KAAN KARSAN
Sinema bazen izleyenine güç verir, umut verir. Çıkan binbir zorluğa göğüs geren, yol üzerindeki engellere rağmen yılmayan gerçek ya da gerçek ötesi karaktelerin yuvası oluverir. Sinema, inancın, güvenin ve arzunun son tahlilde tebessüm ettiren yansıması ve dipten zirveye, yenilgiden başarıya giden yolların dilidir bazen. Bu ay vizyona girecek olan Moneyball’ın hatrına beyaz perdede sıkça karşımıza çıkan başarı öykülerinin genel bir derlemesini yapmaya heveslendik.
The Pride of the Yankees (1942)
Bizim kültürümüze fazla adapte olamamış bir spor dalı olan Baseball sporunun efsanevi isimlerinden Lou Gehrig’e odaklanan film sinemadaki başarı öykülerinin atalarından biri. Sam Wood’un filmi kendinden sonra defalarca benzerlerine rastlanılacak filmler için önemli bir prototip oluşturuyor. Genç yaşta ölen Lou Gehrig’in başarılarla dolu ancak kısa kariyerini son derece başarılı bir şekilde anlatan film, sinema tarihinde ayrı bir öneme sahip. Maalesef çok fazla tanıyamadığımız Lou Gehrig’i bize tanıtma konusunda harika bir iş çıkaran Gary Cooper ise her türlü övgüyü hak ediyor. Birçok dalda Oscar’a aday gösterilen ve en iyi kurgu Oscar’ını da kapıp götüren film, sinemada başarı öykülerinin nasıl yollardan geçtiğini görmek açısından da sinemaseverler için farklı bir önem teşkil ediyor.
Rocky (1976)
Sinemayla az buçuk ilgilenen herkesin tanıdığı boks fenomeni Rocky, gösterildiği dönem izleyicisine duygusunu öyle bir geçirmişti ki, sinema seyircisiyle tek yürek olmayı başarmıştı. Sylvester Stallone’nin kısa süre içerisinde gişe canavarı bir seriye dönüşen eseri en iyi film Oscar’ını da kapmıştı. Rocky kadar karşılaştığı rakipleri de ezberlenmiş ve kısa süre içerisinde sınırlı bir mitoloji yaratılmıştı. Rocky’nin yaptığı müthiş ün, yıllarca tartışılmış, filmin alt metinlerinde soğuk savaş göndermeleri aranmış hatta Rocky’nin yarattığı sempati ters istikamete çevirilmeye çalışmıştı; ancak filmin hayranları bu karakterle öyle bir duygusal bağ kurmuştu ki Rocky fenomenine zarar vermek imkansız görünüyordu. Sonuç olarak Rocky’nin öyküsü, sinema olduğu müddetçe her daim hatırlanılacak bir başarı hikayesiydi.
Chariots of Fire (1981)
Hugh Hudson’ın 1924 olimpiyatlarına katılan iki İngiliz atletin hikayesini anlattığı bol ödüllü azim filmi Chariots of Fire, günümüz olimpiyatlarının da gayriresmi tema müziğini medyaya kazandırmıştır. Filmin klasik “imkansız yoktur” söylemini sunmak ile birlikte sporun ruhunu layığıyla beyaz perdeye taşımakta başarılı olduğu pekala söylenebilir. İyi çekilmiş sahneleriyle, başarılı oyunculuklarıyla spor-başarı filmleri arasında kendine özel bir yer edinen film sınıfsal farklılıklara attığı eleştirel bakışla da mevzusunu derinleştirmeyi başarmıştır. Sporun ya da daha özel bir bakışla atletizmin yalnızca bir hedefe, bir ödüle doğru yapılan bir koşu olmadığını söyleyen ve bu söyleminin altını doldurmakta da başarılı olan Chariots of Fire, listemizin en önemli filmlerinden biri.
