Banu Bozdemir

‘Bu ideolojik bir film sonuçta. Ben barıştan bakıyorum savaşa. Bu çatışmanın bir an önce sonlanmasını istiyorum. Ona katkıda bulunacak bir film mi? Hiç sanmıyorum. Film çok büyük katkılarda bulunmaz ama sadece bir cümlesi vardır’

Rıza Kıraç benim çok eski arkadaşım, sinema dergisi Klaket’te beraber çalıştık… Sonrasında hep aynı camianın içindeydik… Romanlar yazdı, kısa filmler çekti, belgeseller yaptı… Arkadaşlığımız hep baki kaldı. İlk uzun metrajlı filmi Küçük Günahlar politik bir akışla 80’lerden bugüne kadar uzanıyor, solcu olmaya, doğulu olmaya bakıyor… Filme ilgili olarak Rıza Kıraç ve Esra Ruşan’la konuştuk.


Eski arkadaşız, yazdın, kısa filmler çektin, belgeseller çektin ve uzun metraj sanki her şeyi tamamlarmış gibi bunların sonuna geldi. Bu süreci biraz anlatır mısın?

Rıza Kıraç: Edebiyatla ilgim taa lise yıllarından başlıyor. O yüzden sinemacı olmayı da hiç düşünmedim, aklımda yoktu, askerlikten kaçmak için girdim okula. Önce fotoğraf sonra da sinema okudum. İlk yazımı da Klaket sinema dergisi yayınlamıştı. Ondan sonra edebiyatçı ve sinema yazarı olarak anıldım.

Bu bir olgunlaşma süreci miydi peki? Bu bekleme hali?
Yok, hayır para yoktu. Bu süreçleri sende biraz biliyorsun, cafe işlettik, belgeseller çektim, röportaj kitapları hazırladım. Ama bunlar film çekmek için yeterli değildi. Bu film şimdi de çok paralara çekilmedi. Piyasa koşullarının çok altında çalıştı ekipteki arkadaşlar. Hepsi profesyoneldi ama… Tabii Kültür Bakanlığı’nın verdiği destek bizi çok rahatlattı, harekete geçirtti.
Bu konu nasıl şekillendi, ülke gündemi buna yardımcı oldu mu? İlk filmimi bu konuda çekerim diye düşünmüş müydün?
Denk gelmedi, 2002’de yazmaya başlamıştım ama değiştirilerek yazıldı hep. İlk yazdığımda üçlü bir aşk hikayesiydi. Şöyle bir korkum vardı elbette. Belgesel ve kısa film çeken birisi olarak uzun metraj kotarabilir miyim diye bir korkum vardı. Ama çekimlere başlayınca hatta başlamadan kotaracağımızı düşündük, çünkü çok çalıştık. Başka senaryolar vardı çekilebilecek ama onları çekecek prodüksiyonları yan yana getiremedik. Uzakta Kahvaltı diye bir senaryo yazmıştım Kültür Bakanlığı desteğiyle. 6 bin Euro’ya çekilirdi, üç ayrı ülkede, kalabalık oyuncu kadrosuyla.

