Banu Bozdemir
Sinemanın sihri taa en başındadır bakışı yıllar geçse de değişmiyor demek ki! Sinema insanların üzerine üzerine sürdüğü trenden sonra çok yollar kat etti, bir yandan da varını yoğunu tüketti. Sinema kendi adına tatmin olsa da seyircinin tatmini çok altlarda kaldı. Ve ben kendi adıma beyazperdeden sihirler, sürprizler beklemeye başladım. Aslında sinema geçmişe dair duyguları en güçlü olan sanat dallarından bir sanırım. Yeşilçam denince herkesin yüzünün gülmesi, serilerin ilk filmlerine olan duygunun hala en güçlü şekilde durması bu yüzden sanırım.
Sinemanın teknolojik yolculuğu o kadar ışık hızıyla ilerliyor ki, herhalde bize şu an siyah beyaz ve sessiz film yaptım diyen birine dehşetle bakardık. Ama Oscar’ın güçlü adaylarından biri olan The Artist vasıtasıyla bir filme uzun zamandan sonra gözlerimi kırpmadan baktım diyebilirim. Tutulmuş gibi, her karesine, her duygusuna ve oyunculara olan hayranlığım her seferinde artarak izledim. Şöhret basamaklarını arkandakileri düşünmeden tırmanmanın, ‘çağımız bunu gerektiriyor’ demenin bir süre sonra herkese ağır bedeller ödeteceğinin altını harikulade çiziyor. (Böyle bir film izleyince insan da ağız dolusu keyifle yazıyor o filmi)
Film değişen tekonolojiye taa o zamanlarda yenik düşen bir aktörün hayatını anlatıyor. Sinemanın sessiz dönemine saygı gereğinden olsa gerek sessiz çekilen, hatta altyazı israfı yapmadan çok az yerde altyazı kullanan film derdini, atmosferini o kadar iyi anlatıyor ki…Hatta 22 karede çekilmiş bir film olarak daha da saygımızı kazanıyor.
Michel Hazanavicius’u ‘Benim Karım Artist’ filminden tanıyoruz. Orada da karısı ünlü olan bir adamın dünyasını anlatıyordu, aslında bir yanıyla yine oyuncuların dünyasını markaja alıyordu. Sanırım bu yönetmenin kafaını az da olsa meşgul eden bir konu! Sonra Daltonlar’ı çekti. Belli bir arayış içinde olduğunu belli eden yönetmen bu filmiyle kesinlikle zirveye yerleşiyor.
Martin Scorsese’de Hugo’da (herkes çocuk filmi sanmasına rağmen) sinemanın ilk dönemlerine hatta sinema için şartlarını zorlayarak fantastik dünyalar yaratan Melies ustaya saygı duyuyor. Bu iki film yönetmenler geçmişe dair özlemler mi taşıyor acaba dedirtiyor en derininden. Ve bence de sineme geriye bakışını, özlemini daha fazla paylaşacak artık!
George Valentin ve ünlü yaptığı Peppy Miller arasındaki ilişki o kadar güzel anlatılıyor ki, aşkın anlamı bile boyut değiştiriyor filmde. Oyunculukların hepsi teker teker harika. Sadık köpek bile kendi adına bir ödülü hak ediyor. Hele filmin sonundaki dans sahnesi bir oyuncunun zirvesi olmalı. Bu kadar başarılı dans performansı ancak dansçılarda olur, nasıl bir çalışma ve azimdir ya o! Jean Dujardin Cannes’da en iyi erkek oyuncuyu sonuna kadar hak ediyor, hatta bence Artist’e bu yıl en iyilerin yanında özel ödüller verilmeli, izlenmesi için özel teşvikler çıkarılmalı.