SONY DSC

Banu Bozdemir / Murat Tolga Şen

‘Ama arthouse, sanatsal filmler dediğimiz filmlerde başka duygulara, başka anlara da dokunan başka bir dünyası var o sinemanın. O sinema bu sinema diye ayırmak istemiyorum ama aslında var.’

Bizim Büyük Çaresizliğimiz Barış Bıçakçı’nın romanından Seyfi Teoman tarafından çekildi, Berlin’e yarışmaya gitti, Nünberg’ten en iyi film ödülünü kazandı, İstanbul Film Festivali’nde de yarışıyor. Filmin oyuncuları İlker Aksum ve Güneş Sayın’la filmi konuştuk, Aksum’un bağımsız film olarak anılmak istemiyoruz nidalarından filmlerin gişelerinin önemine kadar uzandık. Güneş Sayın’la ilk sinema filmi deneyiminden oyuncu olmanın gerekliliklerinden konuştuk… Buyrun okuyun!

Filme nasıl dahil olduğunuzla başlayalım öncelikle?
Güneş Sayın:
Ben okulu yeni bitirmiştim, deneme çekimine gittim. Tam o sürece denk geldi. Kötü bir dönemimdi benim aslında, bundan sonrası nasıl olacak diye düşünüyordum. Planım programım da yoktu, tiyatro devam ediyordu ama… Önüme gelen metin de karakteri kötü hissettirmesi gereken bir roldü. Üst üste geldi ikisi…
Biraz da şans olduğunu söyleyebilir miyiz?
G.S:
İstanbul Üniversitesi’nde biraz daha özgür kalabiliyor insanlar diğer insanlara göre. Hocalar daha toleranslı oluyor ama okul bittiği anda böyle bir filmin olması gerçekten de şans oldu.
İlker Aksum: Bu benim beşinci filmim. Daha önce Seyfi Teoman’la tanışmıyorduk. Durul-Taylan kardeşler tanıştırdı bizi. İnandı, güvendi herhalde. Bu tür pozisyonlar zordur. Neticede seyirci seni televizyondan yüksek bir imajla tanıyor. Üç yıl boyunca Halim, Ruşen oluyorsun ona, kolay mesele değil. Tiyatroda da bunun zorluğunu çekiyorum. Macbeth oynuyorum ama seyirci gülümseyerek bakıyor sana, sen oysa orada asıp kesiyorsun. Bunu kırana kadar zaman geçiyor ama bu dünyada da böyle. Televizyonla sinema orada da aynı gidiyor, eskiden Amerika’da televizyon ve sinema daha ayrıktı. Ama şimdi orada da karıştı. Jennifer Aniston da sinemaya ve televizyona iş yapıyor vs… Al Pacino da 14 bölüm Angel yapıyor yani. Ama battı. (Gülüşmeler)
Bizde de artık sinema çeken yönetmenler dizi çekmeye başladılar. Maddi kaynaklı ya da değil ama var bayağı bir yığılma?
İ:A:
Evet maddi kaynaklı ama yine de bir çoğu televizyona bulaşmıyor çünkü 90 dakika çekiyorlar. 7/24 çalışmak zorunda, ama bizde de karışmış durumda. Neyse sonuçta biz Seyfi (Teoman) ile buluştuk. O dedi bu rol, ben dedim bu rol. Uzun süre rol çatışması yaşadık, ama sonunda anlaştık. Benim dediğim oldu, yoksa oynamayabilirdim, evet.
Rolünüzün özellikleri nedir o zaman bu kadar almak için savaş vermişsiniz madem… (gülüşmeler)
İ.A: 1997’den beri ailenin iç güveysi, mahallenin delikanlısı rollerini oynadım. Arada sinemada sert roller geldi, Küçük Kıyamet ve Güz Sancısı’nda mesela. Ama televizyonda genelde aynı görüyor seyirci. Tam ters köşe bir rol bu. Çevirmen, entelektüel, sakin, romantik, içe kapanık. Bir şeyi söylerken düşünen bir adam. Türk seyircisine ters köşe gelecek. Avrupa seyircisi farklı bir bakış açısıyla baktı. Türk seyircisi de hiç seyretmediğimiz bir roldü diyecek, kendim adına konuşuyorum. Kişisel bir soru sordunuz çünkü. Film bakalım nereye gidecek?