İlk filminde neden çoğunluğun yaptığı gibi minimalist bir başlangıç yapmadın?
Modern sinemanın bütün gerekliliğini yan yana getiren bir estetiği var. Kendi içinde zaman zaman durağan gibi algılanabilir ama hızlı bir kurgusu var. Filmin bir ritminin olması benim için önemliydi. Sarkan şey istemiyorum. Sinemasal olacak diye bazı kareleri uzun uzun göstermek bana çok anlamlı gelmiyor. Bir de oyunculuk var, onu hikayeye yedirmek var. Bu benim tercihimdi aslında. Şehirde geçen bir hikaye, İstanbul hızlı bir şehir. Onu anlatmak için insanları uzun yürütmene falan gerek yok. Gereksiz bütün sahneleri temizledik. Ben anlatım biçimi olarak minimalist değilim, tek derdim hikayedeki duyguyu izleyiciye geçirebilmek. Bu ilk uzun metraj film, tarz denemesi falan. Kendi içinde öyle bir şey var ama konvensiyonel sinema kalıplarını zorlayan bir şey değil.
Ben birazcık minimalist sinemanın bizim dışımızda olduğunu düşünüyorum ve bu gittikçe dayatılan bir hale geldi bize
Ben yönetmenlerin bakış açısı olduğunu düşünüyorum, hikayeyi anlatma biçimiyle ilgili. Ben zaten yıllar evvel zorunlu bir minimalizm olduğunu yazmıştım. Ekonomik nedenlerden dolayı öyle biraz da. Mesela müzik kullanmamak bir tercihtir. Ben birçok kişinin müziği beceremediği için kullanmadığını düşünüyorum mesela.
Oyuncularınıza senaryoyu sunduğunuzda nasıl karşıladılar, politik bir yanı da var sonuçta… Onların kabul ve ret noktaları oldu mu?
Hiçbir arkadaş ben bu filmde yer almam demedi. Kuzey Irak’a giden bir genç kızın önündeki engelleri ve onun aşk hikayesini anlatmaya çalıştık, son derece insani. Kimisi Kuzey Irak’a kimisi askere gider. Bu insan haklarına, Türkiye’nin gerçeğine uygun olmasaydı söylerlerdi diye düşünüyorum. Ben oyuncuların senaryoyu çok sevdiklerini, sarıldıklarını ve bunu da sette gösterdiklerini düşünüyorum.
Esra Ruşan: Altı çizili politik bir söylem yok, daha çok insani ilişkiler üzerine bir durum var. Ve çok naif bir taraftan bakıyor, taraf tutmuyor yani. Bu açıdan da sıcak ve samimi gelen bir tarafı var. Yolun başındaki bir oyuncu olarak bana önerilen rol iştah kabartıcı. Bu yüzden senaryoyu ilk okuduğumda ne hissediyorsam film bittiğinde de aynı şeyi hissediyordum.
R.K:
Macit abiyle ilgili bir şey söylemek istiyorum ben. En çekindiğimiz oydu. Uzun yıllardır sinema yapmadığı için kabul etmiyordu da projeleri. Senaryo kötüyse ben projede yer almam, hiç zorlama dedi.
Daha önce bir tanışıklığınız var mıydı?
Hayır sadece Ömer Kavur belgeselini biliyordu. Ömer Bey’le ahbaplıkları vardı. Öyle kesin bir tavır belitti, ben de ağabey söyle, kötüyse daha fazla borca girmeyelim dedim. (Gülüşmeler) Sonra beni aradı ben bu projede yer alırım dedi. Ekstradan görüşmemize gerek yok, sadece bana programı söyle dedi. Macit ağabey senaryodan, dramaturgiden gelen birisi. O yüzden çok iyi biliyor. Senaryoyu beğenmesi de bizi daha çok şevklendirdi. Sette çok uzun provalar yaptık, uzun okuma provaları yaptık. Oyunculuk anlamında da birbirimize pas atığımız bir iş oldu.
İki tane sinema yazarının filminde oynadın, peki sence sinema yazarlarından yönetmen olur mu?
E.R:
Olur tabii. (Gülüşmeler) Çok denk geldi. Bunun hangi mesleği yaptığınla pek bir ilgisi yok, içeriden gelen bir şeydir diye düşünüyorum. İlk filmde oynayacağım pek beli değildi açıkçası. Son anda oldu. Bir zombi filmiydi, o da çok eğlenceliydi. Çok detaycı ve daha incelikli düşünüyor olabilirler.
R.K: Sinema yazarlığı benim için işin ektrası. Hem yazıyorum hem çekiyorum aslında. Yıllarca belgesel setlerinde asistanlık yapmışım, kısa filmler çekmişim. Ben bir sinema yazarı film çekmiş izleyelim gibi algılanmasını istemem, ama eleştirdiğimiz filmlerdeki hataları yapmamaya çalışmak olabilir. Bu ideolojik bir film sonuçta. Ben barıştan bakıyorum savaşa. Bu çatışmanın bir an önce sonlanmasını istiyorum. Ona katkıda bulunacak bir film mi? Hiç sanmıyorum. Film çok büyük katkılarda bulunmaz ama sadece bir cümlesi vardır. Anlayanların kafasında soru işaretleri oluşturur. Ben de sorular oluşturmasını istiyorum. Çok ataerkil, erkek egemen bir yerdeyiz. Bunlar törpülenmeye başladığı zaman savaşın bir ayağının gideceğini düşünüyorum. Bir parça ona hizmet ederse amacına ulaşmıştır bana göre.
Bir Kürt kızının psikolojisi nasıldır, bu filmde nasıldı? Onu anlatmanı istesem?
E.R
: Bir Kürt kızı olarak değil de yaşıtlarından biraz farklı onun durumu. Çünkü daha politik. Davasının peşinde. Bir Kürt gazetesinde çalışıyor muhabir olarak. Davanın da sonuna kadar arkasında. Bu açıdan biraz yalnız. Ama Kürt’tür ve yalnızdır, Kürt’tür ve böyledir diye bir şey yok.
Kendisinden büyük bir sevgilisi de var… Bu da bu duruma mı denk?
E.R:
İşte o yalnızlığın getirdiği, düşünce olarak yaşıtlarından daha büyük olması hali var. Anlaşabildiği, konuşabildiği, şefkat görebildiği birisi olduğu için yaşça kendinden büyük birisiyle beraber. Birbirlerini seviyorlar sonuçta…

