SERDAR AKBIYIK
Altın Portakal Film Festivali’nde izleyici tarafından en büyük alkışı alan, ayrıca kazandığı beş ödülle festivale damgasını vuran Zenne filminin iki yönetmeni ve başrol oyuncuları Cinedergi’ye konuştu…
Zenne hepimizin merakla beklediği bir filmdi. 2008 yılında Ahmet Yıldız arkadaşlarının zorlamasıyla ailesine eşcinsel olduğunu söyleyince babası tarafından öldürüldü. Bu acı hikaye ona yakın olan Mehmet Binay ve Caner Alper tarafından sinemalaştırıldı. Caner Alper’in yazdığı senaryo izleyicinin karşısına çıktığında nasıl tepki alacaktı? Sonuçta toplumumuzda belli sıkıntılar olduğu bir gerçek. Eşcinsel hakları ve onların toplum içindeki konumları en büyük problemlerden biri. Bu anlamda filmin sonunda tıka basa dolu olan salonda kopan alkış fırtınası hem bizi şaşırttı, hem filmin üreticilerine moral ve sevinç verdi. Zaten yönetmenlerin o an için yaptıkları yorum da herşeyi anlatıyor: “Bu ülkeye dair ümidimiz arttı.” Bu acılı günlerimizde bazı şeylerin iyi gittiğini görmeye ihtiyacımız var. İşte geleceğimiz adına ümit veren bir film öyküsünün o filmi üretenlerin ağzından kısa hikayesi…
Sinema filmi yapmaya nasıl karar verdiniz?
Mehmet Binay (Yönetmen): Biz belgeselciyiz. Şimdiye kadar hep belgesel üzerine çalıştık. Zenne de 2007 yılında bizim proje olarak değiştirmeye başladığımız bir belgesel projesiydi. Türkiye’nin kültürel değerlerinden olan ve batılılaşmanın etkisiyle yok olmaya yüz tutmuş zennelik ilgimizi çekmişti. Onunla ilgili bir takım hazırlıklar deneme çekimleri yapıyorduk. Bir zenneyle tanıştık o bize ilham verdi. Ardından yakın arkadaşımız Ahmet Yıldız 2008 Temmuz ayında öldürülünce şokun etkisiyle hayattaki birçok şeye ara verdik. O süre içinde bize gelen başka bir uzun metraj senaryo yazma teklifi oldu. Onun üzerinde uğraşırken sinema fikrine yavaş yavaş yaklaştık ama o proje rafa kalktı. Sinema fikrine de bu kadar yaklaşmışken, Caner bir gün geldi ve bana bu senaryoyu önerdi
Caner Alper (Yönetmen): Zenne, belgesel olarak ilginç olabilirdi. İzleyecek kitlenin sınırlı sayıda olmasını çok dert etmezdim. Tabi ki çok seyredilsin isterdim ama az seyredilmesi durumunda yaptığım işle de mutlu olabilirdim. Ahmet’ten sonra da bunun geniş bir kitle tarafından izlenmesi ve bir belgesel konusu olarak kalmaması gerektiğini düşündüm. Bütün bu olayları anlamakta zorlanan halimizi de yabancı bir fotoğrafçının gözünden anlatmak istedim. Her şey fotoğraf karesi gibiydi. Çözümler ve gözlemler de fotoğraf gibi geliyordu ekrana. Projeyi sevdik ve birlikte çalışmaya başladık.
Böyle bir film çekmek Türkiye’de büyük bir cesaret gerektiriyor. Proje size geldiğinde ne hissettiniz? Nasıl karar verdiniz?
