SERDAR AKBIYIK
Sümela’nın Şifresi: Temel’in başrol oyuncusu Alper Kul “Normal bir insanı Karadeniz’de yalnız bıraksak yaşayabilir mi? İşte onun için karadenizliler bir başka düşünür hayatı” diyerek Temel efsanesini tartışmaya açtı…
Temel Karadeniz’in en komik kahramanıdır. Onun fıkraları bazen hayatın gerçekliğinden bazen de Karadenizliler’i kıskanan diğer coğrafya insanının yaratıcılığından çıkar. Bu kadar içimize işlemiş bir kahramanı sinemada canlandırmakta haliyle cesaret ister. İşte Alper Kul bu cesareti gösterdi. Sümela’nın Şifresi: Temel filminde Temel’i canlandırdı. Film beklenenden fazla gişe yaptı. Biz de Alper Kul’a teybimizi uzattık…
Projeyi kabul etme sebebiniz nedir?
Alper Kul: Indiana’da ve Müjdat Gezen’de oyunculuk eğitimi aldım. Bu her oyuncunun oynamak isteyeceği, zorlayıcı unsurları olan, herkesin bildiği ama ete, kemiğe bürünmemiş bir halk kahramanı. Onun sizinle birlikte vücut buluyor olması çok etkileyici bir durum, kabul etmemin ilk sebebi oydu. İkincisi ben zaten Trabzonluyum. En başlarda annem ve babam benim oyuncu olmamı çok fazla istemediler. Ben bir iki iş yaptıktan sonra, bir başarı elde ettikten sonra, yavaş yavaş barışmaya başladılar bu durumla. Bu benim hayatımda annemle babamı ödüllendirdiğim, onlarla barıştırdığım noktaya geliyor. O yüzden maneviyatı çok yüksek. Onları kendi topraklarının kahramanını oynuyor olmak benim için çok önemli.
Temel herkesin dilinde olan dediğiniz gibi aslında çok da ete kana bürünmemiş bir fıkra kahramanı. Siz neyden yararlandınız, neyi örnek aldınız?
Alper Kul: Temel’in karakterini ve mizah anlayışını biliyoruz ama cismini suretini henüz göremedik. İlk başta kendime burun yaptırayım dedim. Gittik burnumun kalıbını aldırdık, yaptırdık. Sonra burnu çıkardım aynaya baktım. Değişen bir şey olmadı. Benim burnum zaten genetik olarak büyük. Temel’i burunda aramamak lazım gerektiğini aynaya bakınca fark ettim. O yüzden çok karikatüre gidecek bir durum yok. Sonuçta Temel nedir diye birkaç aylık bir araştırma içerisine girmedik. Ben ömrüm boyunca Karadenizli düşünce yapısının nasıl olduğunu sorguladım. Geldiğim nokta, çok sarp bir doğası olduğu için ve iklim sürekli değiştiği için, orada hayatta kalmak çok zor. Hayatta kalabilmek için de normal bir zeka haricinde pratik bir zekaya ihtiyaç var. Normal bir düşünce yapısındaki insan evladını Artvin’den Samsun’a kadar o coğrafyaya koy hayatta kalabiliyor ve ürüyor olabilmesi mucize. O yüzden farklı düşünmen, değişik şeyler yapman gerekiyor. O şekilde kalıyorlar hayatta. Şimdi buradaki Temel dediğimiz kahramanda tüm Karadeniz insanlarının yaptığı marjinalliklerinin tek bir bünyede toplanmış hali. Yaptığı hiçbir şeye saçmalık ya da delilik diyemiyoruz. Bir taraftan da hedefe varan şeyler yapıyor. Belki yolu uzatıyor belki kolaylaştırıyor ama her şeye olabilir gözüyle bakıyor. “Neden olmasın ki” gibi bir cümlesi var. Tam sanatçı kafası bu. Mesela Karadeniz cenazeleri çok eğlenceli geçiyor. Çünkü nasılsa öleceğiz, ölmezsek bir problem var diye bakılıyor. Öbür tarafta Doğu cenazelerinde ağıt vardır, kayıp çok büyüktür. Karadeniz’de bir saat sonrasında fıkralar anlatmaya başlanılır. Konuşulur, yemekler yenir.