Ama bu hal bile kızın gitme duygusunu engelleyebilirmiş gibi değil o zaman?
E.R:
Değil, evet. Onun hayatındaki en önemli şey o çünkü. Filmin üçüncü ayağında Melik karakteri var. O tesadüfen çıkan biri. O tabi onlardan farklı. Daha apolitik ve bu şehre ait. Bir sürü sıfatı var hayata ait. Üçünün hayatı bir yerde kesişiyor tesadüf olarak.
R.K: Aslında üç kuşağı anlatma hali var. 70, 80 ve 90’ların kuşağı. Farklı kültürleri alan farklı insanların bir arada oldukları bir durumda hem aşk, hem politika hem de günlük hayata dair şeyler nasıl hayat bulur gibi durumu var filmin. Ama temel derdi şu: Büyükşehirlerde insan parçalanıyor, başka yerlere doğru gidiyor. Sevgi ve şefkat arıyor. Filmdeki bütün kadınlar güçlü. Erkeklerin daha fazla sevgi ve şefkate ihtiyaçları var ama doyumsuzlar. Böyle bir yerden bakınca daha anlamlı olmaya başlıyor o karakterler. Sevgi arayışı hiç bitmiyor, hele bu şehirde hiç bitmiyor. Kadınlar daha akıllı ve müdahale edici davranmaya başlıyor. Ama bunun içinde bir parça erkekleşmeleri gerekiyor, tamamen erkekleşenler de zaten politikacı oluyor. Ya da kırık gazeteciler oluyorlar. Şimdi politik eylemlere baktığımızda eski yıllara göre kadınlar var hep. Bunda feminizmin etkisi var, erkeklerin kolay demoralize olma durumları var. Bence uzun bir süre kadınları anlatmaya devam edeceğiz.

