SERDAR AKBIYIK

Yangın Var filminin başrol oyuncuları Şerif Sezer, Nesrin Cavadzade ve Osman Sonant filmlerindeki Selvi Boylum Al Yazmalım’a göndermelerden bahsederken Türkan Şoray veya Kadir İnanır’ın yerini doldurmanın zorluğunu işaret ettiler.

Murat Saraçoğlu’nun yönettiği Yangın Var Türkiye’nin iç çatışmalarına doğru yerden bakan bir film. Karadeniz ile Güney Doğu Anadolu’nun kendine has insan tiplemelerinin çatışmasında, bu çatışmanın doğasında var olan espiriyi yakalayan bir yapım. Bunun yanında Selvi Boylum Al Yazmalım’a yapılan saygı duruşuyla da kendinden söz ettiriyor Yangın Var. Filmin başrolünde oynayan Nesrin Cavadzade ve Osman Sonant rollerini oynarken Selvi Boylum Al Yazmalım’da unutulmaz performanslar sergileyen Türkan Şoray ve Kadir İnanır’a methiyeler düzdüler… Şerif Sezer ise Yangın Var filminin sinema dilinin çok önemli olduğunu yeni Türk sineması için belirleyici bir yapım olduğunu söyledi…

Projeyi tercih etme sebebiniz nedir? Sizi etkileyen şey ne oldu?

Şerif Sezer: Murat Saraçoğlu bana; “Bir film çekiyorum, böyle bir rol var, senin oynamanı istiyorum, oynar mısın” diye sordu. Senaryoyu yollamalarını istedim. Senaryo Türkçe geldi. Parantez içinde de bütün bu laflar Gürcüce’dir diye not düşülmüş. Ben bilmediğim halde İtalyanca konuşmuştum, Gürcüce de konuşurum dedim. Murat olduğu için kabul ettim. Sonra bana Gürcü bir koçum olacağını söylediler. Gürcü koçum repliklerimi ses kaydı yapıp bana gönderdi. Çözemiyorum, anlamama imkan yok. “Bunları anlamıyorum, oynayamayacağım kusura bakmayın, bunu bir Gürcü oynasın” dedim. Gürcüce koçum Okşan, “Ben ses kaydında hızlı konuştum, nasıl telaffuz edildiğini yazacağım, hem de tane tane konuşup ses kaydı yollayacağım” dedi. Kabul ettim. Ses kayıtları tekrar geldi. Böyle bir dil yok yani. İnanılmaz zor. “Ben bunu beceremeyeceğim, rezil olacağım, oynamayayım” diye telefonlar ediyorum. Çünkü dilim dönmüyor ve kafam ezber tutmuyor. Oysa ben çok rahat ezber yaparım ama dili hiçbir şeyle ilişkilendiremediğim için ezber tutamadım. Murat “Yaparız, olur” dedi ve ben kendimi Artvin’de buldum. Sonuçta oldu. Çok sevdim, çalışırken çok eğlendim. Çalıştığımız köy çok güzeldi. Oraları da görmüş oldum.

Daha önce Karadeniz’de set paylaşmadınız herhalde.

Şerif Sezer: Yok, ilk defa gittim ve çok hoşuma gitti. Karakterim çok matrak bir kadın, çok güldük. Türkçe konuştuğum yerler de var ama oraları da Gürcü aksanlı Karadeniz şivesiyle konuştum. Hiç değilse onlar Türkçe. Bana, “Sen Deli Deli Olma’da Terekeme ağzıyla konuştun, bunu da yaparsın” dediler. Terekeme konuşmakta bir şey yok. Sonuçta Türkçe, ne dediğimi biliyorum. Bunda ne dediğimi de bilmiyorum, Çok zor geldi bana.

Osman Sonat: Ne biz ne dediğimizi biliyoruz, ne dinleyen ne dediğimizi biliyor. Murat, “Balkanlarda film çekiyor gibiyim yeter artık” dedi. Hiçbir şey anlaşılmıyor. Bayağı yabancı film çekiyor gibiydik.

