Murat tolga şen
“Sinemanın görselleştirme gücünü sonuna kadar kullanarak sarsan müthiş bir film…”
Nawal Marwan ölür. Çocuklarını yalnız bırakmış, tuhaf, sessiz ve yorgun bir kadın olarak… Çok güvendiği ve sekreterliğini yaptığı noterine bir vasiyet bırakır. Bu vasiyet onun ikiz çocukları Jeanne ve Simon’u ortadoğuya, annelerinin geçmişine ve müthiş bir trajediye götürecek yolun başlangıcıdır.
Polytechnique’in yönetmeni Denis Villeneuve tarafından Wajdi Mouawad’ın ünlü oyunundan sinemaya uyarlanan, bu yılın “En iyi Yabancı film” dalında Oscar adayı da olan bu yürek burkucu trajedi, uluslararası istanbul film festivali kapsamında 14-15-16 nisan tarihlerinde gösterildikten hemen sonra Nisan’ın son haftasının vizyonunda kendisine seyirci arıyor.
Yönetmen Denis Villeneuve sadece çok gerçekçi setler oluşturup bunlara kameraya çekmekle kalmamış, hikayesini de bir nakış gibi işlemiş. Seyircisini Marwan’ın ikizleri gibi konuşlandıran film, hikaye açıldıkça cevaplanan her sorunun yerine daha büyüğünü koyarak finale kadar giden ve yükselen bir meraklı izleme sağlıyor. Nefret ve aşk duygularının birbirine karışması ve diğerini beslemesini dert edinen güçlü bir hikayenin, 130 dakikalık süresinin tek bir anını bile boşa harcamayan saf bir sinema örneği…
Baş karaktern Nawal Marwan’ın da gençliğinde benzer bir çatışma ortamında gazetecilik yapmasından sebeple, filmi izlerken aklıma sık sık Güneydoğudaki çatışma ortamında gazetecilik yapan Özgür Gündem çalışanlarının hikayesini anlatan Press filmi geldi. Antalya ve Ankara gibi festivallerden ödüllerle dönen ve benzer bir dönemi görselleştiren Press içerdiği güçlü fikre rağmen sinemanın olanaklarından faydalanamayan bir yapımdı. Nedense bizim sinemacılar böyle durumlarda hep bütçesizliğin bahanelerine sığınırlar. Oysa oldukça mütevazi bir bütçeye sahip olan “İçimdeki Yangın” sinemanın görselleştirici etkilerini sonuna kadar kullanan inanılmaz bir film! Panzerlerin ve tankların çatışmaya gitmesi, yakılmış evler, Hristiyan milislerin bir otobüs dolusu insanı kurşuna dizmesi, Marwan’ın küçük bir kızı kurtarabilmek için annesiymiş gibi yapması gibi tüm sekanslarda olabildiğince inandırıcı ve detaylı bir görsel çalışmaya sahip olan, Kanada’dan çıkıp gelen bu, seyirciyi iki yakasından tutup sarsan filmi izlerken “Türk sineması son yıllarda çok gelişti canım” laflarını sorgulamamak imkansız.
Gölgeler ve Suretler’in yönetmeni Derviş Zaim, siyasi sinemada objektif olmaya inanmadığını, bunun bir tuzak olduğunu söyler. İçimdek Yangın da ne kadar taraf tutmuyormuş gibi görünse de aslında taraflı bir film. Hayali bir Arap ülkesinde (nedense ben hep Cezayir’e benzettim) Hristiyan ve Müslümanlar arasında başlayan ve yükselen olaylar sırasında yaşanan acıları anlatırken filmin Hristiyan olan baş karakter Nawal Marwan’a rağmen Müslümanların tarafını tuttuğu açıkça görülüyor. Ama yaşananları ve yaşayanları karikatürize etmeden, insan doğasının muktedirliğiyle açıklanan bir taraf tutma hali bu… Bu fikir yürütmeler esansında da aklıma hep Press, Kayıp Özgürlük gibi filmlerin romantik ve kör gözüm parmağına mesajcılığı geldi ve Türk sinemasıyla ilgili hoşgörü çıtamızı bir kaç yıldır farkında olmadan yükseltmeye başladığımızı farkettim. İçimdeki Yangın’ı izledikten hemen sonra, bahsettiğim bu filmler bir anaokulu öğrencisinin, annesine yaranmak için çizdiği yeteneksiz resimler gibi algılanıyor.
Diyeceğim o ki, artık çok az filmi sinemada izlemeniz gereken zamanlarda yaşıyoruz. Bizi yüzlere kişi ile birlikte karanlık bir salonda 130 dakika boyunca kendisine baktıracak bir pelikül yığınının gerçekten söyleyecek çok sözü olması, kalbimizde ve beynimizde bir yerlere dokunması gerekiyor. Incendies / İçimdeki Yangın, işte tam da öyle bir film… Film boyunca boğazınızda bir kocaman bir yumruk oluşacak ve sonunda tamamen arınmış bir şekilde salondan çıkacaksınız. Kaçırmayın!