Erkan Avcı (Oyuncu): Cesaret mi değil mi bilmiyorum. Ben o cesaret noktasını karakteri yaratırken yaşamaya çalıştım. Yaşamış birini oynama çalışmak bir oyuncu için kışkırtıcı olmakla beraber yaşamış birine ruh vermek, canlandırmak başlı başına cesaret gerektiren bir durum. Bütün korkularımı da yaratım aşamasında yaşadım dolayısıyla. Bu karakteri yaşatabilecek miyim? Ne kadar yapabileceğim, Ahmet’e daha fazla nasıl ulaşabilirim diye sürekli düşündüm. Zaten bu sorularla beraber 1,5 yıl çalıştık. Az bir süre değil Türkiye’deki standartlara baktığımız zaman bir oyuncunun 1,5 yıl çalışması gerçekten büyük bir lüks. 1,5 yıl boyunca Celal ve Mehmet ile provalar yaptık. Ahmet Yıldız’ın son 2,5 yılına tanıklık etmiş olmaları benim için çok önemliydi. Beraber çok yol aştık. Benim gibi yolun başında olan bir oyuncu için böyle büyük uluslararası büyük bir projenin içinde olabilmek çok heyecanlı bir şey. Bir oyuncu için sinema filmi büyük heyecan uyandıran bir şey zaten bir de böyle bir sosyal projenin içinde olabilmek çok gurur verici.
Kerem Can (Oyuncu): Ben senaryoyu okuduktan sonra bu kadar önemli bir misyonu, bu kadar önemli bir davası olan bir proje için düşünülmüş olmam bile inanılmaz heyecan vericiydi. Bir oyuncunun karşısına her zaman böyle bir şans çıkmıyor. Hem dans hem oyunculuk konusunda büyük yol kat ettim. Cesaret konusuna gelince, benim korktuğum şey “O dansları gerçekçi bir şekilde gösterebilecek miyim, 7 ay içinde buna ulaşabilecek miyim, düşüncesiydi. Onun üzerine çalıştım.
Dans anlamında bir geçmişiniz yok. Tamamıyla filme hazırlık aşamasında öğrendiniz. Bu kısmı anlatır mısınız?
Kerem Can: Caner ve Mehmet bana gelip de “Pina Bausch” dans grubuyla çalışacaksın dediklerinde çok heyecanlandım. Ben zaten Almanya’da doğup büyüdüğüm için Pina Bausch bizim için çok büyük bir isimdir, o dansçıların çalıştıkları mekanlarda çalışabilmek çok büyük, çok duygulu bir şey. Daha sonra İstanbul’da Beril Şenöz ile çalışmaya başladık. Burçin Orhon ile çalıştık. Bir de daha sonra Berlin’de esas bir zenneyle çalıştım. Farklı stillerle tanışma fırsatım oldu, bunun benim için bir hediye olduğunu düşünüyorum.
Caner Alper: Türkiye rakamlardan hoşlanır. Kerem yedi ayın belli günlerinde bu işi yapıp belli günlerinde dizi çekimi yapıp belli günlerinde tiyatroda görev almadı. Yedi ayın her günü sabah saat 9’dan akşam 8’e kadar dans hocasıyla çalıştı veya bizim provalarımıza katıldı. Hiçbir günü boş değildi. Almanya’ya gidiyorsa Eserzade ile beraber Türkiye’ye gidiyorsa Beril ile, Beril’in Şaman’daki dansı uzayacaksa Burçin Hanım’la beraberdi. Bizim gündemimiz buydu. 7 ay hazırlanmak için çok kısa bir süre. Kerem’den önce bir oyuncuyu 2 yıl çalışıp memnun kalmadığımız için bırakmıştık.
Mehmet Binay: O oyuncu da bir yıl boyunca spor yaptı, provalara geldi, dans çalıştı. Dizi oyunculuğu da vardı dolayısıyla ikisini birlikte götüremedi.
Projeye katılım hikayenizi alabilir miyiz?
Giovanni Arvaneh (Oyuncu): Ben senaryoyu okuduğumda ağladım. Caner ve Mehmet ile tanıştım, üç gün buluştuk konuştuk oyuncu seçimlerinde çok hassas davranıyorlardı. Çok sevdim hikayeyi. Bu hikaye benim için çok mühim çünkü dünyanın böyle şeyleri görmesi lazım.