Forrest Gump (1994)
Düşük IQ’suna rağmen kendisini sevdirmeyi, kalkıştığı her işte bir yerlere gelebilmeyi başaran müthiş bir karakter: Forrest Gump. Kimse onun uzun bir zaman dilimine yayılan öyküsünün başarı dolu ya da ilham verici olduğunu reddetmeyecektir. Robert Zemeckis’in bütün dünyaya sevdirmeye başardığı başarılı filmi hem sinemanın gördüğü en sevimli karakterlerden biri ile bizi tanıştırıyor hem de Tom Hanks’in ne kadar iyi bir oyuncu olduğuna vurgu yapıyordu. Forrest Gump’ın, aldığı tüm önemli Oscar’lar bir yana, yıllar içerisinde defalarca anılıp kendini yeniden izletmesi bile ne kadar iyi bir film olduğunun özeti niteliğinde aslında. Birçok repliğiyle akıllara kazınan ve eminim ki birçok insanın hayatına önemli etkisi olan film, izleyebileceğiniz en ilginç başarı öykülerinden biri belki de.
Remember The Titans (2000)
Amerikalılar için çok şey ifade eden; ancak okyanus ötesinde tadına çok da varılamayan bir spor olan Amerikan Futbolu, kuşkusuz başarıya ulaşan ekiplerin filmlerinde önemli bir role sahip. Gerçek bir hikayeden uyarlanan Remember The Titans ise bu sporla fazla ilgili olmayan bünyeleri bile sarıp sarmalayacak, ırkçılık konusunda bilindik ancak her daim etkileyici söylemleri olan eli yüzü düzgün bir filmdi. Zaten gösterildiği dönemde özellikle seyirci tarafından çok iyi karşılanmış ve seyirci dostu olmasının mükafatını da gişede almıştı. Denzel Washington’ın oyunculuğu için bile izlenmeyi hak eden bir film olan Remember The Titans, çok önemli bir film olmasa da “başarı öyküleri” denilince hatırlanmayacak filmlerden biri de değil.
Seabiscuit (2003)
İyi çekilmiş başarı öykülerine karşı bariz bir zaafı olan Akademi’nin de tam yedi Oscar adaylığı ile ödüllendirdiği Seabiscuit iyi bir film olmasının ötesinde, Pleasantville’den bu yana oldukça özlediğimiz Gary Ross’u tekrar sinema sahnesine çıkarmasından ötürü ayrı bir önem kazanıyordu. Laura Hillenbrand’ın gerçek bir hikayeden yola çıkarak yazdığı romandan Gary Ross’un kendi senaryosuyla uyarlanan film, efsanevi bir yarış atının başarı öyküsüne odaklanıyordu. Tıpkı diğer başarı filmleri gibi ilham vermesinin yanı sıra güzel çekilmiş yarış sahneleriyle ayrı bir dikkat çekiyordu. Filmden daha çok keyif almanın yolu ise “İstediğimiz her şeyi başarabiliriz” gibi beylik iletilerini çok fazla ciddiye almamaktan geçiyordu.
Cinderella Man (2005)
Bir yandan Amerika’nın büyük bunalımının sonuçlarına odaklanan diğer yandan ise Jim Braddock’un çaresizlikten umuda doğru olan yolculuğunu anlatan Ron Howard filmi, tipik başarı filmlerinin dokusuna bir de dönem arka planını katmakta oldukça başarılıydı. Boks filmleri arasında her ne kadar özel bir yere sahip olamayacak olsa da anlatımıyla ve oyunculuklarıyla oldukça sürükleyici ve can sıkmayan bir filmi Cinderella Man. Russell Crowe, Paul Giamatti ve Renee Zellweger gibi son derece yetenekli oyunculardan bolca yararlanan Ron Howard hem seyircinin hem de eleştirmenlerin beğenisini kazanmayı başarmıştı. “Gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır” ibaresi ise, her filmde olduğu gibi bu filmin de duygusal kuvvetini arttıran cinstendi.