Nesrin Cevadzade: Proje geldiğinde, senaryoya bayıldım. İnanılmaz komik, renk cümbüşü var resmen. Benim oynayacağım karakter Asya çok maceracı bir karakter. Çok güzeldi ve hemen katılmak istediğimi söyledim. İlk önce tek başıma bir deneme çekimi oldu daha sonra beni Osman’la birlikte çekmek istediklerini söylediler. Ben “Eyvah herhalde olmadı, yeterince iyi yorumlayamadım, bir de erkek başrol oyuncusuyla uyumuma bakacaklar” diye düşündüm. Osman’a zaten karar verilmişti. Bir geldim Osman’la benim filmdeki tanışma sahnemiz deneniyor. Çektik. Osman çok mutlu ve destekleyiciydi o gün. Ben kafamda soru işaretleriyle çıktım gittim. Birkaç gün sonra yapımcımız Koray Çalışkan aradı beni “Nesrin biliyor musun Osman senin için çok kulis yaptı” dedi. Çünkü o güne kadar Osman, bir sürü insanla deneme çekimi yapmış. Artık “Nesrin olsun çok iyi elektrik aldım ben ondan” diye bana kulis yapmış. Çok sevindim, çok mutlu oldum derken tekrar bir görüşme ayarlandı. Benden Asya karakterini tarif etmem istendi. Ben kendi anladığım Asya’yı tarif ettim; “Cesurdur, ödün vermeyen bir kızdır, neşelidir, maceraperesttir, ayakları yere sağlam basan bir kızdır, ailede kendinden daha büyük bir ablasının olmasına rağmen söz hakkı ona aittir, ikna kabiliyeti çok yüksek” falan ben böyle şeylerden bahsediyorum. Bana bir Asya tarif ettiler, kaçarak uzaklaşmak istedim. Çünkü, “İdol kadın, ikonik kadın, inanılmaz güzellikte bir kadın” gibi terimler kullandılar. “Beni oynatmak istediğinize emin misiniz” diye sordum. Çünkü Al Yazmalım’a ve Türkan Şoray’ın Asya’sına gönderme yapan bir film. Bu durum beni çok ürküttü. Çekimlerin başladığı güne kadar çok korkaktım, hiçbir şeyden emin değildim. Sonra Osman’la gerçekten tutmuş olan elektriğimiz sayesinde birçok şey olabildi.

Senin tercih ettiğin rollerde, kadın karakterler daha baskın ve etkileyici. Bu biraz senin tercihin mi yoksa projeler mi öyle denk geliyor?

Nesrin Cevadzade: Ben doğru proje gelene kadar çok uzun süre bekleyen biriyim. Projelerim arasında çok uzun süreler var. Gerçekten teklif edilen şeylerin içinden iyi olanı tercih etmeye çalışıyorum. Akılda kalıcı kadınları oynamışsam hep, bu denk gelmiştir.

Peki projede sizi etkileyen şey ne oldu?

Osman Sonant: Senaryonun naifliği oldu. Çok büyük bir iddiası olmayışı, bir yol hikayesi oluşu, hiç görmediğim iki coğrafyayı, Karadeniz’i tanıma imkanı bulmam. Onun dışında tabi başrol olması beni kendine çekti. İlk defa baştan sona nakış yapar gibi, ince eleyip sık dokuyacağım bir rol çıkmıştı karşıma bunu değerlendirmek istedim. Konusunu çok sevdim. Bir politik komedi ya da karamizah olmasa da insanları vicdanlarını ufak ufak uyarması, bunu bir kadın erkek ilişkisiyle vermesi hoşuma gitti. Tabi buraya geldiğimde panoda diğer adayların resimlerini görünce şaşırdım. Bunları düşünüyorlarsa beni neden düşünüyorlar diye sorguladım. Çünkü bunlar hikayenin gişe yapmasını sağlayabilecek, seyircisi olan insanlar. Benim kemikleşmiş bir seyircim yok. Ben daha kafamı uzatmışım saçım gözüküyor. Özellikle buradaki bir muhabbet ve deneme çekiminden sonra bana bayağı ısrar edildi. Ben korkuyordum başrol çok güzel ama çok büyük bir sorumluluk. Bütün bu etkenler, bu cesareti göstermemi sağladı.

