“Ulusun çöküşü ve çürüyüşü”
2010 sundance film festivali’nde Büyük Jüri ödülü ve Waldo Salt senaryo ödülü’nü alan 2010 mahsulü Debra Granik filmi Winter’s Bone, 4 dalda Oscar adayı olmasının yüzü suyu hürmetine ülkemizde de gösteriliyor.
Film, yönetmeninin 2004’de çektiği Down to the Bone ile epey duygusal etkileşim yaşıyor, hatta hikayenin elden geçirilip yeniden çekilmiş hali bile diyebiliriz. Bir zamanların çiftçi toprağı olan Alabama’nın küçük bir kasabasında hayatını sürdürmeye çalışan 17 yaşındaki Ree Dolly’nin hikayesine odaklanıyor. Ree, iki küçük kardeşine ve hasta annelerine bakmak zorundadır. Ruhsal bir çöküntü içinde olan ve çevresiyle iletişimi kesen annesinin o hale gelmesinde ise uyuşturucu bağımlısı ve üreticisi olan babasının rolü çok büyüktür. Methamphetamin bağımlısı olan babası onları terk etmiştir. Bu Ree’nin umurunda değildir fakat mahkeme babasının ortaya çıkıp da duruşmaya gelmediği takdirde ellerinde kalan tek şeyi, evlerini almakla tehdit eder. Ree esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolan babasını, aileyi bir arada tutabilmek için bulmak zorundadır ama bu araştırma başına olmadık belalar açacaktır.
Tam bir sinemacı olan ve şimdiye kadar yönetmen, senarist, görüntü yönetmeni, kamera asistanı ve hatta boom operatörü olarak bile çalışmış olan Debra Granik’in Winter’s Bone’da, film mizanseninin dışına çıkarak çok etkileyici, neredeyse belgesel gerçekliğinde bir öykü anlattığı açık ve net.
Winter’s Bone, küçük bir kasabanın daha da küçük insanlarının dertlerine odaklanırken, kapitalizmin ve buna bağlı olarak sistemin tükenişini bir yan öykü haline getiriyor ve bunu yaparken de sadece kameranın gösterdiğinin gücüne sığınıyor. Tempo derdi olmadan, oynadıklarını bile hissettirmeyecek kadar role girmiş oyuncularının yardımıyla aktardığı bu hikayeden aldığı sonuç muhteşem. Bir zamanların çalışkan çiftçileri, tükenen iş olanakları yüzünden birer uyuşturucu tüccarına dönüşmüş, giderek kuruyan bir gölette hayatta kalmaya çalışan vahşi hayvanlar gibiler. Her yerde çürüyen buzdolapları, otomobiller, boş kutular, kırık dökük eşyalarla gırtlağına kadar metaya gömülmüş bu insanların hayatında hiç umut kalmamış…
Filmin bir başka zaferi ise Jennifer Lawrence’in oyunculuğu… Filmde oynayan en küçüğünden, büyüğüne tüm oyuncular çok başarılıyken, hikayenin odaklandığı Ree Dolly’i, abartılı jestlerden ve mimiklerden arındırarak gerçekten yaşayan bir karakter haline getiriyor Lawrence…
Winter’s Bone’un, minimal oyunculukları ve ağır hikaye anlatımı yüzünden herkesin sevmeyeceği bir film olduğunun farkındayım. Bin türlü kamera hareketine ve hesaplanmış kurguya alışık bünyeler tarafından reddedilecek türden bir yapım. Minimalist yaklaşımdan çok hazzeden biri değilim fakat bu hikayeyi başka türlü anlatmak da mümkün değil.
Mutlu, seksi ve zengin Amerikalılar illüzyonundan kopup ulusun asıl gerçeğine odaklanan ve Oscar’da bu yıl yarışan en bağımsız film olduğu tartışmasız Winter’s Bone, ödülleri daha popüler rakiplerine kaptırsa bile bir sinefilin kalbindeki tüm ödülleri alacak yeterlilikte saf bir sinema örneği. Oscar şansı biraz fazla ‘Amerikan’ oluşu yüzünden Türk izleyici tarafından kestirelemiyor olsa da Winter’s Bone’un bir sürpriz yapıp en az bir dalda ödülü kucaklayacağını düşünüyorum. Bazıları Oscar komitesinin son yıllarda gayrı resmi bir “kadın yönetmen” kontenjanı açtığını ve filmin bu yüzden aday gösterildiğini düşünse de bence tam anlamıyla hakedilmiş adaylıklar bunlar… Fakat tüm bu Oscar laflamaları bir yana kendi sinemasal kıymeti ile değerlenen bir film Winter’s Bone. Country müziğini sevenler içinde keyifli şeyler içeriyor. Mutlaka izleyin.