Böyle bir rolde böyle bir hikayede yönetmenin de içselleştirmesi çok önemli. Sonuçta sinema yönetmen sanatıdır. O konuda birbirinizle iletişiminiz nasıldı.
Alper Kul: Bizim ekibin çoğu Karadenizli. Bir kaç tane normal insan var onlar da Arnavut. Bizim bu filmi çekmiş olmamız büyük bir mucize. Bu kadar Karadenizlinin bir araya gelip bu filmi çekip, montajlayıp, vizyona sokacak olmamız büyük bir mucizedir. Ben hala şaşkınım. Bizim filmden daha renkli şeyler de var. Tarık Ünlüoğlu’nun bana silah çektiği, 2 el ateş ettiği bir sahne var. Biz o silah sahnesini Trabzon’da çekemedik 2 gün sonra Gümüşhane’de çektik. Çünkü halk bize çıkardığı seslerle karşılık veriyordu. Ciddi çatışma havası yaratılıyordur. Sahnenin çekilmesi için ezanı bekliyorduk çünkü ezanda büyük hürmet oluyor . Cidden 5 vakit ezandan dolayı 5 şansımız vardı çekebilmek için. Başka hiç kimseye eyvallahı olmayan bir toplum.
Biliyoruz ki birçok Temel fıkrası var. Senaryo bu bilindik fıkralardan alıntılarla mı renklendirildi?
Alper Kul: Aslında bir aşk hikayesi. Fıkralardaki durumları aramasın izleyici. Ama bu adamın aşkı araması da başlı başlına fıkra gibi. Filmde bir yol tarifi var. Fragmanları izleyenler de bilirler. Yol tarifi soran birini silahı çıkarıp vuruyor. Bizim bu absürt mizah anlayışımızdan da memnunum. Karadeniz insanında da var bir absürt kafa. Onlar için her şey çok normal. Filmdeki hikayesine baktığımızda; Temel diye bir çocuk var. Bunun yakın arkadaş grubu var. Bir tane de kızı seviyor. Kızın soyadı da Yücesoy, Trabzonun en kallavi ailesi. Normalde imkanı olmayan bir ilişki. Çünkü kız Türkiye’nin sayılı zenginlerinden. Temelin babası da bir imam. Gariban bir adam. Ama Temel hiçbir zaman bu ilişki olmaz diye düşünmüyor. O bir kız, Temel de bir erkek, ikisi de sağlıklı. Neden olmasın ki. Kendini yakışıklı olarak da görüyor garibim ve anlayamıyor. Aslında hikaye burada başlıyor. Keloğlan gibi biraz. Parayla ilgili garip düşünceleri de var. Çok paran olursa kızı alırsın diyorlar. Temel bir şekilde para bulmaya çalışıyor. İş define kazmaya kadar gidiyor. Bir şifre çözüyor. Şifrenin sonunda da konu para pul değil. Sevdiğin kıza yaklaşmak.
Yeşilçam’daki komedi daha dramatik bir komedidir. 80 sonrasından itibaren de absürt komedi başladı ve bu ikisi birbirine rakip oldu diyebiliriz. Özellikle eleştirmenler tarafından absürt komedi pek beğenilmez. Sizin filminiz daha Yeşilçam tarzı bir komedi mi yoksa gerçekten absürt bir komedi mi?
Alper Kul: Bu sanatsal bir film değil. Gişe filmi olarak tanımlanan filmlerden. Bu bağlamda, yaşadığınız toprakları ve mizah anlayışını göz ardı edemiyorsunuz. O yüzden dramatik öğelerin olması gerekiyor. Bizim absürt anlayışımız, absürt mizah üzerine kurulu değil. Klasik anlamda hepimizin bildiği bir komedi ve dramatik bir hikaye üzerine absürt öğeleri kullanma yolunu tercih ettik. O zaman sizin izleyici kitleniz de genişliyor. Belli bir espri anlayışına sahip insanları hedeflememiş oluyorsunuz. Başlı başına absürt bir film değil bu.