Pandora’nın Kutusu’ndaki performansınızın bu seçimde etkisi olduğunu düşündünüz mü hiç?

Osman Sonant: Tabi muhakkak olmuştur. Koray’ın benimle ilgili sürecini anlattı zaten. Leyla ile Mecnun, Behzat Ç. ile ortak dizi yaptığında Koray, Behzat Ç. izleyicisiymiş. Behzat Ç.’yi izlerken benim Erdal Beşikçioğlu’yla olan sahnemi görmüş ve “Kim bu” diye düşünmüş. Çünkü onun kafasındaki tipe ve renge uygunmuşum. Sonra benim Pandora’nın Kutusu’ndaki adam olduğumu öğrenmiş. Murat’la konuşup benim 2010 Kültür Başkenti’nde Murat’la beraber çalıştığımı öğrenmiş. Sonra beni denemek istediler Büyük ihtimalle Pandora’nın Kutusu’nun etkisi büyüktür.

Sizin de dediğiniz gibi, Güneydoğu Anadolu ile Karadeniz hem siyasi hem coğrafi alanda kendine özgü iki bölge ve bu iki bölgede çekimler yaptınız. Ne gibi farklılıklar gördünüz? Oradaki izlenimleriniz nelerdir?

Şerif Sezer: Ben sadece Artvin’deydim. Oradaki insanlarla görüştük. Köyün tamamı bizim filmde oynadı. Gayet sıcaktılar. Sadece o baraj inşaatları beni mahvetti. O kadar güzel bir coğrafya nasıl katledilir onu gördüm. İnanılmaz uçurum uçurum çukurlar kazılmış. Çok üzüldüm.

Nesrin Cevadzade: Ben daha önceki projelerde neredeyse Doğu’nun bütün kentlerini gezmiştim. Diyarbakır da buna dahil. Diyarbakırlı bir kızı oynadığımda coğrafyayla ilgili bir sıkıntım, bilmeme gibi bir durumum yoktu. O anlamda çok hazırdım. Çekimlerimin büyük çoğunluğu Diyarbakır’da geçti. Evimde gibiydim. Karadeniz’i hiç görmemiştim. Rize, Artvin ve Trabzon’u gördük. Büyülendim. İnanılmaz bir coğrafyası var. Şerif Abla’nın dediği gibi, sistem öyle bir şey ki iki coğrafyaya farklı şekillerde tecavüz ediyor. Doğu’da yaşanan başka bir acıya da şahit olduk. Biz orada çekim yaparken 500 metre ileride insanlar öldü. Önümüzden cenaze konvoyları geçti. “Biz burada ne yapıyoruz, niye film çekiyoruz” diye sorguladığımız zamanlar oldu. Askerlerin öldürüldüğü zaman biz oradaydık. Güvenlikle ilgili problemimiz yoktu ama duygu olarak çok yoğunduk. Fakat filmin tam da bu meseleye dokunuyor olması, bu iki halkı elele tutuşturmaya çalışıyor olması bizi motive ediyordu. Yaptığımız şeyi her sorguladığımızda “Ama biz de bir cümle kuruyoruz” diyorduk ve devam ediyorduk. Doğu’da böyle bir şey yaşanırken Karadeniz’de de sistem muhteşem coğrafyayı yerle bir ederek terörize ediyordu. Çok benzer hüzünler olduğunu düşünüyorum iki coğrafya için de. Çok büyülendiğimiz şeyler de hüzünlendiğimiz şeyler de oldu.

