Türk işi The Shining: Biri Beni Gözlüyor (1988)
Murat Tolga Şen
Biri Beni Gözlüyor, yapımcılığını Mahmut Tezcan’ın yaptığı, yönetmen koltuğunda Ömer Uğur’un oturduğu, başrollerini ise Tarık Tarcan ile Selin Dilmen’in paylaştığı, yaban ellerinde doğru bir benzetme ile “Turkish Shining” olarak bilinen, 35 mm çekilmiş bir gerilim filmi denemesi…
Film, Stanley Kubrick’in başyapıtı The Shining filmine aşırı benzerliğiyle dikkat çekiyor. Türk sinemasının alâmetifarikası kartona elle yazılmış bir jenerikle başlayan filmimizde; Başarılı bir cinayet romanları yazarı olan Hulki yanına 80′lerin sıkıcı kazak koleksiyonuna sahip eşi Leman’ı ve sevimli olduğunu zannettikleri embesil oğulları Ufuk’u da alarak son romanını yazmak üzere gözlerden uzak bir adada ki ıssız bir otele yerleşiyor. Gereksiz bir neşe ve uyum içindeki bu aile, korkunç olmak için bütün kış ayna karşısında çalışmış otel bekçisi Mahmut’un “Herşey o uğursuz yel yüzünden! Ayın 15′i gelip de o yel estiğinde… Deniz ölü balıklarla dolarrr, insanlar çıldırırrr!” uyarılarına kulak asmadan daha önce orada kalan Kadir adında bir balıkçının çoluğunu çocuğunu boğarak öldürdüğünü de bilerek otelde kalmaya karar verirler. Aslında Mahmut bu boğma meselesine de epey kafasını takmıştır. “Balta varken niye kesmedi ki sanki …” gibi abuk sabuk laflar bile eder, fakat neyse ki Mahmut ertesi gün gider… Otel ve içindeki kötülük bu sevimli aileye türlü şeytani oyunlarını oynayacaktır artık…
Filmin senaryosu aynı zamanda yönetmeni olan Ömer Uğur’a ait ki aslında ortada özgün bir senaryodan bahsetmek imkansız. The Shining‘in kaba yapısı aynen taklit edilerek tüm filme sıkıcı bir şekilde uygulanmış. Ömer Uğur şu sıralar yönettiği ve epey başarılı olan Geniş Aile dizisiyle kendinden bahsettiren bir isim… Ama açıkçası Biri Beni Gözlüyor‘da herhangi bir yönetmenlik pırıltısı görmek mümkün değil. Sıkıcı diyaloglar, özensiz planlar ve boş, anlamsız bir final…
Filmi yapanların The Shining‘i çok beğendikleri için “hadi aynından bir tane de biz çekelim!” dediklerini falan düşünmüyorum. Bence dar kasting ile tek mekanda film çekmenin getirdiği bütçe rahatlaması ile böyle bir işe kalkışmış olsalar gerek… Neredeyse bedavaya film çekmek ve “hap yapmadan para kapmak” Türk yapımcılarının en sevdiği şeydir ve yönetmenlerden gelen bu tür “müthiş bir fikrim var abi ve çok ucuza çıkacak” tekliflerini hiç geri çevirmezler. Fakat tam da video zamanlarında yani millet patır patır 16 mm çekerken, ucuza çıkarılmak istenen bir filmi neden 35 mm çektiklerini de anlayabilmiş değilim. Tabi 35 mm çekilmiş diye görseli güçlü bir film beklemeyin çünkü en iyi filmlerinde bile teknik zaafiyetlerin had safhada olduğu bir sinemadan bahsediyoruz ve burada da rezil bir banyo yüzünden soluk, silik bir seyir konforu mevcut. (Muhtemelen VHS transferleri yüzünden iyice kötüleşmiş…)
Oyunculuklardan da biraz bahsetmek gerekirse; Kimse elbette Tarık Tarcan’dan Jack Nicholson, Selin Dilmen’den de Shelley Duvall ayarında bir oyunculuk beklemiyor ama açıkçası otelde bekçinin bunlara yaksın diye bıraktığı kütüklerin bile daha fazla jest ve mimik verdiğini iddia etmek de mümkün. Zaten hiçbir zaman iyi bir oyuncu olamamış, mankenden transfer Selin Dilmen bir de kendi dublajını yapınca hepten batırmış! “Harika çocuk” Ufuk karakterine ise o kadar nefret duydum ki daha filmin başında baltayla parçalayasım geldi! Yani film bu anlamda başarılı, Tüm olmamışlığıyla, size lanetli bir otelin yapamadığını yapıp, bir psikopat haline getirebilir!
Bu tamamen unutulmuş yapımı yapanlar dahil kimsenin hatırlamak istediğini sanmıyorum ama kayıp film avcıları için iyi bir ganimet olduğunu düşünüyorum. Bu filmin pek de eski sayılmamasına rağmen bu kadar unutulmuş olması sanırım Stanley Kubrick gibi mükemmeliyetçi bir ustanın eserinin ezik bir replikası olmasından kaynaklanıyor. Bir tür lanet bile sayılabilir… O kadar ki, film hakkında kendisi dışında en küçük bir materyal bulmak mümkün değil! Ne bir afiş, ne bir lobi, ne de bir set fotoğrafı… Gördüğünüz afişi bile kendim yapmak zorunda kaldım, Kıymetini bilin.
Sonuçta kötü olan bir şeyi seyretmenin de çok zevkli olduğu zamanlar var. Fakat Biri Beni Gözlüyor‘un asla bir, “Drakula İstanbul’da” ya da “Ölüler Konuşmaz ki” potansiyeli taşımadığını da belirtmek isterim. Düpedüz sıkıcı yahu…