Komedi oyuncusu, komedi sanatçısı denilen ayrıma inanıyor musunuz?
Alper Kul: Bir komedyen vardır bir komedi oyuncusu vardır. Bu komedi oyuncusu çok iyidir, dram da oynar. Bu çok tartışmaya açık bir konu. Komedi oyuncusunun dilbaz olması, iyi hatip olması, iyi nabız ölçmesi ve algılarının açık olması gerekiyor. Komedyenlikte izleyiciyle direk temas halindesiniz ve daha fazla pratik zekaya sahip olmanız gerekiyor. Drama oynadığınızda 3. perde tarafından kendinizi kapatıp sadece o karaktere yoğunlaştığınızda çok büyük bir oyunculuk çıkarabiliyorsunuz. Komedide her şeyin farkında olmanız gerekiyor. Tiyatro sahnesindeyseniz de; kim kız arkadaşıyla geldi kim hangi sahnede rahatsız oldu, seyirci sıkıldı mı hepsini ölçüyorsunuz. İlk 10 dakika, bir sürü olta atıp izleyiciyi tartarsın. Bu süre çok hızlı ve çok yorucudur . Bir sürü izleyiciyi tek tek anlaman, farkında olman gerekiyor. Ağır işçiliği olan bir iş. Komedi içindeki algı. Komedyenin zaten sahip olduğu bir şey. O düşünce yapısı, algı açıklığı, hayata bakış açısı, mizah anlayışı okulda çok zor öğretilecek bir şey. Benim kanaatimce bu özellikler genetiktir. O yüzden ben bir komedyen olduğumu düşünmüyorum. Ben sadece algıları normalden daha çok çalışan komediye meyilli, empatisi güçlü bir oyuncuyum. Komedyenlikteki durum çok farklı, benim yapamayacağım bir çok şeyi yapıyorlar. Çok hızlı olman gerekiyor. Çok zeki bir düşünce yapısına sahip olman gerekiyor. Komedyen adam, farklı komedi rolleri de oynar drama da oynar anlamına gelmiyor. Ben oyuncu kökenli olduğum için karakter yaratmayı çok seviyorum. Mağara Adamı diye bir iş yaptık. Ondan sonra Şen Yuva’da Nurettin Şenyuva gibi kızlara meraklı fantezi besteler yapan bir adam vardı. Her hafta farklı karakter yaratıyorduk. Benim karakter yaratmam çok pratik oldu. Yolunu öğrendim. Kel olmamın da avantajlarını kullanıyorum artık. Kendimle barıştım çok güzel bir döneme girdim gülüyorum hep, yaptığım işleri seviyorum. Kelliğimi de avantaja çevirdim. Peruk taktığımda, kaşımı sağa veya sola taradığımda farklı adamlar olabiliyorum. Oyunculuktan aldığım gereksiz bilgiler de hala var. Büyük sıkıntı aslında ama oradan güzel bir yol bulup farklı karakter yaratabilmeye pratiklik kazandım. Temel garip bir adam olarak çıktı. Ben de çok şaşırdım. Benimle alakası olmayan garip bir adam. Hoşuma da gitti açıkçası
Temel’i oynamak bir risk sonuçta bilindik olan izleyici açısından zor kabul edilir. O konuda bir endişeniz var mı?
Alper Kul: Hiç endişe taşımıyorum. Burada tevazu her zaman çok kıymetlidir. Her zaman da tevazu sahibi bir insan olmuşumdur. Hakim olduğun şey belli . Senin işin de oyunculuk. Yolunu yordamını biliyorsun nerden girersen bir insanın karakterinden, zaafını, sevdiği şeyleri biliyorsun o yüzden tevazu etmene gerek olmayan bir şeydir. Bu benim öğrendiğim bir şey. Baktığımda Temel gayet farklı, bana benzemeyen bir adam olarak görünüyordu. Bence bir sıkıntı çıkmaz.