Osman Sonant: Ben ilk kez Diyarbakır’a gittim. Daha önce Antep ve Adana’ya gitmiştim. Diyarbakır’ı ilk kez görüyor olmam benim işime yaradı. Nasıl bir şaşkınlık içerisindeysem karakterim de o şaşkınlık içinde ilerleyecekti. Bu bir oyuncu için bulunmaz bir nimet. Öteki taraftan biz orada yaşanan tabloya oranla daha hafif bir film çekiyoruz ve oradayken Murat’la da çok etkileyici bir an yaşadık. Konvoy halinde, büyük bir sessizlik içinde cenazeler önümüzden geçti o sırada da komik bir sahne çekmeye çalışıyoruz. Öyle kalakaldık. İnsanın içinden bu konulara daha sert bir parmak basan, daha sert bir vicdan meselesine yol açabilecek bir şey yapmak geliyor. O an yaptığın şey sana yetmiyor. Dert çok büyük sen bunu sanki küçümsüyorsun, küçültüyorsun ve sinema diline dönüştürüp sevimli hale getiriyorsun gibi oluyor ve bu durumda bir ihanet hissi yaşadık. Tabi çok uzun sürmedi bu, sonuçta işimizi yapmak zorundayız ve yaptığımız şey kötü bir iş değil. Bizim yaptığımız küçük de olsa bir vicdan muhasebesi. Ama ben Artvin, Diyarbakır, Trabzon ve Rize’nin hepsinin aynı olduğunu gördüm. Merkeze uzak ve birinci derecede gelişmişliğe uzak her şehirdeki insanın yalnızlığını gördük. Aslında herkes çok yalnız. Biri şehir planlamasının rezil halinden şikayetçi, öbürü ana dilini konuşamamaktan ve bir şeyleri çözememekten şikayetçi. Merkeze uzak olan herkes bir şeylerden yoksun. O noktada o Kürtmüş, o Türkmüş, o Lazmış gibi bir düşünce kalmıyor. Bu bir geyik konusu. Bunun geyik konusu olmasını sağlayan şey de 2011 yılında hala bunların konuşuluyor olması. Konuşulmuyor olsa bu geyik ortadan kalkacak. Aslında kimsenin derdi kimliği falan değil. İnsanlar yeterli hizmet almıyorlar, yeterli imkanları yok, coğrafyaları yeterli korunmuyor, şehirleşme yeterli değil, işsizlik almış başını yürümüş. Rize’de eğer yüzlerce kişi bizi sokakta seyrediyorsa orada işsizlik var demektir. Artvin’de başka bir şey var. Heidi’nin köyleri gibi orası. İnanılmaz güzellikte. İnsanları da müthiş. Ben hayatımda yanakları bu kadar al kızlar görmedim. O kadar sağlıklı yaşıyorlar. O kadar güzel şeyler yiyip, içiyorlar. Ferrarisini Satan Bilge gibi insanın her şeyini satıp oraya gidesi geliyor ama oraya gidip yerlisi olduğunda da yediğin şeyler bir şey ifade etmiyor olacak, başka şeyler çıkacak. Aslında herkesin çok şikayetçi olduğu, ama şikayetçi olurken de aslında çok güzel şeyler yaşayıp farkında olmadığı bir Türkiye gördüm.

Filme bunun etkisi nasıl oldu?

Osman Sonant: Görsel olarak etkisi oldu. Film, Türk sinemasında hiç gözükmemiş bazı mekanlar gösteriyor. Tortum Vadisi, oradaki göl, Bulanık Köyü, Bingöl’deki yüzen adalar… Hepsi fragmanda var. Herkes buraların Türkiye’de olup olmadığını soruyor. Her şeyin ötesinde çok romantik. Koray’ın oralardan geçerken bize gösterdiği, bulunmak istediği mekanlar vardı. Sadece mekan sunan bir film olmamak için böyle bir çok mekanı da kullanmadık.

Filmde göndermelerin çok olduğunu söylediniz. Siz nasıl algıladınız? Kadir İnanır’dan bir etkilenme oldu mu?

