Acılarından beslenen yazar!
Birçok sinemasever gibi, dönem filmlerini severim. Hele ki, işin içine tarihin pek ele alınmamış sayfalarından önemli biyografileri katarak, başarılı bir atmosfer yaratan, eli yüzü düzgün, derdini net bir şekilde ortaya koyan yapımlara bayılırım. Zamanında “Genç Werther’in Acıları” ve muhteşem klasiklerden biri olan “Faust”u okumuş biri olarak, “Goethe’nin İlk Aşkı”nı beğenmemek olmazdı. Zira az-çok tanıdığınız tarihsel bir kişiliğin hayatından kesitler sunan başarılı bir film, vizyondaki rakiplerini ezer geçer…
En büyük hayali başarılı bir yazar olmak olan Johann Goethe, yazdıklarını yayınevlerine yollamaktadır. Aldığı red cevapları karşısında köşeye sıkışan Goethe, avukatlık geçmişi olan babasının da ısrarlarıyla yüksek mahkemede staja başlar. İstemeyerek başladığı bu yolculuk, güzel ve genç bir kızla, Lotte’yle tanışmasıyla renkli bir hal alır. Aralarındaki ilişki giderek aşka dönüşür. Bu sırada, çalıştığı yüksek mahkemedeki amiri Kestner ile de sıkı dost olur. Hatta Goethe, yazdığı şiirler ve yazılarla, gönül ilişkilerinde oldukça utangaç olan Kestner’in, bir kızla nişanlanmasını sağlar. Ne acı bir tesadüftür ki, bu kız, kendi aşkı Lotte’den başkası değildir. İçler acısı bu durum, hem Goethe’yi, hem Lotte’yi, hem de Kestner’i derinden yaralayacaktır.
Yönetmenliğini Philipp Stölzl’ün yaptığı, başrollerinde Alexander Fehling, Miriam Stein ve Moritz Bleibtreu gibi isimlerin rol aldığı “Goethe’nin İlk Aşkı” geçtiğimiz ayın kuşkusuz en iyilerindendi. Her ne kadar ülkemizde geç vizyon şansı bulsa da, film, titiz senaryosu, etkileyici sanat yönetimi, başarılı oyunculukları ve pürüzsüz anlatımıyla en iyi biyografi yapımları listelerinde hızla yükselecek. Bundan yaklaşık 250 yıl önce -ağırlıklı olarak edebiyat olmak üzere- sanat dünyasında işlerin nasıl döndüğünü, bir adayın sanatçı olabilmek için hangi yolları kat ettiğini, senaryonun ana temellerinden birine oturtuyor film. Goethe’nin kişiliğini birebir yansıtırken, sevgilisi Lotte ve diğer yan karakterlerin içini doldurmayı da ihmal etmiyor. Goethe’nin içine düştüğü kara sevdayı betimlerken, Kestner’in çaresizliğine, kıskançlık krizlerine de şahit ediyor bizleri. Bununla da kalmıyor, en yakın dostu Wilhelm’in intiharıyla yıkılıyoruz. Başlarda yadırgadığımız, bir türlü ısınamadığımız Lotte’ye, zamanla Goethe gibi biz de alışıyor, tutuluyoruz. İçindeki ‘yazarı’ tüm dünyaya kanıtlamak için didinen Goethe, kaleminin gücünü, Lotte ile yaşadığı/yaşayamadığı aşk hikayesini kağıda dökerek ispat edebiliyor. Yaşadığı onca kederi damıtıp “Genç Werther’in Acıları”nı yazan Goethe, eninde sonunda haklı bir şöhrete kavuşuyor. Öyle ki, günümüzün rock starları gibi ilgi görüyor; zamanında kendisini ölümün eşiğine getiren bu kara sevda sayesinde, artık tescilli bir yazar oluyor.
Alman edebiyat dehası, yazar, şair, doğa bilimci ve hukukçu Goethe’nin, “Genç Werther’in Acıları” adlı otobiyografik romanını da yazmasına vesile olacak gençlik yıllarına odaklanan yapım, özellikle de dönem filmlerine ayrı bir özen gösteren sinemaseverleri avucunun içine almakla kalmıyor, sanat dünyasında iz bırakan esaslı eserlerin nasıl ortaya çıktığına da güzel bir örnek teşkil ediyor.