Komedi Türk sinemasının en güçlü dalı. Çünkü insanların unutamadığı, halka sinmiş filmlerin çoğu komedidir. Bu bir tanınırlık ve bir güç sağlar ama sinemanın üreticileri veya tüketicilerin bir kısmı açısından biraz daha standart dışı bırakılır. Değerlendirmelerde, festivallerde biraz daha gayri ciddi bakılır. Gişe filmi de sinemayla halkı barıştıran en önemli dal. Komedi de bunun en önemli türü bu noktada son dönemde Türkiye’deki komediyi, sinemayı halka yakınlaştıran bir durum olarak görüyor musunuz?
Hep öyleydi. Hep de öyle olacak. Eğer bir ürün olarak bakarsak, komedinin satılması daha muhtemeldir. Çünkü kısa zamanda reaksiyonunu gösterir. Bir insanı ağlatmak için hayat hikayesinde nasıl aşık olduğunu, nasıl derbeder olduğunu anlatan bir hikaye emek gerektirir. Zaten biz dünya olarak hızlı tüketmeye alışık bir toplumuz. Öyle bir sistemde yaşıyoruz. Komedi kaçak bir şeydir. Pat diye bir espri yapar gider. O espri ertesi gün aklına geldiğinde seni güldürüyorsa onu anlatırsın. Daha çok insan gider. Komedi ile dramın durumu çok adil değildir. Eleştirmenle bu yüzden öbür tarafı kayırmak ve kollamaya gideceklerdir. Öbür tarafın ihtiyacı var korunmaya. Okulda yaramaz çocuklar vardır, hep sınıfta kalacaktır ama sempatik olduğundan kurul kararıyla sınıf geçecektir ve sınıf birincisi hiç ödüllendirilmeyecektir. Sınıfın ikincisi neden birinci olamadım diye mutsuzluktan ölecektir. Üçüncünün hiç umurunda olmayacaktır ama dediğim gibi en mutlu sınıfın sonuncusudur sonuçta sempatiktir.
Bunun içine bir de televizyonu katarsak… Televizyonun gücü bambaşka. Sinemayla karşılaştırılamaz. Özellikle yıllar geçtikçe bunu daha fazla hissediyoruz. Dizi komedyenliği, televizyonla o komediyi insanlara ulaştırabilme konusunda neler düşünüyorsunuz?
Alper Kul: Ben bunun cevabını bilmiyorum ama şu aralar öğrenmek için elimden geleni yapıyorum. Sinema dediğiniz şey biraz iddialı bir iş. İzleyiciyi evden çıkaracaksın, arabaya bindireceksin, salona getireceksin, susturacaksın, müziğinle, ışığınla, senin istediğin ambiyansa sokacaksın. Burada seni tercih ediyor olması gerekiyor. Burada starlık denilen şey işin içine giriyor. Tiyatroda aslında öyle. 800 kişiyi, 1000 kişiyi evinden çıkarıp her hafta oraya getirip beyninin içine sokup, seninle aynı havayı solutup, dışarı çıkarıyorsun ve oyundan sonra 15- 20 dakika o ambiyanstan çıkması zor oluyor. Buna bir paylaşım dersek, başarması güç bir şey. Sonuçta insanların oraya gelmesi için şehirde bir trafik yaratıyorsun. Televizyonda öyle bir şey yok. İzleyici oturuyor. Ya seni izliyor ya da kanalı değiştiriyor. Senin ambiyansına girmek gibi bir şey yok. Sen o eve dahil oluyorsun. Bunun bilincinde olup, komediyi dramı oraya yapmak gerekiyor. Televizyon insanların para verip satın aldığı bir reklam panosudur. Sen de onun içinden o ışığa bakacaksın. Üçlü koltuk dörtlü koltuk içeriden biri bağıracak elma soyalım, konsantrasyon dağınık, çocuk ağlıyor. Kadın küs, adam eve geç gelmiş, maddi sorun var. Kafa bir milyon. Sen oraya bir şey üretiyorsun ve bu üretim ister istemez farklı yerlere gidiyor. Sinemadaki gibi değil. İnsanları sinemaya götürmesi zor. Ondan sonrası çok kolay. O insanlar zaten seni izlemek için geliyor oraya. Ama televizyonun zaplanmama ihtimali yok. Televizyon yöneticileri 90 dakika komedi istiyor. Bütün dünya 20 dakika yapıyor biz 90 dakikayı deniyoruz. 