Bu kez de belgesel sinemanın usta isimlerinden Hacı Mehmet Duranoğlu’yla yaptığım bir röportaja yer vermek istedim. İyi okumalar…
Öncelikle kendinizden bahseder misiniz?
Montaigne’nin “Denemeler”inde çok sevdiğim bir söz var; “İnsan doğduğu andan itibaren bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlar” diyor. Yaşıyoruz işte… Yaşadıkça da ölüyoruz… Ölmemek için daha çok yaşıyoruz… ama yaşadığımız her an ölüyoruz… nitekim sonunda da zaten ölüyoruz… Hal böyle iken insan kendinden nasıl bahsedebilir ki? Ya da bu sözden daha gayrisi var mıdır insanlığın trajedisini anlatan… Bu karamsar bir giriş oldu belki ama ne yazık ki “gerçek”… “Gerçek” olan bazı şeylerden bahsedeyim o halde; Çukurovalı bir çiftçi çocuğuyum… Doğum tarihim, kaydı tutulmamış bütün Anadolu çocukları gibi 1 Ocak.
Yapay bir tarihtir. O nedenle doğum günüm kutlanmaz. Zaten ben de pek haz etmem o tür işlerden. Doğduk işte ne olacak yani. İnsan her an yaşlanıyor olmasının kutlamasını yapar mı, anlamış değilim. Neyse, konuyu dağıtmayalım. Ben doğduktan bir süre sonra ölmüşüm.
Büyük bir rahatsızlık geçirmişim ve öldü sanmışlar. Neyse, son anda birkaç akil adam araya girmiş de beni doktora götürmüşler. Rahmetli anam derdi ki; “Seni kara bir doktor kurtardı”. O kara doktora hep dua ederdi anam. Benim de “kara bir doktor” olmamı istiyordu ya olmadı o iş. Anamızın dileğini yerine getiremedik. 18 Yaşına kadar hayatım köyde geçti… Tarlada, takımda… Ama ille de toprağın içinde… Toprakla uğraşarak, topraktan medet umarak, toprağa tohum atarak, onu ekip, biçip hasat ederek… Yani anlayacağın tüm hayalleri toprak üzerine kurulu bir coğrafyada yetiştim… Zeki değildim ama çalışkan bir öğrenciydim. Mesela İlkokulu dört yıl okudum. Birleştirilmiş bir sınıfta okuyorduk. Bir sınıf, bir öğretmen, üçe ayrılmış bir kara tahta, ve o tahtayı üç bölüme ayıran öğretmenimizin elindeki beyaz tebeşir, o tebeşirden saçılan tozlar. Hala hatırlarım, kara tahtanın üç bölümündeki çarpmaları da, toplamaları da çıkarmaları da yapardım. Galiba öğretmen fark etmiş bu durumu. Bir gün babamı çağırıp “Bu çocuk ikinci sınıfta boşa okuyor, bunu üçüncü sınıfa geçireceğim ben” demiş. Anlayacağınız ikinci sınıfın tadını çıkaramadık. Ortaokulda fark ettim ilkokulu dört yıl okuduğumu… İstiklal Marşı’nı fıstık harmanı bekçiliği yaptığım dönemde ezberlediğimi unutmam mesela. Bir yandan fıstıkları karıştırırdım ayaklarımla, bir yandan da bağıra bağıra İstiklal marşını okurdum… Atatürk’ün gençliğe hitabesini de mesela benzer bir yöntemle tarlada iş arasında ezberledim… Eve ödev götürmeyi pek sevmezdim. Okuldan çıkar çıkmaz yol üstünde bir taşın başına oturup, çok çarpma, bölme, çıkarma yaptım. Çok basit bir nedeni vardı; evde başka işler vardı o ödevleri yapmak için fırsat bulmak zor oluyordu. Çalışkanlık alameti olan “kırmızı kurdela”yla erken tanıştım diyebilirim. Onun tadı bir başkaydı… Hala anımsarım. Bir tek “beslenme alışkanlığım” iyi olmadı. Çünkü her gün bulgur pilavı yiyorduk. İlkokul boyunca en zayıf notum “beslenme alışkanlığı” olarak kaldı. Çünkü beslenemiyorduk. Çok zayıf bir çocuktum. Kara, kuru bir çocuk işte. Sonra ortaokul… Kasabadaydı. Köyümüzden üç beş kilometre uzaktaydı. Yürüyerek gider gelirdik. Günlük ortalama on kilometre yolu teperdik yaya olarak. Öğle yemeklerimiz çeyrek ekmek ya da yarım somun ekmeği arasına kırmızı pul biber karıştırılmış on on beş tane zeytindi.