Sen biraz rolünden bahseder misin? İki erkek arasında kalmış bir kız olarak rolünün etkileri ne oldu? Erkekleri birbirine düşüren kız mısın sen?
G:S: İyi anlamda da düşürüyor olabilir. (gülüşmeler) İki erkek arasında eskiden beri olan bir dostluk var. Nihal’in onların hayatına girmesiyle ortak ve yeni bir duyguyu yeniden yaşamış oluyorlar. Hayatlarına yeni bir anı girmiş oluyor, o yüzden Nihal’in onların hayatında önemli bir yeri var. Gençlikleri gözlerinin önünde duruyor ve Nihal onlara artık genç olmadıklarını bir şekilde anlatıyor. Sürekli büyüyorlar, aralarında bir aşk yaşanıyor ama bu aşk Ender’in de Çetin’in de dostluğunu besleyen bir aşk haline geliyor. Çünkü köşeli ya da beklentili bir durum değil bu. Birine aşık olursunuz, açılırsınız olur ya da olmaz. Burada öyle bir durum yok. Birlikte geçirmeleri gereken bir zaman var. Üçlü bir dostluk hikayesi daha baskın bence.
İ.A: Nedir beklenen? Çatışma olması. Ama olmuyor. Evet ama olabilirdi de. Bu bir yere de götürebilirdi, gişede de başarılı olabilirdi. Ama arthouse, sanatsal filmler dediğimiz filmlerde başka duygulara, başka anlara da dokunan başka bir dünyası var o sinemanın. O sinema bu sinema diye ayırmak istemiyorum ama aslında var. Bunun kulvarında zorlandık aslında. Sanatsal ilkeleri içinde barındıran bir film ama gişede de yıkılmak istemiyorum ben.
Bağımsız filmlerin kaderine razı olmak istemiyorsunuz yani?
Seyircisini umursasın ama seyirci de bizi umursasın. Bağımsız filmler dediğimiz meseleyi bizim aştığımızı düşünüyorum. Bağımsız film gerilla usulü ve yardımla çekilen filmlerdir. Nuri Bilge ne bağımsızı ya, adam dünya çapında ya da Zeki Demirkubuz? Seyfi de o kulvarda bence. Gerilla usulü çekmiyoruz, orada görüntü bambaşkadır. Sanat ve teknikte bayağı uğraşılan bir durum var. Bağımsız film demekten ben artık hoşlanmıyorum. O yeni mezun olmuş ya da üniversite son sınıfta okuyanların tarzı. Burada arthouse’dan bahsediyoruz. Coenler’le çarpışıyor ve tokadı da atıyor yani. Geçen sene de Semih Kaplanoğlu yaptı bunu.
Bir kategoriye koyamayınca bağımsız film diyoruz sanki… Alışılmışın dışında…
Aynen öyle. Bu yaftayı istemiyorum artık. Seyircinin tavrı şu artık. Berlin Film Festivali’nin logosu var, festival filmi, sıkıntıdan patlayacağız artık. (gülüşmeler) Ama seyirci bunda haklı. Üst üste bu tarz filmleri çok görmeye başladık ve seyirleri zor.
