Banu Bozdemir

Antalya Film Festivali’nin neredeyse dörtte birine tanıklık etmişim… 48 yıllık portakalın 35. yılı yapılırken de vardım hatta Milliyet’in acar muhabiriyken yazarken yaş 35, yolun yarısı eder, bu sene portakalları gemiye gençler taşıdı gibi başlıklar attığımı hatırlıyorum. Bkz: Gemide…

O zaman festivalde yarışacak film bulmak zordu, gelen filmlerin tümü sorgusuz sualsiz festivale alınıyordu. Biz de ön elemeden geçmemiş, yalın gözlerle o filmleri izliyorduk. Bu yazı sanki 50 yaşını devirmiş bir sinema yazarının kaleminden çıkıyor sanmayın, mesleğe erken başlamış olmanın deneyimi var diyelim biz bu meseleye…

O zamanlar filmlerin iyi ya da kötü olmasından çok az film çekildiği üzerine, sinemanın seyirciyi kaybettiği ve bu açığı tekrar nasıl kapatacağı üzerine konuşuyorduk. Sonra sağanak gibi Türk filmi yağmaya başladı, ‘festival filmi’ algısı oluştu…

İlk örnekler lezzetli, farklı ve üretim kokuyordu. O yüzden sevdik, bağrımıza bastık ve tadı tuzu kalmayan festivalleri hatta Türk sinemasını bu filmlerin kurtaracağına inanmaya başladık. Bu aslında bir heves değil, sonu gelmeyecek, artarak devam edecek hatta sınırları zorlayacak bir kısır döngüye dönüşecekmiş de haberimiz yokmuş o yıllarda…

Minimal /sanatsal / durağan sinemanın yerini festivallerde yavaş yavaş sağlamlaştırmasıyla yükselen bir istek ‘ben bu filmi bu şekilde anlatmayı seçiyorum, hatta bu filmi böyle hissediyorum’ yargısına, dayatma ve rahatlığına dönüştü. Acaba son yıllarda böyle bir ‘moda algı’ oluşmasa o yönetmenler dertlerini bu kadar minimal aktarmayı seçecekler miydi? Diyelim ki aksiyon moda oldu bütün o dertler bir anda hızlanacak mıydı? Ben öyle olacağına inanıyorum ve bu moda akımın artık biraz kendisini frenlemesi gerektiğini düşünüyorum.

Yine festivaldeyiz ve yarışma filmlerinin dar çerçeveli, sadece belli bir bakış açısına ve planlara sıkıştırılmış hallerine tanıklı ediyoruz … Bir denge tutturamayan Türk sinemasında Behzat Ç: Seni Kalbime Gömdüm de fazlasıyla komediye bulanırken, başka bir filmde iç karartmasının diplerine vuruyoruz.

Kadın yılı diyoruz, her şeye kadın eli değmesi için çabalıyoruz ama yarışma filmlerinde tek kadın yönetmenin filmiyle avunmak zorunda kalıyoruz ve kadın bakış açısından çok erkeğe yönelen algıyla anlamsız bir kadın yılı yaşıyoruz! Yani tutmak istediğimiz her şey yerinde sayan bu algı yüzünden yarım kalıyor. (Çiğdem Vitrinel’in tek kadın yönetmen olarak altın portakala uzanması elbette tesadüf değil, tek olmanın şansı…)

Zaten sınırlı sayıdaki kadın yönetmenin minimale çok da öykünmeyen, derdini dertlere boğmadan anlatan sinema dilinden çokça faydalanamıyoruz. Onlar da kendilerini çektikçe çekiyorlar…

Bu kadar bireye dönük, bir şey yaşamadan kendisini karamsarlığa teslim eden insan hallerinden inanın gına geldi. ‘Arkadaşım ne yaşadın da bu kadar dibi boyladın’ demek istiyorum. Bireyin gittikçe bunalan ve beni bunaltan yapısına odaklanıp kalmaktansa politik filmlerin dertlerinde en azından yaşamaya ilişkin dertlere tanıklık etmek daha anlamlı geliyor. Ama ülkemizde son yıllarda politik olmak sadece Kürt meselesine odaklandığı için o anlamda da tatmin edici sonuçlar alamıyoruz. Dayatılmış bir algı, karikatürize bir anlatım ve tek taraflı bakış açısı beni başka politik filmlerin akışına sürüklüyor açıkçası… Fakirliğe, her geçen gün elimizden kayan özgürlüğe, özgürlük adı altında daha da kapatıldığımız yalnızlığa isyan eden filmlerin sloganına ihtiyaç duyar hale geldim!