Osman Sonant: Ben Kadir İnanır’dan nasıl etkileneyim. Etkilensem ne olacak. Selvi Boylum Al Yazmalım herhangi birini etkilemediyse zaten etkilenmeyen insanda bir problem vardır. Ben Kadir İnanır gibi olmaya çalışan biri olmadım. Öyle bir seçim olmadı asla. Gerçekten Cahit Berkay’ın müziği bizi birçok noktada çok motive etti. Gözümüze çok değişik görüntüler getirdi. Benim zor bir sahnem vardı orada bana çok yardımcı oldu. Sette megafondan o bilindik Selvi Boylum Al Yazmalım melodisini verirlerdi. O sırada insanlar set hazırlığındayken biz o müzikle motive olduk, o müzikle kendimize geldik. Dolayısıyla o konuda çok etkisi oldu.

Nesrin Cevadzade: Selvi Boylum Al Yazmalım milyonlarca kez izlediğim ve her seferinde etkilendiğim filmdir. Tabi ki Türkan Şoray’ın Asya’sı olmak mümkün değildir. Ancak hafif hafif esintiler olabilir. Bunun için de belli sahneler vardı. Mesela Asya ile Koşman rengarenk bir Diyarbakır düğününde karşılaşıyorlar. Orada insanların içinden, onları yararak kırmızı bir elbiseyle yürüme sahnesi var. Öyle bir anda tabi ki Türkan Şoray’ın Asya’sını düşündüm ve o havayı içimde hissetmeye çalıştım ama ne haddimize. Minik göndermeler var gerçekten. Öyle bir iddiamız ve onu çağrıştıracak bir alanımız da yoktu senaryoda. Bu bambaşka bir hikaye. Koşman bir Selvi Boylum Al Yazmalım hastası ve Asya’nın babası da Selvi Boylum Al Yazmalım hastası. O yüzden kızına Asya ismini veriyor. Bizim aslında alanımız bundan ibaretti. Siz Kadir İnanır’ı bırakın Osman’ın ağlayarak geldiği “Recep İvedik oldum” dediği anlar vardı.

Osman Sonant: Acaba fazla mı suyunu çıkardım, Recep İvedik’e bağladım mı diye tedirgin oldum. Murat’ın gözünün içine bakıp “Lütfen bana öyle olmadığını söyle” dediğim oldu.

Film izleyiciden uzak bir yapım değil. Dili sıcak ve halka yakın bir dil. Türk sinemasının dili bu tür filmlere mi daha yakın yoksa yurt dışındaki ödüllü minimalist diyeceğimiz yapımlara mı?

Şerif Sezer: Türk halkının ilk söylediğinize daha yakın olduğunu düşünüyorum. Gişe rakamları da onu gösteriyor zaten. Türk halkı daha sıcak, anlaşılır, altını çizerek söylenen filmleri daha çok seviyor.

Türk sinemasının resmi dilinin bu söylediğimiz tarzda mı yoksa diğer tarzda mı olması daha doğru? Bunun ikisinin arasında bir bocalama var çünkü.

Şerif Sezer: Aslında çok yüksek kalitedeki bir film olup da aynı zamanda Türk halkının sevdiği bir film de olabilir. Mesela Babam ve Oğlum’da olduğu gibi halkın da eleştirmenlerin de çok sevdiği bir film yapılabilir. Hem çok kaliteli hem herkesi kucaklayan sıcak filmler de yapılabilir. Festival filmi soğuk, insanlardan uzak, öbür tarafta halka yakın film diye ayırmasak çok daha iyi olacak. Ben festival filmi yapıyorum, ben gişe filmi yapıyorum demek çok yanlış. Ben iyi bir film yapıyorum herkes çok sevecek diye düşünülmesi gerekiyor.

Osman Sonant: Senaryo bazında aslında Avrupa’nın ve o insanların soğuk tabir ettiği ama başarılı olan festival filmlerini andıran bir şeyler var bu filmde. Alınan destek bunu gösteriyor. Bu da ülkedeki çatışmanın sempatik bir hikayeyle kendi içinde bir çözüm yolu aramaya çalışması. Bu izlenimi vermiş ki böyle bir destek gelmiş. Türkiye’nin 2011’de destek alan tek film bu. İçeriğine baktığımızda bütün karakterleriyle çok sıcak, çok samimi, halkın içinden, yer yer fazla halkın içinden. Artvin’deki o köy kadınlarıyla, Rize’deki, Diyarbakır’daki bazı sahnelerde halkı oyuncu olarak kullanan, halka uzak olmayan bir film. Murat’ın tanımıydı o. Bizim gördüğümüz şey modern seyirlik Türk sineması örneği olmasıydı.