Hep takdirname aldım. Babam bir günde olsa şöyle heyecanla karneme bakmadı. “Hacı’nın karnesi belli zaten” derdi. Hevesim kursağımda kalırdı. İlk dönem notlarım daha yüksek olurdu. İkinci dönem notlar biraz düşerdi. Çünkü bahar gelirdi, ben aşık olurdum, notlar düşerdi. Bu bütün okul hayatım boyunca böyle oldu. Sonra lise… onu da ilçede okudum. Düziçi’nde…Lise yıllarında çalışkanız diye “A” harfli bir sınıftaydık. Zaten ben bütün okul hayatım boyunca bu “A” harfli sınıflarda okudum. “A”dan mı sıkıldım yoksa başka harfleri mi merak ettim bilmiyorum ama lise ikinci sınıftan sonra “D” harfli bir sınıfa geçtim. Alan değiştirdim. İyi ki de öyle yapmışım. Sayısalım iyi değildi. Sanki sözele daha yatkındım. Bunu fark ettim lisede. “A”ya veda ettim lise ikinci sınıfta. Tabi o yıllarda biraz da işi hovardalığa vurdum. Çünkü ilk gençlik dönemiydi. Boşladım dersleri, hayatı yaşamaya başladım. Hafta içi okulda, haftasonu düğündeydim. Bağlama çalıyordum düğünlerde. Bir orkestranın bağlamacısıydım. Bu vesileyle iyi bir cep harçlığı kazanıyordum. Allah o bağlamadan razı olsun. O kadar çok şey borçluyum ki o bağlamaya… Türküleri de onun yüzünden sevdim… Sevdiğim kadına da türkü söyledim… Şuan yaptığım iş dahil bütün hayatımı etkiledi bağlama… Hani Aşık Veysel diyor ya; “Ben giderim sazım sen kal dünyada, gizli sırlarımı aşikar etme”. Dili olsa da konuşsa şu bizim bağlama, bakın neler neler anlatır size. Neyse konuyu dağıttık galiba, ama olsun… Hep derli toplu konuşmak zorunda değiliz ya…
Sektöre girişiniz nasıl oldu peki?
Bu işlere bulaşmamın sebebi Can Dündar’dır. Lise ikinci sınıftaydım galiba bir gün köyde, televizyonda bir adam gördüm. Gözlük bir adamdı. Bir şey anlatıyordu. O kadar acıklı bir hikaye anlatıyordu ki… Çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Özel televizyonlar kurulmuştu ama köyde hala doğru dürüst çekmiyordu. O karıncalı görüntü arasında gördüğüm o adam Can Dündar’mış. Bunu ertesi yıl öğrendim. Yaptığı işin adı da “belgesel”miş. Dedim ki “Yav arkadaş ben bu işi yapacağım. Bunun okulu okunacaksa, okulunu bulup okuyacağım, olmadı başka şekilde, ama ben bu adamın yaptığı işi yapacağım”. Evet bu duygu ve düşüncem sabitti. Bir hayalim vardı ve bunun gerçekleşip, gerçekleşmeyeceği meselesi bana heyecan veriyordu. Köyde bir çiftçi çocuğu için çok uzak bir hayal aslında ama ben bu uzak yolu yürümek istedim. Yürüdüm de… Sonra Konya’da, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünü kazandım. Gittim. Okudum. Belgesel yapmaya başladım. Bir yandan da Can Dündar’ı yazılarıyla, yaptıklarıyla, çok yakından takip ediyordum. Sanıyorum üniversite ikinci sınıftaydık. İletişim ödüllerine gelmişti Can Dündar Konya’ya. Onu canlı olarak gördüğüm anı unutamıyorum. Dizlerim titriyordu. Heyecandan nefesim kesilmişti. Mustafa Şeker hocamız vardı kulakları çınlasın, Can Dündar’a aynen şunu söylemişti: “Yav Can Bey, bu çocuk sizin gibi belgesel yapmak istiyor, alın bunu ne yapacaksanız yapın”. İlk tanışıklık böyle oldu. Ben bu heyecanla ertesi yıla kadar epeyce belgesel yaptım. Sonra da Ankara’daki ofislerine staj başvurusu yaptım. Kabul edildim.
