MURAT TOLGA ŞEN
Varlığını entelijansiyaya adamış ‘bazı’ sinema yazarları 70′lerin sonunda yaşanan tükeniş yüzünden Yeşilçam’ı ve “seks furyası”nı suçlamayı pek sever fakat herhangi bir sinefilin “en iyi 10″ listesinin çoğunluğunu oluşturan filmlerin o dönemde çekildiğini görmezden gelir. 12 Eylül darbesinin, vur beline kazmayı, şakşakçıları tarafından bile eleştirildiği şu dönemde darbeyle ilgili sebepler de sıralanıyor şüphesiz.
1996 yılında, yine eski ve müthiş bir Yeşilçamcı olan Yavuz Turgul’un çektiği Eşkiya ile yapılan diriltme çabası sonuç verdi ve kendi acılarını, kendi sevinçlerini özleyen seyirci yeniden “Türk filmi” için bilet almaya başladı. Aynı filmin Sinema dergisi okurları tarafından seçilen en iyi 100 Türk filmi listesinde 1. olduğunu da not düşelim.
Seyircinin naif beklentisi nedense sinemacı takımımızda pek karşılığını bulmaz. 96′dan bu yana iki uca doğru giderek hızlanan bir biçimde açılan sinemasal anlayışların neticesini hep birlikte paylaşıyoruz. Bir tarafta, tamamen yozlaşmış, hap yaparak para kapma derdinde bir ticari sinema anlayışı, diğer tarafta, kültür bakanlığı fonlarından nemalanarak yapılmış, festivalleri gezip poz yapan minimalist dertler…
Seyirci ne ister, neyi özler, şimdilik kimsenin umurunda değilmiş gibi görünüyor ama alarm zilleri çoktan çalmaya başladı. 2008 yılında haddini bilmez bir blogcu olarak yaptığım tüm varsayımların acı bir şekilde gerçek olduğunu görüyorum. Geçen yıl Altın portakal’da da “bu minimalist dertlenme halleriyle nereye kadar?” diye soruyordum ama pek değerli abiler, ablalar tarafından kasıtlı bir biçimde umursanmıyordum. Görüyorum ki bu sene tüm sinema yazarlarının ortak derdi olmuş bu… Ortalık meseleyi derinlemesine eleştirenlerden, TV’de konu üzerine ahkam kesenlerden geçilmiyor. Bu, mesele iyice belirginleşince bir adım geri çekilip eleştirme tavrını çok sahte buluyorum doğrusu… Sormazlar mı adama, festival ön jürilerinde de siz yok musunuz? “Minimal olsun, çamurdan olsun…” diyerek doldurmadınız mı elinde sigarası uzaklara bakan adamların bitmez hikayelerini? O zaman geldiğimiz noktadaki bu kalitesizlik, bu kabızlık biraz da sizin suçunuz değil mi? diye…
Seyirciyi Türk filmi görünce sinemadan kaçma noktasına getirmeyi yeniden başardık, üstelikte Hollywood’un en aptal zamanlarında! İnanmayan Box Office Türkiye’ye girip baksın; 2007′den bu yana en çok gişe yapan 20 film listesinin çoğunluğu ya da en az yarısı Türk filmlerinden oluşurken 2011 yılında en çok gişe yapan 20 filmin 12′si yabancı yapımlardan oluşmakta…
Yer gök festival… Neredeyse her ay birden fazla film festivaline katılıyorum fakat bu cümbüşün gişeye etkisi yok ve hatta entelektüel olduğunu ispat etme çabasındaki yanlış jüri değerlendirmeleri yüzünden seyirci için bir tür “uzaklaş alarmı” vazifesi görüyor. Festivallerin bahanesi hazır; Bağımsız sinemayı destekliyoruz… Peki, fonlardan para alarak yapılmış filmlerin mutlaka festivallerde yarışıyor olması bir tesadüf mü? Matematik yalan mı söylüyor? Benim bildiğim, Kültür bakanlığı fonlarına el açmadan, festival ödüllerine tamah etmeden filmini çeken kim varsa, bağımsız sinemacı da o olmalıdır. Kanan var mı bilmem ama bu haliyle bağımsız kaplamalı ama dibine kadar bağımlı ve o yüzden de devlet propagandasına akredite olmuş bir sinemayı takip ediyoruz. Sahi, bu cesur! adamlar, 30 yıl öncesinin gölgeleriyle uğraşacak cesareti şimdiye kadar neden bulamadılar acaba?
Oysa… Bir zamanlar kendisi bir festivaldi Türk Sinemasının.