There Will Be Blood (2007)
Genelde spor filmi janrına kayan başarı öyküleri arasında Daniel Plainview’ın unutulmaz fakirlikten zenginliğe yolculuğunu gözardı etmek büyük hata olacaktır. Paul Thomas Anderson’ın hırs denilen kavramı tüyler ürperten bir sinemayla görselleştirdiği “Kan Dökülecek” yalnızca geçtiğimiz on yılın en başarılı filmlerinden biri değil, aynı zamanda özgün bir yükseliş hikayesiydi. Daniel Day Lewis’in müthiş Daniel Planview kompozisyonu, oyunculuk namına dudak uçukatıyordu. Paul Thomas Anderson, öyküyü aslen bir başarı hikayesi formülü üzerine kurmamış olsa da Daniel Planview’in adım adım güçlenişini görmek her ne kadar diğer çoğu filmde olduğu gibi bir “kendini iyi hisset” tadı sunmasa da farklı bir haz veriyordu. “There Will Be Blood” bütünüyle bir başyapıttı.
Invictus (2009)
Sinemayla dolup taşan kariyerinin son demlerinde bile yorulmadan her sene yeni bir film sunan usta Clint Eastwood’un politik açıdan oldukça karmaşık bir durumda olan Güney Afrika’nın 95 Rugby Dünya Kupası’nda ulaştığı başarıya odaklandığı kalburüstü filmi, bu başarı öyküsünün yanında döneme dair dikkat çekici politik tespitler de içeriyordu. Eastwood’un tıpkı çoğu filmi gibi oldukça başarılı bir şekilde kotardığı filmi, gerçek bir olayı anlatmasıyla etkisini iki katına çıkarıyor ve akıllarda yer etmeyi kesinlikle başarıyordu. Nelson Mandela’yı rol yapmasa bile oynayabilecek bir oyuncu olan Morgan Freeman ile takım kaptanını oynayan Matt Damon çok başarılılardı. Sonuç olarak ortada baştan sona keyifle izlenen, duygulandıran, ilham veren bir başarı filmi vardı.
The Blind Side (2009)
Sandra Bullock’a zannımca hak etmediği bir Oscar kazandıran ve herhangi bir azim filminden farkını göremediğim “The Blind Side”, Amerikan seyircisinin son yıllarda en sevdiği başarı öykülerinden biri oldu. Ötekileştirilen siyahi bir çocuğun anlayışlı bir aileyle beraber yaşamaya başlamasının sonucu olarak saklı yeteneklerini keşfetmesinden ve başarıya doğru yola çıkmasından hareketlenen film keyifli ve dokunaklı bir seyirlik olsa da duygusal seyircisinin zaaflarından yararlanmaya çalışmaktaydı. Gişede başarılı olan ve seyirci tarafından oldukça beğenilen film Amerikan futbolu hayranlarını cezbedebilecek bir öyküye sahipti. Sonuç olarak Michael Oher’in güncel hikayesi, son dönem başarı filmleri arasında en çok öne çıkanlardan birisiydi.
The Social Network (2010)
Mark Zuckerberg’in her daim güncel kalacakmış gibi gözüken başarı öyküsü David Fincher’ın ellerinde Aaron Sorkin’in yazdığı kusursuz senaryo ile birlikte çok yönlü bir yalnızlık öyküsüne dönüşse de genel hatlarıyla listemizin gerekliliklerini karşılıyor denebilir. Zuckerberg’in yarattığı her birimizin hayatından bir parçayı ele geçiren sosyal medya platformu Facebook’un internet alemindeki yükselişi birçok genci de köşeyi dönme hayalleriyle doldurdu. Halbuki Fincher’ın temas ettiği çok daha derin mevzular vardı filmin içerisinde. Hatta filmin, adına başarı denilen kavramın bazen oldukça nankör bir olgu olduğuna dikkat çektiği bile söylenebilir belki de. Her şeye rağmen bir yandan da temelinde sade bir başarı yolculuğunu da barındıran film, son yılların en dikkat çekici işlerinden biriydi.