ALPER TURGUT
Adana Büyükşehir Belediyesi 18. Uluslararası ‘Altın Koza’ Film Festivali’nin
Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda sekizi ilk film olmak üzere, tam 14 film yarıştı. Serkan Acar’ın “Aşk ve Devrim”, Ali Özgentürk’ün “Beni Sev”, Onur Ünlü’nün “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”, Cemil Ağacıkoğlu’nun “Eylül”, Özcan Alper’in “Gelecek Uzun Sürer”, Erdoğan Kar’ın “Kadife”, Tolga Örnek’in “Kaybedenler Kulübü”, Caner Erzincan’ın “Mar”, İsa Yıldız ve Murat Onbul’un “Memleket Meselesi”, A. Haluk Ünal’ın “Saklı Hayatlar”, Ruhi Karadağ’ın “Simurg”, Burak Cem Arlıel’in “Türk Pasaportu”, Mustafa Nuri’nin “Vücut” ve Muzaffer Özdemir’in “Yurt” isimli filmleri, seyirciyle, eleştirmenlerle ve elbette jüriyle buluştu.
Yarışmacılardan Türk Pasaportu ve Simurg, belgesel idi, Memleket Meselesi, Kaybedenler Kulübü ve Saklı Hayatlar ise daha önce gösterime girmiş filmlerdi. Öncelikle vizyona giren, televizyonda gösterilen ve DVD’ye basılan yapımların yarışma kapmasına alınmasında herhangi bir mantık yok. Yarışa hükmen yenik başlamak gibi bir şey bu, merak uyandırmıyor öncelikle ve yenilere haksızlık olacak diye düşünür her jüri, ister istemez. Kurmaca filmlerin arasında belgesellerin yarışması da bir başka yanlış, elmalarla armutlar birlikte toplanmaz. Belgeselleri ayrı bir kategoride değerlendirmek gerek. Neyse ki; Adanalı sinemaseverler, Simurg’a hakkını teslim etmesini bildiler, hem fiziksel hem de zihinsel bir sakatlanmayla sonuçlanan büyük bir bedel ödeyen eski ölüm orucu eylemcilerini, izleyici ödülüyle onurlandırdılar.
Altın Koza’yı Altın Portakal’dan ayıran ve eşitlik aşkına üzerinde çalışmaları gereken biricik şey, yarışma filmlerinin, farklı ve birbirlerinden uzak sinemalarda gösterilmesidir. Filmlerin bazıları büyük perdede, yeni ve güzel salonlarda, bazıları da küçük perdede, köhne ve sıkışık salonlarda yarıştı. Bu hem seyirciye hem de film ekiplerine yapılmış bir haksızlıktır. Devamında 14 yarışma filminin 4 güne sıkıştırılması, aynı saatlerde farklı yerlerde yarışma filmlerinin gösterilmesi de bir başka sorun. Özetle; Sinemaseverler, yabancı yapımlara, kısa filmlere ve belgesellere bu yoğunlukta nasıl vakit ayıracak? Mümkün değil! Adanalı hemşerilerim, Altın Koza’yı giderek büyütüyor ve cazibe merkezine dönüştürüyor, sinema müzesi, sinema kongresi güzel hareketler, şimdi sırada yarışma filmlerinin gösterileceği bir sinema merkezini, Güney’in en bereketli kentine kazandırmak var, umarım tez zamanda bu gerçekleşir.
İkisi belgesel 11 yeni film ile büyük sükse yapan, yarışma tarihini de Haziran’dan Eylül’e alarak Türk Sineması’nın sezon açılışına dönüşen Altın Koza, yarışma filmlerinden bazılarının bütçesi kadar da ödül veriyor. Yeşilçam’ın eski kalelerinden Adana, sinemayı, sinema da Adana’yı seviyor, buraya kadar her şey çok güzel. Peki, festivalde boy gösteren sinemamız ne durumda? Yanıt yerine sinirden kahkaha atabilirim. Tamam, her yerde söylüyorum, ülke sinemasından bahsetmek için çok erken, bizim yerel, evrensel ile henüz buluşmuş değil. Tek tük yönetmen başarıları, bazı filmlerin nadir de olsa kalburüstü etiketini hak etmesi, bizlere bir katkı sağlamıyor. Emin olun. Üstelik bizim sinemamız, dizi film sektörünün bir uzantısı gibi. Yazlık sinemaları kapattık salt yazlık film çeker olduk. Kışın dizilerde öbekleşen yönetmenler, görüntü yönetmenleri, oyuncular ve senaristler, sınıfta çakmış ve yaz okuluna kalmış gibi, dizi muadili filmler yaratmaya çabalıyorlar, ağır olmayacaksa…
Bir hafta sonra Antalya Altın Portakal Film Festivali var, duyduklarımız gerçekse yandığımız resmidir. Altın Koza’dan umutluyduk, affedersiniz sıçtık. Altın Portakal’dan umudumuz bile yok, artık bez getiririz, bir zahmet. Ön jürinin önüne gelen ve seçilemeyen filmler nasıldı acep? Onları hayal etmekte bile güçlük çekiyorum, gerçekten…
Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi olmasaydı, bereketli topraklar çöle dönüşecekti, Ceylan’ın son filmi, sinemamızda adına bir vaha, bir heyecan, bir umut… Keşke yarışsa ve tüm ödüller ona gitseydi, bir kez daha keşke… Geri kalanlar nasıl? Demode var, müsamere var, yönetilmekten aciz olanlar var, senaryosu güdük olanlar, hatta senaryosu kabus olanlar var, tv filmlerine rahmet okutanlar var, karikatürize roller var, ödül almalarına pis pis sırıttığım ne naneler var. Erkek gözüyle yazılmış ve çekilmiş olanlar çok, kadın yok, yine yok. Minimal saplantısı, fotoğraf abanması, diyalog fukarası, metin zavallısı… Ne anlatayım sizlere, olmayan sinema sektörü tehlike zillerini çalıyor mu diyeyim, ego sorunu yaşayanlardan, rakiplerini suçlayanlardan mı bahsedeyim, umudumun kısa filmcilere kaldığını mı tekrarlayayım, Türkiye’de senaryo yazılamadığından mı dem vurayım, senaryosuz bir filmin omurgasız olacağını, felç kalacağını mı haykırayım. Hem bazı jüri üyeleri hem de değerlendirmeye alacakları oyuncular aynı menajerlik şirketinden, sizlere böyle alengirli dedikodular mı vereyim, sonra jüriyle tanış yapımcılar var ama haksızlık yok, bunu mu dillendireyim.
Kişisel görüşümdür, jürinin olduğu yerde adalet olmaz. Atıyorum sekiz kişinin verdiği karar, bir başka sekiz kişinin kararıyla örtüşmez bile. Hem bir yandan jüri ne yapsın diye düşünüyorum, iyi filmler arasından film, performans vs. vs. seçmek kolay, kötüler arasından seçmek ise zordur. Bu festivalde çok iyiler ve iyiler yoktu, kötüler, kötünün iyisi ve eh işteler vardı. Kimse çok sevinmesin ve kimse hakkımız yenildi diye üzülmesin. Asıl kahrolacak, kahrolunacak şey ıskalanır o vakit. En iyi yönetmen ödülü alan film, bir faciaydı misal, oyuncu performanslarının tümü Bir Zamanlar Anadolu’da susarak oynayan Fırat Tanış’ın yakınından bile geçmezdi. Düşünsenize en iyi senaryo ve en iyi film ödülü, absürt bir filme veriliyor, işte sinemamız adına kara mizah, tam olarak budur.