Banu Bozdemir
Doğanın insana ‘iyi’ ve ‘kötü’ davrandığı, onu olumlu ve olumsuz yönde etkilediğini düşünürüm. Bazen ona en güzel yanını gösterdiğini, bazen de insanoğlunu doğanın en aciz yaratığı haline dönüştürdüğünü… Antichrist’de doğanın insanın doğasını bozduğunu, Melonchalia’da insanın üzerine abandığına, İnce Kırmızı Hatta ise insana ‘anlamsızlık’ bahşettiğine tanıklık etmiştik. Doğadan etkilenen, psikolojisine nüfuz eden doğa olayları yaşayan biri olarak doğanın insan psikolojisine sızdığı filmleri yazmak istedim…
Antichrist
Kendilerinin ihmalinden dolayı oğulları Nick’i kaybeden evli çift büyük bir yas içindedir. Oğlunun cenaze töreninde fenalaşan kadın, atipik bir yas dönemi içine girer. Panik ataklarla doruk noktasına çıkan bu dönemde, psikoterapist olan kocası ona yardım etmeye çalışır. Karısının korkuları üzerine çalışmaya başlayan adam, onu korkuları yüzleşeceği dağ kulubelerine götürür. Gerçekte onu korkutanın ne olduğunu bulmaya çalışması, gözden kaçan karanlık bir sırrı aydınlatacaktır.
Meloncholia
Neredeyse çektiği her film olay yaratan Lars von Trier’in merakla beklenen bu son yapıtı yönetmenin kendi sözleriyle “dünyanın sonu hakkında güzel bir film”. Melankolia, iki kız kardeşin hikâyelerini anlatıyor: Justine ve ablası Claire. Melankoliye dalan Justine depresyonda, kıyamet gününü aklından çıkaramayan hayatı bir drammış gibi yaşayan bir kadınken Claire, güya “normal” olandır. Justine’in düğün günü geldiğinde bütün aile şatafatlı tören için malikânede bir araya gelir. Parti ilerlerken von Trier’in bildik aile arızaları ortaya çıkmaya başlar. Üstelik Melankolia adı verilen bir gezegen, güneşin arkasında görülmediği yerden çıkmış dünyaya doğru gelmektedir. Yaklaşan kıyameti herkes kendine göre karşılayacaktır. Filmini “Bu bir düğün, melankoli ve psikolojik bir felaket filmi.” sözleriyle nitelendiren sıradışı yönetmen Lars Von Trier’in son işi olan Melankolia’nın başrollerini Cannes’da bu filmdeki oyunculuğu ile En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü alan Kirsten Dunst ve yönetmenin bir önceki filmi Anti Christ (Deccal)’te de beraber çalıştığı Charlotte Gainsbourg üstleniyor.
Hayat Ağacı
1950’li yıllarda, Orta Batılı bir aileyi merkezine alan film ailenin en büyük oğlu Jack’in, çocukluk masumiyetinin kaybolmasından başlayarak buruk bir yetişkinlik evresine geçişini konu alıyor. Tam bu geçiş sürecinde de babası (Brad Pitt) ile yaşadığı çalkantılı baba-oğul ilişkisi, öykünün merkezine oturuyor. Jack’in olgunluk hali (Sean Penn) artık modern çağda yolunu yitirmiş bir bireydir. Kaderin varlığını ve çıkmazlarını sorgularken, diğer yandan yaşamın anlamını bulmaya çalışır…
Terrence Malick’in 2011 Cannes Film Festivali’nde eleştirmenleri ikiye bölen son filmi Hayat Ağacı, yönetmenin baştan aşağıya imzasını taşıyan bir yapıt. Başrollerde Brad Pitt, Sean Penn ve Jessica Chastain yer alırken, filmin teknik ekibi de özellikle göze çarpıyor.
İnce Kırmızı Hat
kinci Dünya Savaşı sırasında Guadalcanal da savaşan bir grup Amerikalı erkeğin değişmelerinin, acı çekmelerinin ve kendileriyle ilgili önemli keşifler yapmalarının öyküsü. Film Pasifik adalarında Japonların ilerlemelerini durduracak olan, savaşta anahtar görevi görmüş çatışmalardan birini arka planına almış. Ama öykü, bunun ötesinde, hayatta kalmak için savaşan, korkunç stres altındaki insanların aralarında gelişen güçlü bağların arasında dolaşıyor. Doğanın sessizliği insanların sesine karışıyor, doğa insanın savaşma psikolojisine nüfuz ediyor ve onları derin bir sorgulamanın kucağına atıyor. Terrence Malick yönetiminde yine tabii…
Mayıs Sıkıntısı
Yıllar sonra ailesinin-akrabalarının yaşadığı, çocukluğunun geçtiği kasabaya elinde bir kamera, kafasında bir film yapma tasarısı ile giden bir adamın öyküsü bu film… Belki de, yıllardır bin bir emekle yetiştirdiği meşe ağaçlarını orman idaresine kaptırmamanın savaşını veren babasının; her mayıs içini sıkıntı basan, bir toprak ve gönül adamı olan babasının öyküsü… Belki de müzikli bir saat edinmenin hayali ile yaşayan, bu hayalin gerçekleşmesi için, bir yumurtayı kırmadan kırk gün cebinde taşımak zorunda olan küçük yeğenin öyküsü… Belki de… Belki de küçük dertleriyle, büyük düşleriyle, sevinciyle, sıkıntısıyla tüm bir yaşamın öyküsü demek daha doğru olur Mayıs Sıkıntısı için. Olağandışı bir içtenlikle yoğrulmuş, son derece yalın fakat bir o kadar inceliklerle dolu bir film. Her karesinde hayatın nabzı atan bir filmin yanında kelimelerin yetersiz kalması mümkün mü? Bu soruya filmi izledikten sonra bir yanıt da siz verin ya da bırakın yaşamın içinize sinen görüntüleri sıkıntılı da olsa derin bir soluk alsın!