15 Haziran 2002 günü Konya’yı terk ettim. Daha okul bitmemişti ama ben Ankara’ya gidecektim ve dönmeyecektim bu kesindi. 17 Haziran 2002 günü sabah saat dokuzda Can Dündar’ın Ankara’daki ofisinin bahçesindeydim artık. Sonrasına gelince… 2009 yılı Mart ayına kadar birlikte çalıştık. Başa dönersek, rahmetli anam “kara bir doktor” olmamı ve her daim sızlayan romatizmalarını iyi etmemi istiyordu ama olmadı. Buna çok üzülmüşümdür hep. Babam “iyi bir öğretmen” olmamı istiyordu. Maaşı devletten olan, sigortası da olan bir iş diye. Ama babamın istediğini de yapamadım. Çünkü ben “belgesel” yapmak istiyordum. Nitekim de öyle oldu. Hasbelkadar bir şeyler olduk herhalde. Ama ne olduğumu henüz bilmiyorum. Kimileri yönetmen, diyor, kimileri kalemi çok iyidir, diyor. Bana sorarsanız bilmiyorum.
Sizin için belgesel sinemanın tanımı nedir?
Belgesel sinema yapmaya çalışırken konuyla ilgili yazılmış kitapları okuyordum. Ama doğru düzgün bir şey anlayabilmiş değilim. Hala da öyle. Bir gün dedim ki, “Ya bu belgesel kitaplarını yazanlar belgesel yapmıyor, ya da belgesel yapanlar kitap yazmıyor” Çünkü anlayamazdım. O yüzden bu tanım meselesi kitabi bir mesele. Bu tanımı başkası yapsa iyi olur. Ben şu kadarını söyleyebilirim; Belgesel sinemacı acı çeken insandır. Kişisel acılarına toplumsal acıları ekleyen adamdır. Her şeyin derdini, dert edinen, Nazım’ın deyişiyle, “kırk günlük yolda yaprak kıpırdasa” yüreği hoplayan adamdır. Tıpkı bir “eskici” gibi beşiktan mezara, insana dair her ne varsa itina ile toplayan adamdır. O yüzden evi karışıktır. Kimsenin bir şey anlamadığı bir yığın belge durur evinde. Mesela geçen hafta Bursa’ya gittim bir iş vesilesiyle. Otobüs biletimi saklıyorum evde. Ne gereği var diyeceksiniz, inanın bunu ben de bilmiyorum. Alışkanlık. Atamıyorum. O yüzden çöp evlere dönmek üzere evim. (Evim diyorum ev sahibi alınmasın, aslında kirada oturuyorum.)
Can Dündar, kuşkusuz ki, hayatınızda çok önemli bir yere sahip. Can Dündar deyince aklınıza neler geliyor?
Can Dündar benim için çok şey. Her şeyden önce bana hayal kurduran biri. Ben onu gördüğüm ve tanıdığım için bulaştım bu işlere. Benim ustamdır. Çok çalışkandır Can Dündar. Beş dakika boş durmaz. Neyle uğraştığını, ne iş yaptığınız belki anlayamazsınız ama o o an bir iş yapıyordur. Hayatımda bu kadar çalışkan bir insan daha görmedim desem inanın buna. Bunca işe nasıl zaman yetiriyor ben hala anlayabilmiş değilim. Ama çalışmaktan mutlu. Hatta çalıştıkça daha da mutlu olan biri. Yaklaşık sekiz yıl birlikte çalışmışız. Böyle bir ustanın tezgahında sekiz yıl yontulmak sanıyorum herkese nasip olmaz. Mutluyum. Ama hala ilk gün tanıştığımız duygulardayım. Aynı heyecan devam ediyor. Yarın bir iş yapsak birlikte emin olun yine aynı heyecanla çalışırım. O duyguyu hiç kaybetmedim. Zaten kaybettiğim an da hayat benim için çekilmez, sıkıcı bir hal alıyor.