Altın Portakal Film Festivali ve diğer festivallerde de aynı durum sözkonusu? Hep aynı tarz filmler yarışıyor…
Ülke sınırları içindeki festivallerin hepsi arthouse’a döndü. Bu yanlış. Antalya Film Festivali’nin sinemanın popüler tarafını da çağıran bir yanı olmalıydı. Gösterişli. Bizim popüler dünyamızda eli ayağı düzgün bir şey yok, biz ne yapalım? Evet o da doğru. Onlarda yarışma filmi formatında değiller. O zaman ne sorun ne? Gri bölgeyi (Seyfi öyle diyor), ben ana menü diyorum burayı çoğaltmalıyız. Filmlerde can sıkıntısından ölmemeliyiz ve aynı zamanda avamlıktan yıkılmamalıyız. Bu kadar basit. Bizim filmde bir tık daha komedi yüklenebilirdik, sinemanın ilke ve inkılaplarına sahip çıkarak… (gülüşmeler)
O kadar ince bir çizgi ki…
Evet o da yönetmenin tercihi. Bu ince çizginin bir tık üstü olmalıydı. Bir hareket, bereket olabilirdi. Bir hareket bize 40 bin getirir, 150 bin getirmez ama.
O da kötü değil ki?
Değil evet. Ben yüz bini iyi rakam olarak görüyorum.
Daha önce Babam ve Oğlum yaptı şaşırdık, bir iki film, Takva falan iş yaptı…
Evet Çağan biraz uğraşıyor, Taylan Biraderler, yeni Sinemacılar… Ertem Eğilmez ekolü aslında. Kim diyebilir ki bunlar avam diye…
Seyirci Yeşilçam kodlarına alışık…
Evet biz bunu popüler sinema dünyasında çok aşağıya çektik. Bu kadarı da değil. Bizim dünyamızda, bizim kültürümüzde bırakın dünya sinemasında yok bu kadar avamlık. Arthouse ve popülerin avamıyla boğduk, ortası var bunun.
G.S: Bir şeylere takılıp kalıyoruz galiba, bir şeyler denemekten korkuyoruz. Bu filmde başka bir şey denendi, hatta ilk örneklerden biri galiba.
Yurtdışındaki eleştirmenler Hollywood’da tekrar çekilse romantik komedi olabilir bu film demişler…
İ.A: Evet seni Kate Winslet, beni Hugh Grant yaparlar. Keşke öyle bir şey olsa. Büyük olay olur. Kore sinemasından, Japon sinemasından alıntı yapıyorlar sürekli, bu film niye olmasın?
G.S: Zaten hikaye ne kadar çok kişiye ulaşırsa o kadar da evrensel hale geliyor. Nereye gidiyorsa gitsin…
İ.A: Bence bir geçiş dönemindeyiz sinemada ve televizyonda da. Bunu atlatacağız. Scorsese, Spielberg, Michael Mann’de popüler. Senaryo ve oyunculuklarda o düzeye gelemiyoruz. Teknikten bahsetmiyorum. Hemen korkuyoruz. Bu filme bile romantik komedi yaftası vurulmasını istemiyoruz.
Neden gişeye bu kadar takılıyorsunuz?
İ.A:
Sevdiğim yönetmenler ve yapımcılar iş yapsın istiyorum.
Birazda kız karakterine dönelim filmdeki. İki erkek arasındaki dostluğa, kendisine duyulan aşka nasıl karşılık veriyor?
G.S:
Tabii yaşadığı bir tutukluk var. Kendi alanından başka bir alana geçmenin tutukluğunu yaşıyor, hepsi. Özellikle de Nihal. Ailesini, alıştığı düzeni bırakıp tanımadığı bir düzene ayak uydurmaya çalışıyor.
Zorunlu bir geçiş onunki değil mi?
G.S:
Zorunlu. Abisinin yönlendirmesiyle geçiyor, okulu bitirene kadar orada kalmasını istiyor. Büyük bir travma yaşıyor, kadınlık ve çocukluk arasında bir geçişte. Travmanın nedeni anne babasını trafik kazasında kaybetmesi. Bu yüzden bir sürü değişimin içindeyken bir yandan da normal hayatına devam etmesi gerekiyor. İlk başta onlardan uzakken, onların arasındaki dostlukla aralarına girmeye başlıyor, travmada yavaş yavaş yok oluyor. Bana ‘iyi davranmayın’ dediği bir bölüm var Nihal’in, sarhoş olup eve geldiği. Aslında iyi davranın, beni de aranıza alın der gibi bir hali var. Ondan sonra da üçlü bir ilişki başlamış oluyor aralarında.
