Banu Bozdemir
Öfkeli Çılgınlık Karamsar Çile, Hatice Yakar’ın ilk uzun metrajlı filmi. Saflığa, saf kalmaya, insanın yalın haline bakan, bunun içine kötülük tohumlarını da serpiştiren Yakar, ilk filminde kendi hayatına, anılarına bakıyor. İstanbul Film Festivali’nde yeni Türk sineması’ bölümünde gösterilen filmle ilgili olarak konuştuk, filmin duygusunu ve tekniğini paylaştık…
İlk film deneyimizi nasıl yaşadın? İlk filmi yapmanın, yapabilmenin zorlukları ya da avantajları nelerdir?
Deneyimli olmam, bildiğim bir coğrafyada bildiğim bir öykü anlatıyor olmam avantajdı benim için… Bunun yanında zorlukları en aza indirecek şekilde planladım her şeyi, bir kere bütün yüreği ile yanımda olan insanların desteği ile yola çıktım. Zorluklar hep oluyor, en büyük bütçeli bir filmde bile oluyor…Önemli olan filmi çekmek, o kadar!!!
Genelde ilk filmlerini çeken yönetmenler daha çok kendi yaşamlarını, yaşam kesitlerini kameraya alıyor. Bunun nedeni nedir, insan ilk olarak kendi hayatına, geçmişine mi bakar?
Bence öyle olmalı kendi hayatına deneyimlerine bakmalı insan, asıl o zaman görmeye değer bir film çekmiş oluruz. Ama şimdilerde filmlere bakıp film çekenlerin çektiği filmleri seyrediyoruz, o çok fena. Sinema hayata bakmıyor! Bütün doğum sahneleri aynı mesela, yatan bir kadın alnı terden sırılsıklam bir şekilde bağırır, çığlık atar ve bebek doğar… Hiçbir yönetmen demiyor ya bir kadın hep bu şekilde mi doğurur…Bir çalı dibinde doğan bir bebek yok mudur?
Film görsel olarak da anlatım olarak da çok sade? Neden böyle bir tekniği seçtin?
Evet özellikle sade bir anlatımı olsun istedim, uzak ve sade. Seyircinin seyirci olduğunu ona hatırlatan uzak çekimler, detaya girmeyen, olur olmaz her şeye yakından bakmayan bir kamera. Çünkü insanlar, Ankara’nın ötesindeki hayatlara bakmıyor ve sorunlarını da bilmiyorlar…Seyirciye “seyircisin sen”, ama “seyirci” kalma demeye çalışıyor…
Film son zamanlarda bir anlatım tekniğine dönüşen minimal filmlere hem çok benziyor hem de onlardan ayrışan safiyane bir yanı var. Bunu nasıl sağladın? Filmin minimal bir tarzı olduğuna katılıyorum… Safiyane olması konusunda da çok haklısın, bu benim kişiliğim her halde filme yansıdı. Kişiliğini filme yansıtabilmiş olmakta benim için artı bir başarı. Ben aynı zamanda Alevilerin tümünün saf olduğumuzu, saf kaldığımızı düşünüyorum bu öyle bir saflık ki, bizim gücümüzde bu dayanma azmimizde bu… Ve tabi bir de şu var ben görkemli Amerikan filmlerini seyredip “aynısını bende yaparım” demedim yada bir film çekeyim ve çok paralar kazanalım da demedim, ilham kaynaklarım bunlar değildi… Dolayısıyla film bu kadar saf ve hikayesinden başka bir şeyi olmayan bir film oldu.
Filmde bir kötülük hali var, örneğin hayvanlara bekçilik yapan adamın kötülüğü. Ama bu kötülük o kadar belirsiz bir yerden geliyor ki, filmin içinde pek bir yere koyamıyoruz onu. Bunu biraz açar mısın?
Bekçi, evet kötü birisi. Eşekleri hapsetmek benim çocukluğumda tanık olduğum bir şey, bir tarlaya zarar veren bir eşek yakalanır ve hapsedilirdi, bir iki ayda bırakılmazdı, filmde buna yer verirken bu durumu şöyle açıkladım. O güne kadar geçim kaynakları hayvancılık olan insanlar, yerleşik hayata geçip de ufak ufak tarla ekip biçmeye başlıklarında bunu o kadar önemsediler ki, tarlalarının kenarından geçen hayvana bile ceza vermeye kalktılar… Eşek evcilleştirilmiş ve çalıştırılan bir hayvan, insandan bile çok çalışıyorlar gerçekten… Bir sahnede de, Zeynep dağda doğurmadan önce, çok saf bir içtenlikle karşılaştığı yaşlı adama yolunmuş bir tutam saçını gösteriyor. İnsanın adalet arayışının, adaleti kurma çabasının bir yansıması olarak düşünüyorum bunları…Yani Devlet olmak… Devlet kurmak, her açıdan önemli…
Filminde bir zamansızlık var gibi, gerçekten de öyle mi?
Evet özellikle zamansız bir film, çünkü insana, o çıplak dağ başında salt insan olarak bakmaya çalıştım, o insanları tanımlayan hiçbir ipucu yok yada evleri, arabaları giysileri, cep telefonları yok, orda sadece ve sadece insan olarak varlar belki bir hayvan gibi…Ama bu hayat bu günde yaşanıyor orda…O defineciler hala ordalar ve yaşıyorlar.
Doğum ve ölüm dengesini anlatmak istemişsin gibi bir yandan da…
Anlatılan bir gün, aslında bir yüzyıl gibi, gün doğarken başladı film ve gün batarken bitti, biri ölürken biri doğdu. Umut da var karamsarlıkta…
İlk filmini çekenlere verilen sektörel desteği nasıl buluyorsun?
Kültür Bakanlığı’nın desteğini çok doğru ve çok yerinde buluyorum, eğer bu desteği alamazsak birçoğumuz filmlerini çekemezdi, en azından oradan aldığın para itici bir güç oluyor ve başka destekler bulmanın yolunu açıyor ki benim için de böyle oldu, Kültür Bakanlığı desteğini alınca filmimi 35 mm çekmemi sağlayan Sinefekt’in çok önemli laboratuar desteğini aldım. Bu destek çok önemli yola çıkmamızı sağlıyor en azından…
Büyük yapımlarda çalışmış biri olarak, kendi filminin koşullarını ve bakış açısını değerlendirir misin?
Ben büyük ticari başarılar kazanmış filmlerde ya da kazanmamış filmlerde de çalıştım, ortak durum hep şu, aynı büyük sinema sevgisi ve özveriyle çalışma, zor koşullara dayanma azmi… Türkiye’de sinema hep bu sevgiyle var oluyor bence… Benim filmimin koşulları ise belliydi, düşük bir bütçem vardı ve herkes ona göre bir set ortamını kabul etti ve kimsede ben bu koşullarda çalışmam demedi…Başta filmin görüntü yönetmeni Ertunç Şenkay olmak üzere tüm ekip büyük destek oldu…