Zenne kültürü çok bilinen kültür değil, sinemaya da çok uygun. Bununla karşılaştığınız zaman nasıl bir hazırlık yaptınız?
Erkan Avcı: Ahmet’in yazdığı bir makaleyle bir süre sonra karşılaştım. Mehmet’ten ve Caner’den, Ahmet’in hikayesini sürekli dinleyip psikolojik hazırlığımızı zaten hem metin üzerinde, hem metin dışında normal hayatımızda, yemek yerken veya konuşurken yapıyorduk. Ahmet’in yazdığı makaleyi gördüğümde ilk defa onun kelimeleriyle karşılaşmıştım. Ailesine eşcinsel olduğunu açıkladığı 1- 1,5 sayfalık bir yazıydı. Okuduktan sonra inanılmaz etkilendim. Ahmet’i etrafımdaki insanlardan çok dinlemiştim ama ilk defa onun kelimeleriyle karşılaşmak, sanki bana fısıldıyor gibiydi, oyuncu olarak da inanılmaz bir tecrübeydi. Daha sonra Mehmet ve Caner kendi kişisel tatil görüntülerinden gösterdiler bana. Ahmet’in yaklaşık 30 saniyelik hatta daha kısa bir görüntüsü vardı. Onu belki 180 defa izledim. Hayal ettiğin kişiyi karşında görmek, oyuncu için çok büyük bir veri olmakla beraber insanın kalbine dokunan bir şey. Olmaya çalıştığın şey karşında, sonu belli, durumu belli, sosyal hikayesi belli. Onu izlemek benim için büyük bir şanstı. Ben Türkiye’de yaşayan bir Kürt vatandaşıyım. Ahmet de Urfalı Kürt bir arkadaşımızdı. Onun aile yapısını, kültürel yapısını algılamamda onun hayatta karşılaşabileceği zorlukları anlamamda çok büyük rol oynadı bu benzerliğimiz. Caner ve Mehmet’in onu yakından tanımaları, bütün bu parçaların bir araya gelmesiyle bu noktaya geldi.
Filmin gösterimi yapıldı. İzleyici gerçekten çok beğendi ve kabul etti. O tepkiyi aldığınızda neler hissetiniz?
Mehmet Binay: Çok rahatladık ve çok mutlu olduk. Biz bu kadarını beklemiyorduk. Kabul görmek çok güzel şeymiş diye düşündük. Bu ülkeye dair ümidimiz arttı.
Kerem Can: Ben ilk defa gösterimde seyrettim filmi. En son kaba montajını seyretmiştim. Onun için çok heyecanlıydım, gergindim. Ne olacağını sezemiyordum. Bu reaksiyonu görünce çok duygulandım. Hepimiz o kadar bağlanmıştık ki projeye. Hepimiz için çok önemliydi.
Erkan Avcı: Biz hepimiz birbirimizi seviyoruz. Bu yola çıktığımız zaman Caner’in Mehmet’in bir sürü hayali vardı biz de o hayallere dahil olduk. Bir sürü şey yaşandı bir sürü anımız oldu. Oraya oturduğumuzda hem gergindik hem heyecanlıydık. Ümit kelimesi çok önemlidir. O bizde vardı. Prömiyer seyircisinde vardır. Prömiyer seyircisinin duyguları değişkendir. İnsanlar tempo tutup 4 dakika, 5 dakika alkışladılar buna jüri üyeleri de dahil. Bu film olmasının yanı sıra sosyal bir proje. Seyirci de bize alkışlarıyla cümle kurdu. Müthiş bir şeydi hayal ettiğimiz şeyin içindeydik işte.