Nesrin Cevadzade: Şerif Abla’nın söylediği gibi gişe sineması, sanat sineması ayrımına inanmıyorum. Böyle bir ayrım dünya üzerinde bir tek bizde var. İki gün önce Ayrılık diye bir film seyrettim. İran filmi. Berlin Film Festivali’nde bütün Berlin tarihi içinde En İyi Kadın, En İyi Erkek, En İyi Film ödüllerini almış tek film. Size garanti ederim ki, o film bir Türk yönetmeni tarafından çekilseydi ve Antalya’ya yollansaydı seçilmezdi. Televizyon estetiğiyle çekilmiş derlerdi. Çünkü filmde sinemasal olarak adamın tek bir güzel çerçevesi yok ama bir şeyler anlatıyor. Bence asıl olan her zaman öyküdür. Adam bir öykü anlatıyor, dağılıyorsunuz. Boşanmak üzere olan bir kadınla bir erkeğin durumu üzerinden bütün bir hukuk, din sistemini, bütün bir İran’ı ve arka planı görüyorsunuz. Bizim bir önceki filmimiz Güzel Günler Göreceğiz için de senaryoda eksiklikler var denildi, klişe bulundu. Filmi adam gibi eleştiren, neyi sevmediğini söyleyen tek bir eleştirmen çıkmadı. Hakkında çok korkunç yazılar çıktı. Eleştirmenler, yönetmenler, yapımcılar ve oyuncular olarak sanat sineması ve gişe sineması olarak ikiye ayrılmış durumdayız. Sanat sinemasının belirli kalıpları vardır. Adam uzun uzun denize bakar sigarasını yakar ve 20 dakika geçer. Bunun dışındaki tüm filmler tu kaka oluyor çünkü televizyon estetiği olur. Bu tarafa yakın olanlar da halktan koptular, halka yakın şeyler yapamıyorlar, seyirlik Türk sineması ölmek üzere diyorlar. Ben açıkçası bu ayrımın çok gereksiz olduğunu, yanlış olduğunu, bizi birbirimizden daha da uzaklaştırdığını düşünüyorum. İyi film, kötü film, iyi hikaye, kötü hikaye vardır diye düşünüyorum. Her zaman nasılından çok ne anlattığının önemi var diye düşünüyorum.

Şerif Sezer: Nasıl anlattığının önemi var.

Osman Sonant: İşte o, türleri oluşturuyor. Türleri sanat filmi ya da gişe filmi diye ayırmamak lazım. Yönetmen oyuncuyu 25 dakika öylece yürütebilir. O, o yönetmenin hayatı algılayış biçimidir. Onun için zaman ağır akıyordur ve o onu göstermek istiyordur. Çünkü o ona acı vermiştir. Bunu izleriz, izlemeyiz, sıkılırız, gideriz bu bizim tercihimizdir ama o adamın hayata bakışıdır. Sinema bir sanat dalıysa yapılan film zaten sanattır bu kabul edilmiştir. Dolayısıyla biz insanlar Türkiye’de yapımcılar, yönetmenler, oyuncular bir araya gelip de bırakın bir akım üzerine tartışıp bazı projeler üretmeyi. İçinde kendimizi bulduğumuz projelerde dahi, o projenin ne yapmak istediğini ortaklaşa karara bağlayamıyoruz.