Anladım. Jules ve Jim etkileri var mı filmde? Sanki birazcık var…
İ.A:
Çok seviyor yönetmenimiz o filmi, esinlenmeler olabilir.
G.S: Zaten romanda da var karakterler arasında Jules ve Jim etkilenimleri ama biz filme taşımadık.
Sinemanın bir ayağı Ankara’ya taşındı sanki. Bu sene sizin filmde dahil olmak üzere birkaç film daha çekildi. Nedir bu Ankara’nın cazibesi?..
İ.A:
Ucuz ucuz… (gülüşmeler) Bitirdik mekanları ama film Ankara’da geçiyor. Çok fazla Ankara havası ve imajı var. Memur havası, boğucu ama bir yandan da öğrenci şehri. Sinemanın sihirli bir havası vardı Ankara’da olmayabilirdi ama evleri bile farklı Ankara’nın. Dizilerin çekilmesi ise tamamen maddi. Benimde Ankara’da yirmi yılım geçmiştir neredeyse.
Okulda okurken ilk sinema filminin nasıl olacağını düşünmüş müydün? Sonuçta daha sanatsak bir film, daha ağır rolleri olan bir film Bizim Büyük Çaresizliğimiz…
G.S: Tiyatro odaklıydım hep ama filmin senaryosu çok samimi geldi. Çok içinde olmak istedim. Ama öncesinde yolumu bilmiyordum, seçici davranmaya çalışıyordum ama bu biraz destek oldu. Nasıl bir yoldan gidebileceğimi gösterdi.
Peki izledikten sonra kendini nasıl buldun, beğendin mi?
G.S:
Çok heyecanlıydım, bir kere daha izlemem lazım filmi. Berlin’de izledim ilk defa ve heyecanım katlandı. Çok başka sorumluluklarım vardı, film nasıl olmuş diye merak ederken en az ona odaklanabildim.
İ.A: Güneş’in oynadığı kadar güçlü roller yoksa, Güneş bu sene ülke sınırları içindeki bütün festivallerden ödül alır.
G.S: Ben öyle düşünmüyorum. Çok daha sivri olan karakterleri seviyoruz aslında.
İ.A: Bence seninki dişi ve iyi karakter. İlgi görecek bir karakter yani… Bence bizim Berlin’de de oyunculuklarda ödül alma imkanımız vardı ama çok siyasi bir ortamın içine düştük. İranlı yönetmenlerden birisi jürideydi ve hapisteydi. Berlin’de hep onun protestosu vardı. Cafer Panahi. En iyi Kadın Oyuncu: İran filminde oynayan bütün kadın oyuncular. En iyi erkek oyuncu: İran filminde oynayan bütün erkek oyuncular.
G.S: Ödüllerin öyle bir tarafı da var. Destek, o duruma dikkat çekmek.
Doğru buluyor musunuz böyle bir şeyi peki?
İ.A:
Olabilir de olmayabilir de. Duruma göre değişir. Bu arada çok iyi bir performanstı İran filmi. Herkes alkışladı. Bütün eleştirmenler çok beğendi. O on filmin içinde olmak bile zor meseleymiş, görünce anladım ben.
İki erkek oyuncu var filmde, hangisi başrol, hangisi yardımcı?
Bu dünyada bile tartışılan konu. Dün The Fighter diye film izledim. Christian Bale ve Mark Walhberg, hangisi başrol? En İyi Yardımcı Erkek Oscar’ını aldı Bale. Ama bana göre başrol. Fatih (Al) bana göre başrol ama bakalım ödüllendirmeler de nasıl olacak?
Yönetmenler o eski ayrımı bıraktı belki de. Baba’yı izlersin herkes iyi ama Marlon Brando başrol dersin. Yan karakterler yükseldi, herkes başrol oldu.
Harvey Kietel’le konuşmuştum ben bunu, söyleşiye gelmişti. O da demişti. Rezervuar Köpekleri’nde kim başrol, kim yan rol demişti.
G.S: Film iyi olunca oyuncular da, teknik de belli bir seviyenin üstüne gelmiş oluyor.