Yıllardır belgesel filmlerin setlerinde bulunmuş, çekmiş biri olarak, Türkiye’de belgesel sinemanın durumu nedir?
Üvey evlat. Belgesel sinema, sinemaya göre üvey evlat muamelesi görüyor. Çekenler ne hallerle çekiyor, çekiyorlar, bu sefer de onu gösterecek bir mekan, televizyon bulamıyorlar. O yüzden belgesel yapan insanlara çok büyük saygı duyuyorum ben. Çünkü müthiş bir özveri ve emek vardır yaptıkları işin içinde. Hayata karşı bir duruş vardır. Bir başkaldırma hali vardır.
Belki de bu yüzden insanımızı sürekli eğlendiren programlar yapılıyor. İnsanın düşünmesi engelleniyor. Alkış tutmaktan, göbek atmaktan, düşünmeye fırsatı kalmasın isteniyor. Belki de hayatımızda belgesel eksik olduğu için bunca sorun tekerrür edip duruyor. Çok karamsar değilim yine de… Belgesel bir ucundan hayata dokunmaya devam ediyor. Ama toplum olarak biraz daha olgunlaşmamız gerekiyor. Çünkü herhangi bir olayın belgeselini yaparken, bunun çok örnekleri var, kafanıza her kesimden taş geliyor. Belgesel bir övgü ya da yergi sanatı değildir. Elinizde belgeyle konuşursunuz. Ama bu belgeler çoğu kez birilerinin hoşuna gitmez. Bu şartlar içinde belgesel sinemanın geleceği ne olur? İnanın bilmiyorum.
Sinema okullarından mezun olan gençlere neler önerirsiniz? Sektöre hazırlanmaları için neler yapmalılar?
Her ne iş yapıyorlarsa yapsınlar, bir insanın bir amaç peşinde gitmesi gerekiyor. Sizin bir düşünüz varsa, bunu gerçekten istiyorsanız, bu yolda tüm engelleri aşmaya hazırsanız, zaten doğa da evren de yardımcı oluyor size. Bütün mesele hayal kurmakta…
Şu an neler yapıyorsunuz? Yeni projelerinizden bahseder misiniz?
Şu an aslında birbirinden farklı işler yapıyorum. Bir yandan bazı tanıtım filmleri, bir yandan bazı belgesel sinema projeleri. Eş zamanlı olarak farklı ekiplerle tüm bu işleri yapıyorum.
Bir de sinema filmimiz var. Yaklaşık yedi sekiz yıldır beni rahatsız eden bir hikaye var. Bu hikayeden bir türlü kaçamadım. Sonunda bunun senaryosunu yazmaya ve çekmeye karar verdim. Başka türlü kurtulamayacağımı anladım bu yaradan. Yaralarımı hafifletmek için insanlarla bir şeyler paylaşmak istiyorum. Bunu da sinema yoluyla yapacağım. Çünkü belgesel sinemanın sınırları yetmedi bu hikayeyi anlatmaya. Hikayeden o kadar acı çekiyorum ki, çoğu kez oturup ağlamaktan yazamadım. Sonunda kalemi güçlü bir ustaya emanet ettim kendi öykümü. Senaryo bitmek üzere. Bu sonbahar kışa yakın filmi çekmeyi planlıyoruz.
Başka ne yapıyorum? Yaşamaya çalışıyorum. Yirmi yılını Çukurova’da tarlada geçiren bir adamı İstanbul’a getirirseniz ne olur? Topraktan bağım koptu. Şimdi beton yığınları içindeyim. Bu durum hiç hoşuma gitmiyor. Bunalıyorum bazen. Ama bu beton hayatını da yaşamamız gerekiyormuş. İşte onun için yaşamaya çalışıyorum. Gerçi ölünce yine köyüme döneceğim… Yine toprağa döneceğim.Hiç değilse bu gerçek avutuyor beni. Şimdilik…