SERDAR AKBIYIK

Şerif Gören’in son filmi Ay Büyürken Uyuyamam’ı seyrettikten sonra kafama şöyle bir soru takıldı. En iyi filmlerini 80’lerde veren tecrübeli yönetmenlerimizin son filmleri nasıl bu kadar kötü olabiliyor. Sadece Şerif Gören’in filmiyle ilgili değil bu söylediğim. 2008 yılında Erden Kıral’ın Vicdan filmini de, Ali Özgentürk’ün Yengeç Oyunu ve Görünmeyen filmlerini de, Yavuz Özkan’ın İlkbahar – Sonbahar filmini de, Tunç Başaran’ın Vesaire Vesaire filmini de seyrettiğimde hep aynı şeyi düşündüm. Bu isimlerin her biri 1940’larda doğmuş. En iyi filmlerini de 80’lerde üretmişler. 60’lı yılları deviren isimler bu yönetmenler. Mesela Şerif Gören 1979 yılında Almanya Acı Vatan’ı çekip 80’lerde Yol, Yılanların Öcü, Kurbağalar ve Katırcılar’ı çekti. 1993 yılında Amerikalı’dan sonra ise suskunluğa gömüldü. Çektiği dizilerle onun ismini duyduk. Ta ki bu hafta vizyona giren Ay Büyürken Uyuyamam filmine kadar. Erden Kıral ise 1979’da Bereketli Topraklar Üzerinde ile gönlümüze düştü. Ardından da 1982’de Hakkari’de Bir Mevsim ile başarısını tekrarladı. 2005 yılında çektiği Yolda filmiyle de tartışmalar yarattı. Yılmaz Güney’in Yol filmini çekerken bizzat Güney tarafından el çektirildiği bu projenin bir hikayesi gibiydi Yolda. Sonra 2008 yılında Vicdan ile karşımıza çıktı. 2008’de Vicdan için yaptığım kritiğe baktığımda şunları yazmışım, “Bu kadar parıltının altından ne yazık ki ham oyunculuklar, oturmamış karakterler çıkıyor. Adem’in Trenleri’nde müthiş performans gösteren, Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında da benzer bir rolü başarıyla oynayan Yeşilçay nasıl böyle komik duruma düşüyor? Aralarında sadece Tülin Özen kendini kurtarabiliyor. Zaten öykü onun rolünün sonlanmasıyla iyice çekilmez hale geliyor.” Gelelim Ali Özgentürk’e. 1981’de At ile hatırlarım ilk kez onu, 1986’da Bekçi 1987’de Su Da Yanar aklımda kalanlar. Son iki filmi ise beni büyük hüsrana uğrattı. 2009’da Yengeç Oyunu ve Görünmeyen’i keşke seyretmeseydim. Yengeç Oyunu için yazdığım kritiğe “Bu yengeç geri geri yürüyor” diye başlık vermiş ve şu satırları yazmışım: “Ali Özgentürk’ün beş yıl sonra çektiği film, Yengeç Oyunu tam bir hayal kırıklığı. Osmanlı’da işlenen bir cinayetten yola çıkılarak toplum içinde kadının yerinin tartışıldığı film, kurgu hatalarıyla dolu. Filmde başta oyuncu yönetimi olmak üzere adeta her şey iflas etmiş.” Bu jenerasyonun bir diğer önemli ismi de Yavuz Özkan. 1978 yılı yapımı Maden ve 1988 yapımı Umut Yarına Kaldı sevdiğim filmlerdir. 1989 yılında çektiği Büyük Yalnızlık ise tartışmalar yarattı, şarkı söylemeyen bir Sezen Aksu ve komedi yapmayan bir Ferhan Şensoy herkes tarafından garipsenmişti. Ama 2009’da gelen İlkbahar – Sonbahar gibi büyük bir düşüşü kimse beklemiyordu Özkan’dan. Sanıyorum Antalya’da festivalde seyrettik filmi. Herkesin öyle büyük beklentisi vardı ki salonda yer bulamamış Alper Turgut ile birlikte merdivenlere oturup seyretmiştik. Filmin yarısı olmadan millet terk etmişti salonu. Bunu en iyi biz biliriz çünkü dediğim gibi tam kapının önünde merdivenlerde oturuyorduk. Tabii bu isimlerin en yaşlısı olan Tunç Başaran’dan da bahsetmemiz gerekir. 1989 yılında Uçurtmayı Vurmasınlar, 1991’de Uzun İnce Bir Yol, 1992’de Piano Piano Bacaksız Başaran’ın en sevdiğim filmleri. Daha sonra 2005’te Sinema Bir Mucize’dir geldi. 2008’de ise Vesaire Vesaire. Başaran bu filmleriyle diğerlerine göre daha az eleştiri aldı. Bunun sebebi ise filmlerinin konularının daha kişisel ve evrensel olmasından kaynaklanıyordu diye düşünüyorum. Vesaire Vesaire’de yaşı 50’ye dayanmış bir adamın kendinden çok küçük kızla olan ilişkisi, Sinema Bir Mucizedir’de ise Ülkü Tamer’in hikayelerinin derlenmesiyle oluşturulan film 1950 yazının Antep’inde, 11 yaşında sinema âşığı bir çocuğun sinema sahibi ile olan dostluğu çerçevesinde, Antepliler’in sinema sevgisini, bu sevginin onların hayatındaki yansımalarını anlatıyordu. Bence işin sırrı da burada. Bütün bu isimler Türk sinemasının en elit filmlerini çekmişler ama 2000’lerde ürettikleriyle büyük düşüşler yaşamışlar. Saydığımız isimlerin hepsi 12 Eylül darbesiyle başlayan bir toplumsal dönüşümün sonucu olan ve bu dönüşüme tepki duyan üretimleri hayata geçirmişler. Hem Türkiye hem de dünyanın genelinde özellikle 80’lerin sonunda ve 90’larda daha önce olmadığı kadar hızlı bir değişim oldu. Bu değişim hem toplumsal hem siyasal dengeleri olduğu gibi değiştirdi. 1960’larda yaşanan gençlik hareketlerinden çok daha temelden bir değişim getirdi. Her değişim daha doğruya evrilmez. Dünyanın genelinde yaşanan bu değişimin iyiye doğru olduğunu ben söyleyemiyorum. Ne yazık ki herşey daha kötüye doğru gidiyor. Yozlaşan bir değişim bu. Bu noktada zaten belirli yaşı devirmiş yönetmenlerimizin bu değişimi anlaması hatta kabullenmesi çok zor. Ne yazık ki çektikleri filmler ne sistemin kendisini yansıtıyor artık ne de yeni bir cevap sunuyor. Onların filmleriyle verdiği cevaplar problemlere ilaç olamıyor. Bu zor bir miras. Artık yanlışa düşen cevapların sahiplerine “Bir daha cevapla” diyoruz çektikleri yeni filmlerle. Halbuki onlar hep eskiyi çekiyorlar. Yanlış cevapları tekrarlıyorlar. Şerif Gören’in Ay Büyürken Uyumam filmi bunun en son örneği. Bu filmlerin acıklı hikayesinin sosyolojik dökümünü anlattık ama hala cevaplayamadığımız bir soru var. Tamam günü yakalayamıyorlar ama peki en basitinden bir filmin kurgusunu da mı yapamıyorlar? Oyuncu yönetmeyi de mi unuttular? Senaryodaki mantık silsilesini bu kadar önemsemez olabilirler mi? Bunlar bizim hala cevabını bulamadığımız sorular. Aşağıda, bahsettiğimiz filmlerin kısa konularını yazdık belki hatırlamak istersiniz…