90 dakika bir programın değiştirilmeme ihtimali zaten yok. Oraya ürettiğin komedi de farklı kaliteleri barındırıyor. Televizyondaki bir oyuncunun sinemada başarılı olma ya da sinemadaki bir oyuncunun televizyonda başarılı olma ya da olmama durumu bununla açıklanabilir. Bu benim bildiğim değil ama tahmin ettiğim bir şey. Milyonlarca insanı sinemaya götüren komedyenlerin, komedi veya drama oyuncularının televizyonda iş yapmayı istememeleri bununla alakalı olabilir. Çünkü garip bir şekilde tutmuyor. Televizyon starı adam . O gün herkes onu izlemiş ama sinemada izlenmiyor. Çünkü onun ürettiği iş yapabilme sistemi ile öbürü bambaşka. Hepsi oyunculuk adı altında geçiyor. Herkes televizyon oyunculuğu mu, tiyatro oyunculuğu mu diye soruyor benim verdiğim cevap, hepsi mühendislik ama biri kimya mühendisliği, biri makine mühendisliği öbürü inşaat mühendisliği. Televizyon, sinema ve tiyatro oyunculuğu bence tamamen farklı. Bir insanın hepsinde başarılı olması için dahi olması gerekiyor. Zaten birinde başarılıysan ve 70 milyonun starı olduysan, zaten 70 milyonda birinci oluyorsun.
Bu film sizin sinemaya bakış açınızı da belirleyecek mi?
Alper Kul: Allahtan ben pek ciddiye almıyorum. 3-4 senedir bana bir şey oldu. Rahatladım ben. Bu yüzden bir sıkıntı yok. Değişen bir toplumuz, değişen bir sistemde yaşıyoruz. Son 1-2 yıldır devamlı sosyoloji okuyorum. Aile sosyolojisi benim olaylara bakışımı çok farklı yerlere götürüyor. Ülkede son 30 yılda 3 kere rejim değişmiş. Garip bir demokrasiden, cunta rejimine, rejimden, muhafazakar bir sisteme geçilmiş. Bunda bir yanlış yok. Dünya da böyle. Dünya da muhafazakarlaşıyor. Bütün dünyada çok garip değişimler var ama Türkiye’de 3 sistem demek 3 farklı aile yapısını diretmek demektir. Sistem nasıl bir toplum istiyorsa onun ailesini kurmak ister. Bize o kadar çok yüklenmişler ki her şey çok çabuk değişiyor. 2 jenerasyon arasındaki fark çok. Sen büyük bir iş yapmak istiyorsan değişmek, değiştirmek zorundasın. Bu yaptığımız işe çok güleceğiz. Her şey çok çabuk değişiyor zaten. Çok yorucu bir durum çünkü insanların beğenilerine iş yapıyorsun. Değişmezsen bitersin.
Bir oyuncuyu, sanatçıyı televizyondan kopartmak gibi bir durum söz konusu olamaz. Aynı şekilde bir oyuncunun, ben sinema oyuncusuyum, ben tiyatro oyuncusuyum deme gibi bir şansı da yok. Sonuçta projeler geliyordur. Sinema şuan enerjik bir durumda. Size gelen bunun dışında bir proje önerisi var mı?
Alper Kul: Var canım olmaz mı? Herkese her zaman proje geliyor. Senin ne yapmak istediğinle ilgili.
Nasıl bakıyorsunuz buna?