Peki bunlar çözülemez meseleler mi? Elbette hayır ama seyirciyi umursamayan bir yönetmen kuşağı ve onları yücelten bir eleştirmen yaklaşımı ile mesele çözümsüzlüğe itiliyor. Kültür bakanlığı fonlarını har vurup harman savuran “ilk” yönetmenler sorununa da iyice bir eğilmek lazım. Usta bir yönetmenin setinde çay bile taşıttırılmayacak kalitede bir adama film çek diye para verirseniz o da kendini Fellini sanar! Portakal’da da böyle biri vardı mesela… Onun çalım atarak gezindiği festivalde izlediğim en iyi filmin 1966 yapımı Hudutların Kanunu olması sinemamızın geldiği tatsız noktayı işaretliyor.
Bu yılın altın Portakal’ında gördüğümüz üzere; minimal işlerden uzaklaşınca da karşımıza dizi bozması filmler çıkıyor. Sinemayı biçimsel olarak kutsamak ya da aşağılamak çok tehlikeli… Nuri Bilge Ceylan gibi yapabiliyorsa herkes minimal çeksin elbette ama nedense bizim memlekette işin tembelliği bir cazibe haline geliyor. sabit açılı, ikişer dakikalık 60 planı birbirine bağlayan adam “muhteşemm”, bir sürü açı deneyip, onlarca planı kurgu numaralarıyla bağlayan ve gerçekten bir şeyler deneyen adam sırf filmi ticari diye tu kaka oluyor!
Festivallerin, özellikle jüriler bazında titreyip kendine gelmesi de şart artık. Birilerini desteklemek, heveslendirmek için ödül veremezsiniz hanımlar, beyler! Ödül iyi film yapana verilir. Çaba ödüllendirilmez, çabanın üstünlüğü ödüllendirilir. sünnet düğününü minimal çekse ödül kazanacak kadar işin formülünü çözmüş yönetmenleri bu halka “harika sinemacı” olarak ittirmenin alemi nedir? Altın portakal 2010′da “en iyi görüntü yönetmeni” İstanbul Film Festivalinde ise “En iyi yönetmen”, “en iyi film” gibi kallavi ödülleri alan SAÇ’ı gösterimde kaldığı 6 hafta boyunca kaç kişi izledi? 1056… Yani günde 25 kişi… Kopya başına (3 kopya girdi) günde 8 kişi… Biz evimizin salonunda her akşam daha fazla seyirci için gösterim yapıyoruz!
Uzun lafın kısası; Seyirciyi umursamadan (festival filmleri) ya da seyirciyi iyice aptal zannederek (ticari sinema) sinema yaparsanız, seyirci gün gelir sizi ait olduğunuz yere iteler. Olan ülke sineması dediğimiz şeye olur.
Son tahlil: Türk sineması Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Zeki Demirkubuz gibi bir avuç yönetmenin ardına sığınmış beceriksizler takımından ve onların aşırı kabız ya da ishal olmuş işlerinden oluşmaktadır. Sinema adına dağıtılan fonlar tamamen amacının dışına çıkmış, festivaller ise Nar örneğinde görüldüğü gibi, ilk filmleri yüceltmek adına eli yüzü düzgün usta işi filmleri ıskalayan bir atış alanına dönüşmüştür. Ödül hadisesi bu kadar zıvanadan çıkmışken elimizde kalan tek gerçek “ödül” halkın, seyircinin kendisidir.
Ama işi çok bilenlere soracak olursanız ”halk” için sinema yapmak kadar aşağılık bir şey de yoktur… Sırf popüler olduğu için bazı filmleri görmeyip harbi sinemacılara tıpa vazifesi gören sinema yazarı bu denklemin en sıkıntılı yerinde duruyor. Seyirci için film çekmeyi, film izleyerek eğlenmeyi en büyük günah olarak gören / ittiren bu anlayışa ise bir sonraki yazımda değinmeyi düşünüyorum.

Murat Tolga Şen
2005 yılında "Öteki Sinema" sitesini açtı. Rahmetli sinema yazarı Metin Demirhan ve Ali Murat Güven’in verdiği güçlü destekle başlayan bu kişisel macera şimdilerde Türk sinema bloglarının amiral gemisi haline geldi. Murat Tolga Şen, Sinema yazarlığı ve blogculuğuna önem vermeye devam ederek katıldığı platformlarda sinemanın farklı taraflarını konuşmaya devam etti. Blogculuktan profesyonel sinema yazarlığına geçişi ise 2010 başlarında sinema sitesi Beyazperde kadrosuna katılmasıyla oldu. Ayrıca online sinema dergisi Cinedergi, Fotografya, Gölge, Yeni Harman, Modern Zamanlar, Film Arası gibi yayınlara da katkı sağlıyor. 2012 Ocak ayından bu yana Medyaradar sitesinin sinema ve televizyon yazıları da yine Murat Tolga Şen’in kaleminden çıkma.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.