Filmde dönem var mı?
İ.A:
Zaman mefhumu çok yok. Yani dekor ve kostümleri hatırlamaya çalışıyorum da yok, evet.
G.S: 90 sonlarına doğru gibi sanki… Ama güncel bir hikaye.
Filmin içinde siyasi bir bakış, tavır var mı?
G.S: Öğrencilerin yaşadığı sıkıntılarla ilgili, eylemlerin falan olduğu bir sahne var. Nihal’in orada bulunmasının nedeni de destek falan için değil, daha çok erkek arkadaşı orada olduğu için diye düşündüm ben. Bu soru Seyfi’ye sorulduğunda ‘insan ilişkileri politiktir her türlü’ demişti.
Politik bir yanıt vermiş bir hayli… (gülüşmeler) İlk sinema filmin. Nasıl bir oyunculuk hali takınacaksın? Metod oyunculuğu mu yapacaksın, yoksa ‘mış’ gibi mi?
G.S: Bir buçuk ay boyunca sette olunca kamerayı tanımaya başladım. Teknik ya da metot denemeyecek kadar yeniydim aslında. İçsel bulmaya çalıştım ama İlker tekniği çok güçlü bir oyuncu. Hep izledim onu da Fatih’i de. Bir yandan da her sahne milimetrik hesaplarla çekildi. Biraz korkaktım açıkçası. Hiçbir ayrıntı gözden kaçmayacak kadar büyüktü. Daha minimal oynamam gerektiğini düşünerek oynadım. Yönetmenle karar verilip nasıl istediğiyle ilgili biraz da sanırım.
İ.A: O kısım biraz karıştırılıyor sanki. Bu zor bir durum, öğrenilecek gibi değil sanki. Bir karakter var. Bir anda patlaması gerekiyor. Yönetmen diyor ki abi bunu biraz kısalım. Neye göre? Doğru mu değil mi? Doğallıkla gerçeklik arasında da büyük fark vardı bu arada. O gerçeklik içindeyse problem ne? Abi işte büyük görünüyor. Adam telefonda çocuğunun ölüm haberini alıyorsa, evet bu büyük bir olay. Ben yönetmenciyim ama ne kadar doğru? Çizgisi ne? Doğal oyunculuk ne? Kendisi gibi olmayı oyuncular doğal oyunculuk sanıyor. Yanlıştalar… Çık oradan. Onun gerçeğini bana ver. Burada bizi senaryo kaldırdı. İstediği kadar yönetmen dünyanın en iyi yönetmeni olsun. Burada bizi senaryo kaldırdı.
Yönetmen, oyuncu bir yere kadar olay senaryoda biter mi diyorsunuz?
Güçlü senaryon olabilir, ama cast ve yönetmen yamuksa o da gidebilir. Hiç anlamazsın bile yani.
72. Koğuş?
Evet bravo, çok gündemdeki bir şeyi söyledin. Senaryo muhteşemdir ama üçünün de ayağının sağlam olması gerekiyor. Sinema zor ya… (gülüşmeler) O yüzden sanatsal içeriğinin yüksekliği tartışılıyor. O yüzden tiyatroda tek gerçeklik sahnedeki adamdır. Sinemanın matematiği var ama o da dramatik yapı da var. Seyirci sevmezse yine kendimize dönüp bakmalıyız, ne yaptık biz diye?
Son sözler?
İ.A:
Yaşasın sinema.(gülüşmeler)
G.S: Seyirci sinema izlesin aslında. Seyirci yılmasın, seyirci olmadı zaman yapılan hiçbir şeyin anlamı yok. Şans versinler filmlere, hepsini aynı kategoriye koymasınlar.
İ.A: Herkes aynı promosyonu yapamıyor. Ben giremiyorum 400 bin sinemada, boğuyorlar. Bin sinemayı kapatıyorsak bir film, sen kırk sinemadasın. Burada yapımcını günahı ne? Çok farklı güçler bunlar. Bir sürü olay dönüyor…

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.