Nesrin Cevadzade: Yangın Var’ın temel cümlesi bir Karadenizliyle bir Diyarbakırlıyı buluşturmak. Nasıl ki oralarda bir türlü bir araya gelemiyorsak ve bu ayrıştırma, ötekileştirme hali her an medya tarafından sürekli pompalanıyorsa, aynı şekilde sanatta da bir şeyi hemen tu kaka ilan etmeyi yaşıyoruz. Mesela Yangın Var iki ortaklı bir film. Ortaklarından bir tanesi Türkiye’deki bağımsız sinemanın en merkezindeki adam; Yamaç Okur. Diğeri de Yangın Var’ı gerçekten gişe filmi yapmaya çalışan, Koray Çalışkan.

Osman Sonant: Önemli olan bir denge oluşmasıydı. Koray herhangi bir sahnede seyircinin daha çok güleceği şeyler olsun istiyordu. Haklı da, çok büyük para yatırıyor ve çok büyük riskin altına giriyor ama Koray’da bir şeyler anlatma isteği de ölmüş değildi. “Anlamı manayı tamamen öldürelim sadece şekilsel bir şeyler kalsın” demiyordu. Sahnenin nasıl çekileceğini Yamaçla tartışıyorlar, Koray fikir veriyor, Yamaç “Bunu böyle yaparsak Berlin’e katılamayız” diye Koray’a takılıyordu. Acaba komikliği çok abartıyor muyum dediğim zamanlarda Yamaç’a bakıyordum o sahnenin daha dingin olmasını isteyebilecekken orada kahkahalarla gülüyordu. Dolayısıyla bizim de dengemiz kayıyordu. Bu sefer “Biz ne yaptık, bu sahne kime göre” diye düşünüyorduk. Bu buluşmada gerçekten dozunda bir şey çıkmış olabilir. Çünkü gerçekten çok çatıştılar. Yamaç, Koray ve Murat üçlüsü güzel bir matematik oluşturmaya çalıştılar, kendi içlerinde büyük bir gerilim yaşadılar. Bundan sonrası için de projeleri var. Tartışmaları o kadar hoşlarına gitti ki bunu sürdürmeyi istiyorlar. Birçok filmin böyle bir laboratuvardan geçip çekilmesi üzerine bir platform oluşturmayı da istiyorlar.

1980 sonrası 90’ın ikinci yarısına kadar feminizmin Türk sinemasında etkilerinin hissedildiği dönemlerdi. 2000’lerde kadın oyunculuklar anlamında geriye bir adım atıldığını düşünüyor musunuz?

Şerif Sezer: Filmler genel olarak yüzde 80 erkek odaklı oluyor. Yeşilçam sinemasında tabi kadınlar daha ön plandaydı. Yeşilçam sineması bitip yönetmen sineması başladıktan sonra daha çok erkek filmleri yapıldı. Benim oynadıklarımda da Deli Deli Olma hariç hep erkek ön plandaydı, kadın ondan sonra geliyordu. Bu dünya sinemasında da, tiyatroda da böyle. Kadınlara rol yazmıyorlar. Türkiye’de Batı’yla yarışacak hatta üzerine geçecek oyuncular var.

Osman Sonant: Kadın oyuncu seçimi noktasında özellikle son 10 yılda öyle bir rota izlendi ki. 80 öncesinde ve 80’li yıllarda da bu bahsettiğimiz kadınlar idol kadınlar, güzel kadınlar, iyi oyuncular, insanların kafasına tokmakla vuran oyuncular. O kadınların gerçek hayatlarına baktığımızda orada da çok büyük bir doluluk var. Şu anda önümüze gelen şeyler, steril insanların, steril hayatlarından çıkıyorlar. Bir Müjde Ar’ın, bir Hülya Koçyiğit’in hayatını, onların acılarını kimse yaşamıyor. O acıları yaşamadıkları için, acıları tanımıyorlar ve oynayamıyorlar. Daha sığ yaşayan insanlarız. Özellikle, Özal sonrası dönemde çok daha steril yaşamaya başlayan neslin evlatlarıyız. O yoğunlukta karakterleri çıkarabilmek için insanın çevresinde onları yaşayan insanların olması lazım. Onları yaşayanlar yazma noktasına gelemiyorlar. Dışarıdan bakanlar yazmaya çalışıyorlar.

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.