Bu özünde bir kadın hikayesi filmi mi?
R.K
: Aynen öyle. Özünde üç tane kadın hikayesi var. Hayatın farklı kesimlerinden üç tane kadın ve üç tane erkek var. Ama ağırlıklı olarak kadınların hikayesi var.
Türk solunun Kürt sorununa bakış açısı gibi bir şey de var mı filmde?
R.K: Aynen öyle var. Şundan dolayı var. Bu aralar bu konu hakkında çok düşünüyorum. Mesela bir zamanlar Sayın Abdullah Öcalan diyen Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük ne oldu da ‘kanlı katil’ demeye başladılar. Kendi yaptıkları röportajlardan bunlar. Bu hem Türk solunun savrulmasıdır, bir yerde de Kürt hareketinin savrulmasıdır. Karşılıklı olan bir şeydir bu. 90’lı yıllarda işçi sınıfının politik başarısı, Kürt hareketinin başarısı ve özgürlüğünden geçerdi. Şimdi ne Kürtler ne de Türkler bunu söylüyor, iki taraf da bir şekilde ‘kapitalist sistemin sağlıklı bir şekilde yürümesi için ne yapmalıyız’a yöneldi. Halbuki önce hakların barışı önemli. Ekonomi diyerek insan olgusu iyice arkaya atıldı. Zaman geçtikçe, savaş tavsadıkça Türkler’de milliyetçilik yükseldi, CHP’yi sol parti görenler çoğaldı. En gerici söylemlere devam ediyor, Türk solu buna devam ediyor. Buna paralel olarak da Kürt solu Kürt milliyetçiliğine doğru gidiyor. Halbuki bu iki yakayı yan yana getirmemiz lazım, özellikle ideolojik anlamda ama yan yana gelmiyor. Irak’ta Kürt devleti kurulmasıyla da ilgili, bu Kürt devleti başka bir anlam taşıyor. Bizim filmdeki Şilan karakterinin Kuzey Irak’a çağrılması bir öngörü. Çünkü dağa çağırmıyor kızı abisi. Siyasi mücadele vermek için. Gerilla mücadelesinden başka bir yere evrilmesi için. Bu bizim temennimiz ve de umarım öngörümüz olur.
Kopuşlardan yola çıkarak bir birleştirme hikayesi… Peki Şilan’ın bir gerilla macerası var mı?
E.R:
Hayır yok. Ama abisi çıkmış, etrafında öyle insanlar var. Ama onun mücadelesi öyle bir mücadele değil. Onun aklına yatan Kuzey Irak’a gidip politik bir mücadeleye girmek! Üniversite okumuş falan, öyle daha faydalı olacağını düşünüyor. Benim ailem de Kürt zaten.
Peki onlar ne düşünüyorlar bu konuyla ilgili?
E.R:
Aslında bu konuyu onlarla hiç konuşmadım. Onlar yıllar evvel gelmişler buralara. Yaşamda kalma mücadelesi vermişler. Unutmuşlar işin o tarafını. Buralarda bir araya gelip kendi köylerini kurmuşlar. Ben bazen uzak akrabalarıma gittiğim zaman sanki doğuya gitmiş gibi oluyorum çünkü orada öyle bir enerji var. Bir arada durma hali var ama üzülerek söylüyorum etrafımda çok fazla bunu düşünen insan yok. Babam böyle düşünürdü eskiden, aktif olarak savunurdu ama onun da yorulduğunu düşünüyorum artık.
Doğudaki Kürtlerle batıdaki Kürtler çok farklı yaşıyorlar aslında…
E.R:
Kesinlikle. Diyarbakır’da yaşanan şeyi ben bilmiyorum mesela. Yaşamakla izlemek ayrı şeyler. Ben altı aylıkken İstanbul’a gelmişim, kendime ne kadar Kürt diyebilirim ki! Kürtçe bilmiyorum, adet ve gelenekleri bilmiyorum.
İstanbul bir anlamda o politik zemini yok edebiliyor sanki…
R.E:
Evet, ben kendi jenerasyonum için bunu söyleyebilirim. Gelecek kaygım hala oluyor. Senden beklenen bir sürü şey olunca sen zaten politikayı düşünemeyecek hale geliyorsun.
Apolitik olmaya da bir gönderme var o zaman filmde?
R.K:
Var, evet. Çanakkale’de fotoğraf okurken beraber okuduğum bazı arkadaşların sonra dağa çıktığını öğrenmişti. 90-2000 arası çok yoğundu o süreç. Bunların içinde Türk kökenliler de vardı. Bunların karşısında da askerler var. Onlar da öldü. Onlar da politik değildi. Var olan koşullar onlar için kötü görünüyordu. Dayanamayıp gidiyorlardı. O ruh halini biraz biliyorum tanık olduğum için. Ama onları ne ajite ne de propaganda yapmak gerekiyor. Duygu ve düşüncelerini anlatmak gerekiyor.
Zaten doğru olan bir yere odaklanmak yerine iki tarafa da eşit mesafeden bakmak galiba. Kürt sorununa ilişkin çok fazla film çekilmeye başlandı. Bunun artma sebebi ne olabilir sence? İnsanlar dertlerine daha fazla mı sahip çıkmaya başladılar.
R.K:
Bunun bir tane teknik nedeni var. Nispeten daha ucuzladı dijital kameralarla çalışmak. Sektörün büyümesiyle de ilgili. Bir kısmı mektepli bir kısmı alaylı. Yeni bir jenerasyon geldi, bunlarda 90’lı yıllarda politikayla uğraşan insanlar ya da tanıştığımız, arkadaşımız olan yönetmenler. Öyle bir politik atmosferden geldikten sonra vodvil ya da komedi çekmesini beklemesin kimse, ben de dahil. Kimi zaman politika yapacağız, kimi zaman politikaya dokunan filmler yapacağız. Bir başka şey de artık hayatı göze alarak film yapılması. Bir filmi yaptın kötü oldu, git ikincisi yap. Madem parası olanlar kötü filmler yapıp para kazanıyor. Biz de teknik olarak kötü film yapıp, bir sonrakini çekerek çarkı döndürebiliriz. Birçok yönetmen arkadaşla hem teknik anlamda hem de manevi destek anlamında bir yardımlaşma mantığı oluştu. Biz paramızla, kendi yokluğumuzla kendi hikayemizi çekiyoruz, kimse bize bir şeyi dayatamıyor. Gündemi de biz belirliyoruz. Gündemi de belirlediğin zaman kuşağın benzer durumları anlatması kaçınılmaz oluyor.
Bu kadar fazla film üretilmesi çok güzel ama birçoğu vizyon yüzü göremiyor, bütün filmler birbirini öteler hala geldi. Bu konuda neler söylersin?
R.K:Bu konuda edebiyatla ilgili de söylüyorum, küstahlık derecesinde söylüyorum gerizekalılar filmimizi izlemesin. Onlara seslenecek bir şey yapmıyorum. Seçiyorlar zaten. Salon bulmak da zorlanıyoruz, o doğru. Bunlarla başa çıkmanın tek yolu yine film çekmek. Filmler sonra DVD’ye basılıyor, televizyonda gösteriliyor. İzledikten sonra belki keşke sinemada gitseydik diyecekler. İlk hafta izlenmesini istiyorum, beğenilsin ya da beğenilmesin ama arkadaşlarına fikirlerini söylesinler. Dokuz kopya giriyoruz, fazla seyirci beklentimiz yok. Fazla kopya zarar demek. Bizim seyircimiz derdi olan seyirci. Ama herkes gelsin, iyi film izlesin. (Gülüşmeler)
E.R: İyi, samimi, naif bir film izlemek istiyorlarsa, böyle bir filme vakit ayırsınlar derim. Çok güzel müzikleri var filmimizin. Müzikler albüm olarak çıkacak zaten. Bir de Macit ağabeyi izlesinler derim.

 

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.