O yüzden yolumuz bir kez daha Adana ve Antalya’ya uzanmışken ‘Türk sinemasında yeni bir şey’ diyecek noktaya geldik ne yazık ki! Keşke filmlere giderken heyecanlanabilsek ve var olan algının dışında filmlere rastlayabilsek diye hüzünlü gözlere sahip olduk artık!

Abartmıyorum inanın böyle… Genç yönetmenlerin abandığı festivallerde usta yönetmenlerin etkinliği azalıyor. Hatta Ümit Ünal’ın Nar filminin moderasyonunu ben yaptığım için ilk sorduğum soru bu oldu Ünal’a. Yeni yönetmenlerle yarışmak bir avantaj mı dezavantaj mı diye? O yarışma mantığını reddettiğini, popüler olamayan filmlerin kendilerini duyurma alanlarının sadece festivaller olduğunu söyleyerek yanıt vermeye çalıştı. Ve genç yönetmenlerle yarışmanın deneyimli yönetmenler için bir dezavantaj olduğu düşüncesi böylece doğrulanmış oldu. Yani sonuçlarla! Çünkü Ümit Ünal ve Serdar Akar dışında herkes ilk filmiyle oradaydı.

Minimal sinemanın yüceltilecek, sanatsal kaygılar taşıyor denecek bir yanı yok artık. Jürinin bunu görmesi ve biraz tavır değişikliğine gitmesi gerekiyor. Yoksa minimal kaygılar bir süre sonra sinema zevki diye bir şey bırakmayacak. Sinemasal algı hep aynı yöne takılı kalacak.

Gelelim bir haftalık maratona. Filmler ve sonuçlar bana artık bir haftamızı buralarda heba ediyoruz duygusu uyandırmaya başladı. Selen Uçer’in Can filmiyle alması gereken en iyi kadın oyuncu ödülünü neden Devin Özgür Çınar’ın aldığını anlayamadım ki, Geriye Kalan filminde Şebnem Hassanisoughi daha başarılıydı bence… Nar ve Ümit Ünal’ın bu kadar dışarıda bırakılmasının özel bir sebebi var mıydı acaba?’Bütün kızlar toplandık’ ödülü Ümit Ünal ve bizim için hiçbir şey ifade etmiyor. Herkese bol keseden ödül dağıtan jüri üyeleri neden Ünal’ı görmemek konusunda ısrarcı davrandı?

Bu arada Zenne konusuyla dikkat çeken bir film, yoksa ahım şahım bir sinema dili olduğuna kimse beni ikna edemez. Ama duyarlı bir konuya, birçok açıdan yaklaştığı ve minimal kuyusunun içinde bizi boğulmaktan kurtardığı için birçok ödülü hak ediyor. En azından Güzel Günler Göreceğiz ile yer değiştirebilirdi! Güzel Günler Göreceğiz kesişme hikayelerinin bir klişesi bence ve yeni bir şey söylemiyor açıkçası. Nesrin Cavadzade en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü sonuna kadar hak etti yanına Zenne’nin kadın oyuncusu Tilbe Saran’ı da alarak!

Peki Erkan Avcı’ya verilen en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü ne kadar doğru? Filmin üç erkeği en iyi erkek ödülü almalıydı! Erdal Beşikçioğlu Behzat Ç’nin onurunu kurtarmak için mi o ödülü aldı? Ödül gecesine ilişkin sorular bitmez gerçekten de…

Türk sinemasının değişen ve genç yönetmenlere emanet edilen yüzü karşısında endişe duymaya başladım ve Türk sinemasının silkinip kendisine gelmesini şu andan itibaren oturup beklemeye başlıyorum! Ve portakalların arasında ezilmiş nar tanelerini gördükçe üzülüyorum!

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.