Zefir
Başına buyruk bir kız çocuğu olan Zefir, yaz tatilini anneannesiyle dedesinin Doğu Karadeniz Dağları’ndaki yayla evinde geçirmektedir. Uzaklardaki annesinin gelip onu alacağı günü iple çekerken, zamanını anneannesiyle dedesinin gündelik işlerinin yükünü paylaşarak ve kırlarda dolaşarak geçirir. Annesi sonunda beklenmedik bir anda çıkagelir. Ne var ki Zefir’i almaya değil, her zamankinden daha uzun bir yolculuğa çıkmadan önce onunla vedalaşmaya gelmiştir. Oysa Zefir, bir daha ondan ne pahasına olursa olsun ayrılmamaya kararlıdır..
Into The Wild
Okulunun gözde öğrencisi Christopher McCandless, 1990 yılında mezun olduktan sonra biriktirdiği 24.000 doları bir vakfa bağışlar ve hayatının seyahatine çıkmaya hazırlanır. Orta gelirli bir ailenin oğlu olan Christopher’ın en büyük amacı Alaska’ya giderek oradaki vahşi doğayla iç içe yaşayabilmektir. Christopher çıktığı yolda hayatını değiştirecek birbirinden ilginç karakterle karşılaşacaktır. Doğanın kucağında değişen bir psikolojinin anlatıldığı filmin yönetmeni Sean Penn.
Deliverance / Kurtuluş
ABD ‘nin güney eyaletlerinden Georgia ile Güney Carolina ‘yı birbirinden ayıran Cahulawassee nehri üzerine bir baraj inşa edilmek üzeredir.Kısa bir süre sonra bu nehir ortadan kalkacak yerini de yapay bir baraj gölü alacaktır.Atlanta ‘lı doğa tutkunu Lewis ve üç şehirli arkadaşı Ed, Bobby ve Drew nehrin doğası sonsuza dek bozulmadan önce son bir kez kano ile nehri boydan boya geçmeyi ve bir çeşit macera yaşamayı planlarlar.Bu hafta sonu tatilinin her zaman golf oynadıkları hafta sonlarından farklı olmasını istemektedirler.Nehir boyunca ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe doğanın güzelliği ile ters orantılı olarak yöre insanlarının pek de dost canlısı olmayan davranışları ile karşılaşırlar ve yolculukları bir kabusa dönüşür.
The Tree
İlginç bir yas öyküsü… Dawn eşini kaybettikten sonra çocukları ile baş başa kalmıştır. Küçük kızı babasının ruhunun bahçelerindeki ağaçta yaşadığını ilk söylediğinde bunu çocukça bir şaka olarak kabul etmiştir. Başta kimsenin inanmadığı bu fantastik olay, giderek aile içinde gerçeklik kazanmaya başlar. Bir süre sonra çocuklar ağaçta yaşadıklarını inandıkları babaları ile konuşmaya başlarlar. Buna Dawn da katılacaktır.
Kosmos
Kosmos mucizeler yaratan bir hırsızdır. Dağlardan taşlardan, ağlayarak ve sanki birilerinden kaçar gibi gelir bu zaman dışı sınır şehrine. Şehre girer girmez nehirde boğulan bir küçük çocuğu kurtarır ve mucize yaratan insan olarak hemen kabul görür şehirde. Kosmos sıradan birisi değildir. Kosmos’u hiç yemek yerken ya da uyurken görmeyiz. En büyük ihtiyacı çay, tek besini ise avuç avuç yediği kesme ya da toz şekerdir. Şaşırtıcı maharetlerinden birisi de yüksek yüksek ağaçlara büyük bir kolaylıkla tırmanıp, incecik dallarında bir kuş gibi oturabilmesidir. Kosmos herkesi irkilten bir isteğini açık sözlülükle belirtir: Aşk peşindedir. Kosmos’la dereden kurtardığı küçük çocuğun ablası Neptün arasında tuhaf bir yakınlaşma olur, ağaçlarda damlarda çığlık çığlığa kuş bağırışlarını taklit ederek sanki gölgeleriyle buluşur, oynaşırlar. Kosmos’un gelmesiyle şehirde o zamana kadar pek de görülmeyen küçük dükkan soygunları baş gösterir. Soygunlar ve mucizeler birbirini kovalarken, şehirliler Kosmos’un insanları iyileştirme gücünü keşfederler. Bütün dertliler, hastalar, şifa arayan çaresizler Kosmos’un peşine düşer. Zamanla talihsiz olaylar serisi herkesin ondan uzaklaşmasına sebep olur…