Alper Kul: İyi iş teklifi geliyorsa, sıkıntı vardır. Kötü geldiğinde rahatsın, uymadı dersin reddedersin. İyi iş yaptığın zaman iyi teklifler geliyor. İyi teklifi reddetmek de senin ruh sağlığından götürüyor. Herkese çok güzel teklifler geliyor. Reddettiğinde ah acabalar başlıyor. Bunun huzurlu yanı yok. Ben bir de yazmaya başladım. Tiyatro oyunum var adı Out. Beşer beşerin proje tasarımında payım var. Yeni başka işler de yapıyoruz. Yazmaktan keyif alıyorum. Kendime çizdiğim mutluluk tablomda da ölümlü olduğumu biliyorum. 36 yaşındayım bir 36 daha olur mu bilmiyorum. Bunun keyfini çıkarmak lazım. Ben saygı duyularak ölmek istiyorum. Kimseyi kırmanın anlamı yok. Benim istediğim şey, ekibimle birlikte huzurlu şekilde yol almak. Mizah anlayışımda, sanat anlayışımda ya da benim görüşümdeki insanlarla daha fazla vakit geçirebileceğim işler yapmak istiyorum. O yüzden gelen teklif çok da önemli olmuyor ben yazıyım istiyorum. Çok fazla çalışmayayım özelim olsun arkadaşlarımla vakit geçireyim, At bineyim, henüz imkanım varken her şeyi orantılı biçimde yapayım istiyorum.
Yeni akımlar çıkarken bu akımlar aslında üreten insanların ortak dertlere sahip olup, özel hayatlarındaki iletişimlerden ortaya çıkmış üretimlerle olmuş. Türkiye’de böyle bir iletişim, böyle bir arkadaşlık ortamı, sanatçılar arasında aynı dertleri paylaşmak, böyle bir ortam var mıdır?
Alper Kul: 3-4 ay önce ben bir turnede Picasso sergisine gittim. Bu Picasso’nun eserlerinden oluşan bir sergi değildi. Bir sanatçının hayatını ele alıp, bir eseri yaratırken nelerden etkilendiğiyle alakalı bir sergiydi. Picasso’nun kadınları, onların videoları, sesleri vardı. Keçilere takmış mesela. Birisi ona keçi hediye etmiş evde besliyormuş. Bir yaratıcının nelerden etkilendiği çok önemli. O sergi beni çok etkiledi. Hep öyle bakarım. Bir insan kıymetliyse onu kıymetli yapan nedir diye bakarım. Bizde bir aydın soykırımı yaşandı. Sağcısıyla solcusuyla ne kadar kıymetli adam varsa hepsini öldürdük öyle olmayalım diye. Çünkü sanatçı, sorgulayan bir yaratıktır. O yüzden şu dönemlerde yok. Ben kendi adıma resimleri çok takip ediyorum. Ressam veya müzisyen arkadaşlarım var. Onlarla sohbet ettiğimde mutlaka aklımda bir şey çakıyor ve onunla ilgili bir şeyler yazıyorum. Farklı disiplinlerden insanlarla bir arada vakit geçirmeye dikkat ediyorum ve ona zaman ayırıyorum. Çok yakın arkadaşlarım farklı meslek gruplarından. Bilgisayarcı bir çocuk var her şey matematik kafasında. Bambaşka yerden bakmamı sağlıyor. Bir ülkede müzisyenin çıkabilmesi için bir edebiyatçıya ihtiyaç var. Onlar aynı sofrada yemek yiyorsa tadından yenmez.. Birbirlerini desteklerler. Sadece tek disiplinden beslenebilme imkanı yok. Bu sadece kitap okuyarak olur. O da zaten olması gereken. Farklı insanlarla dostluklar yaşaman tatile gitmen gerekiyor ki kendini aşabilesin. Ben bu yüzden farklı meslek gruplarından insanlarla tanışmaya çalışıyorum.
Cinedergi okuyucularına mesajınız var mı?
Alper Kul: Hepsini öptüm.