşekkür etmemde bir sakınca yok. Gerçekten çok hoş çok asil ince bir düşünce. Hatta bununla ilgili Kültür Bakanı bana bir mektup yazdı onurlandırmaya çok memnun olduğunu anlatan ziyadesiyle ben de kendisine bir cevap yazdım, bu mektubuyla beni ne kadar heyecanlandırdığını söyleyen. Ben de peygamber sabrı vardır yani sanki dört ömür yaşayacakmışım gibi bekleyebilirim. Gerekiyorsa o proje için yaşlanmam hayatı durdururum. Projeler konusunda çok sabırlıyımdır hiç aceleye getirmem, beklerim.

 

Türk sinemasında gişe sanat filmi diye bir ayrım var. Siz bunlara dikkat ediyor musunuz yoksa sanat algınızın git dediği yere gidiyor musunuz?

 

Oscar’da İran filmi mesela bir ödül aldı. Yani buradan da bir ders çıkarmamız gerekiyor. İran sineması diye bir şey var. Bizde de bu işi yapan benim durumumda olanlar var. Bizim anlık büyülere kapılmadan biraz duygumuzun peşine gitmemiz lazım. Ben filmime ne kadar izleyici çekti diye bakmam. Yapımcılar ticari algısı önde olanlar bakabilir ama ben bakmam. Şöyle bir şey oluyor insanlar önce afişte beni görürse geliyor eğer severse o da katmerli bir şey oluyor. Ama şuna da inanıyorum bazı filmler fısıltısıyla yürür gider. Bazıları da vardır 300-500 kopyayla girer, bazı popcorn filmler vardır. Ben hiçbirini eleştirmem. Ama özellikle Bir Ses Böler Geceyi’yi ben tahminlerin üstünde bir seyirci izleyecek diye düşünüyorum. Bence de öyle olmalı.

 

Filminiz ile ilgili benim sormadığım ama söylemek istediğiniz bir şey var mı?

 

Teknik bir şey söyleyeyim. Oyuncularla yapımcılar aynı durumda olmuyor. Film bittiğinde senin filmle işin bitiyor başka bir hayata başlıyorsun, başka projeleri düşünmeye başlıyorsun aylar sonra eski dosyalara tekrar dönüyorsun. Ben filmden önce çok fazla filme çalıştım duygusuna da çalıştım. Teaserleri izleyen bir arkadaşım aradı “Oğlum sen ne biçim bir adamsın, orada değişik bir farklı bakıyorsun” dedi. Öyle oluyor, kendini bir kaptırıyorsun o oluyorsun. Son kare çekildikten sonra ben Süha’dan çok uzaklaştım işin doğrusu. İşin güzel tarafı şu, artık Süha diye bir şey var. Süha sessizliğiyle cevap veren bir insan. Gençliğinde öyle değil aslında. Benim için de Süha geçmişlerde tanıdığım çok tatlı bir dost mesela. Eski bir arkadaşımla karşılaşmış gibi oldum.

 

 

 

 

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.