 

Ay Büyürken Uyuyamam – Şerif Gören

Necati Cumalı’nın Ay Büyürken Uyuyamam, adlı kitabından, aynı isimle Şerif Gören tarafından uyarlanan hikayede: Uzaktan sakin ve huzur dolu, deniz kenarında bir Ege kasabası. Kasaba halkının yalnız bir anne ve iki kızı üzerinde kurduğu mahalle baskısı.

Hem güçlü hem de kurban bu üçlünün, çarkın dişlileri arasında kalmamak için verdikleri mücadele. Kasaba sakinlerinin rayından çıkmış ahlaki tutumları ve sosyal bir depreme doğru gidişleri. Kadın ,erkek, cinsellik, din ve psikolojik çarpanları olan bir denkleme, ahlak ve ahlaksızlığa, namus ve namussuzluğa provakatif bir bakış açısı.

 

Vicdan – Erden Kıral

Küçük bir kasabada yaşayıp, emeğiyle var olmaya çalışan üç kişinin arasında geçen tutkulu ve karmaşa içeren acımasız bir aşk hikâyesi. Aydanur hayatın ona sunduklarıyla da pek yetinmiyor, ‘yırtmak’ istiyor. Mahmut ise Aydanur ile karısı Songül arasında kalıyor. Ama belli ki Aydanur ağır basıyor yüreğinde. İkisinin yolu böylece bir pavyonda kesişiyor. Üçlü bir aşk üzerinden bir vicdanî hesaplaşmayı anlatıyor Vicdan.

 

Görünmeyen – Ali Özgentürk

Recep ve nişanlısı Ebru, yola çıktıklarında tek bildikleri, ufak bir aile ziyaretine gittikleridir. İkisi de farklı kültürlerden gelmektedirler. Ebru, İstanbullu bir ailenin kızı, Recep ise Anadolu’da dağ köyünde yaşayan bir ailenin oğludur. Sevgilerinin “görünmeyen” farklılıkları gün yüzüne çıkaracağı bu yolculuk ikisini de tedirgin ederken, tarih ve kader onlara bir sürpriz hazırlamıştır.

 

İlkbahar Sonbahar – Yavuz Ökan

Dünyanın gidişatından memnun olmayan 68 kuşağından bir yönetmenin hayata müdahale etmeye karar verişini anlatan İlkbahar Sonbahar’ın senaryosu da Yavuz Özkan’a ait. Coşkulu bir manifesto yayınlayarak gençlere çağrı yapan yönetmen, “Kendinize ait bir hikâyeniz yoksa başkalarının hikâyelerinde yer alırsınız” diyerek macerayı başlatır. Filmin başrollerinde Alpay İzbırak, Yiğit Sertdemir, Sermet Yeşil yer alıyor. İlkbahar Sonbahar yönetmenin 14.filmi olma özelliğine de sahip.

 

Vesaire Vesaire – Tunç Başaran

Sağlığı bozulan ünlü yazar Arda Başar içinde bulunduğu koşullardan sıkılıp bir anda yaşadığı şehri değiştirme kararı alır. Nereye gideceği konusunda hiçbir fikri olmadan eşyalarını toplar ve kendisini güney sahillerimizden Marmaris’te bulur.. Bu küçük sahil kasabasında tesadüf sonucu peşpeşe tanıştığı sevimli bir köpek, genç bir kız ve bilge bir ayyaş Arda’nın hayatının akışını beklenmedik bir şekilde değiştirirler. Kahramanımıza ise bu yeni hayatına şaşkınlık içinde ayak uydurmak düşerken Arda’nın bu değişimine gizlice şahit olan sevimli komşusu Rıfkı’nın da hayatı en az onun kadar renklenmiştir.

 

Serdar Akbıyık
1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.