Caner Alper: Zenne’nin festivalde gösterilen son film olmasını herkes çok büyük avantaj olarak değerlendirdi. Ben onun dezavantaj olduğunu düşünüyorum. Her izledikleri filmden sonra Zenne’yi bekliyoruz diye hem seyircinin, hem film ekiplerinin manevi baskısını omuzlarımızda hissettik. Çok stres verici bir şey. İlk filmler özellikle çok büyük hayal kırıklığına da uğratabilirlerdi. İnanılmaz görsel bir şölen ama içi boş cümlesi kullanabilirlerdi. Film benim için bitmek bilmedi. Seyrederken “tamam kafes dansına geldik 50 dakika, bundan sonra hemen bitecek” diye düşündüm hep. Çünkü 50 dakika ağır ilerliyor.
İlk yönetmenlik denemeleri genellikle kişisel projelerdir. Sonra daha farklı yollara gitmeye başlarlar. Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?
Mehmet Binay: Bu Ahmet kısmıyla ilgili olarak kişisel bir proje. Filmdeki Daniel biraz ben biraz Caner aslında. Ben fotoğrafçılık yapıyorum. Halen de Irak, Afganistan gibi yerlere gidip çekim yapıyorum. Onun için biraz kendimizi de koymak istedik. Bir toplumsal meselesi de var. Mesela askerlik meselesini biz Zenne’nin belgeseline koymayı da düşünüyorduk. Bir şekilde gerçeklere dayanan bir öyküyü, anlatım biçimini biz belgesellerde de zaten sergiliyoruz. Bundan sonraki film projelerinde de birkaç tane fikir var aklımızda. Bunların hepsinde de bir toplumsal mesele var. Onun için Zenne her zaman çok kişisel kalacak. Çünkü arkadaşımızın öyküsü ama bundan sonra da biz hep toplumsal meseleler üzerinden gitmeye çalışacağız. Yine drama olacak içinde. Biz drama insanıyız çünkü. Ama mutlaka bir toplumsal bağlantısı olacak.
Siz Almanya’da yaşayan biri olarak Türkiye’deki sinemaya nasıl baktınız. Çünkü sinema endüstrisi başlı başına kendi içinde problemler yaşayan bir endüstridir. Bu noktada bütün bu tecrübelerden sonra ne düşünüyorsunuz ?
Kerem Can: Şu an Almanya’da Murat Korkmaz’ın hayat hikayesini anlatan başka bir projeye dahilim. Siz de bilirsiniz Almanya’dan Pakistan’a gidip CIA tarafından Guantanamo’ya zorla götürülen bir Türk’ün hikayesi. Türk sinema sektörü çok hareketli Semih Kaplanoğlu olsun, Nuri Bilge Ceylan olsun artık dünya bir şekilde Türk sinemasını sevmekte ve takip etmekte. Ben hiçbir zaman Türkiye ile aramdaki bağı koparmamaya çalıştım. Annem ve babam sayesinde hep bağlı kalabildim. Türkiye’ye seve seve geliyorum. Ailem Almanya Berlin’de yaşıyor. Ama artık eskisi gibi değil. Teknoloji olsun, ulaşım olsun iletişimler çok kolay. İş nerdeyse biz ordayız.
Oynadığınız rolde yönetmenin batıya biraz eleştirisi de var. Rolünüzü böyle algıladınız mı? Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Giovanni Arvaneh: Söz konusu Batı’nın bazı durumlarını eleştirmek ise ben Giovanni olarak daha fazlasını yapardım. Bir şeylerin konuşulması gerektiğinde bunun gerçekten konuşulması gerektiğine inanırım. Bunları konuşmamak, susmak bizim için doğru şey değildir.
Türk toplumuna yabancı olan birisiniz. Dünkü gösterimden sonra aldığınız tepkilerle neler hissettiniz ?
Giovanni Arvaneh: Fotoğraf menajerimizi oynayan arkadaşla birlikte oturmuştum. Önce ilk alkışı duyduğumuzda sevindik. Sonra baktık insanlar gitmiyor, alkışlar devam ediyor. Burada çok film gördük insanlar film bitince gidiyorlardı. Biz şaka yapılıyor zannettik. Bu duruma gerçekten çok sevindim. Eğer burada böyleyse, biz gerçekten amacımıza ulaştık.