Banu Bozdemir / Murat Tolga Şen

Gölgeler ve Suretler Derviş Zaim’in 60’lı yıllarda Kıbrıs’ta yaşananlara bir bakışı… Film konusu itibariyle ister istemez politik bir çizgiye oturuyor, Rum ve Türk oyuncuların varlığıyla farklı bir anlam kazanıyor. Derviş Zaim’le yaptığımız sohbetle bu tarihe uzandık, filmin oyuncuları Settar Tanrıöğer ve Buğra Gülsoy’la bu tarihin altını iyice bir çizdik! Herkesin Kıbrıs’la bir bağlantısının olduğunu öğrendiğimiz röportajı en yalın haliyle sunuyoruz… İyi okumalar…

Bu filmin ne kadarı sizin hayatınızdan? Tanıklık etmiş birileri var mı?
Derviş Zaim:
Benim yaşayan akrabalarım arasında birebir burada resmedildiği şekliyle olaylardan etkilenen olmadı. Ama olayların dalgaları bizi vurdu, çocukluk yıllarımda bir şekilde o çalkantıları yaşadığım için bu hikayenin benle ilgisi olduğundan bahsedilebilinir. Biz göçmen olmadık, ailemizden kimse hayatını kaybetmedi ama 74’e kadar da bunun etkilerini hissettik. Ben on yaşındaydım 74’te, etkilerini hissettik ve bu olaylardan bağımsız büyümedik.
Şimdi bu konu Türk sinemasında hiç ele alınmadı, dünya sinemasında da ele alındığını düşünmüyorum…
D.Z:
Yunan sineması ya da Kıbrıs – Rum sineması 60’lı yıllara ilişkin olarak bir altın çağdır. Altın Çağ’dan kasıt adada herhangi bir problem yoktur, Türk askeri 74’te adaya gelince problem başlamıştır gibilerinden bir tablo çizilir. Ampirik olarak o meselenin üstüne gitmek istemiyorlar. O taraftan çok fazla film yapılmıyor, yapılınca da böyle şeyler yapılıyor. Türk sinemasının ilgili döneme yaklaşımı Küçük Mücahit Sezercik gibi filmlerden öteye gitmiş değil. Bu film o dönemle ilgili yapılan ender filmlerden. Bu anlamda bir boşluk doldurma işlevini yerine getirdiğini söyleyebilirim.

İki taraftan da insan hikayesi anlatan başka film yok. Diğerleri daha şoven. Sezercik ya da Önce Vatan gibi. Peki Rum oyuncuları nasıl ikna ettiniz filmde oynamaları için…
D.Z:
Selanik Film Festivali’nden tanıyordum Popi Avraam’ı. Oranın önemli oyuncularından, her anlamda bir tiyatro insanı. Daha önce Stockholm’de 1998 yılında Tabutta Rövaşata’yı izlemişti. Bu projeyi 2006 yılında Selanik Film Festivali’nde tekrar kendisine açtım, sıcak bakabileceğini söyledi. Proje o zamanda vardı kafamda. Bu benim içi bir umut teşkil etti. Kesin evet dememişti, metni görmek istiyordu, ama bir tane Kıbrıslı Rum oyuncunun bu projeye sıcak bakması bile beni kamçıladı. Senaryoyu yazdım, finansal anlamda birtakım işaretler gelmeye başlayınca Popi’ye gittim. Senaryoya karşı çok olumlu olduğunu fark ettim ve gerisi deyim yerindeyse çorap söküğü gibi geldi.
Senaryoda hiç itiraz noktaları oldu mu? Sizin yazdığınız haliyle mi izliyoruz?
D.Z: Hayır, olmadı. Dürüst bir senaryo olduğunu söyledi zaten taa başından itibaren. Kendi anıları da vardı, o anılardan dolayı kendi bildikleri de vardı.
Sonuçta bir risk alarak filmde oynadılar diyorsunuz, bunun sebebi ne olabilir?
D.Z:
Popi Avraam’la ilgili bildiğim bir şey var. 2003’teki referandumda her iki tarafta ayrı ayrı Annan planını onaylıyordu. Ayrı ayrı sandığa gidip oy vermişti. Evet oyu verilmesini savunanlardan birisi olduğu için ve de Kıbrıs Rum kesimi o zaman yüzde 75’lik kısımla hayır dediği için, Popi Avram iş bulmakta güçlük çekti o dönem, beş yıl kadar.
Bu filmden sonra ne olur acaba?
D.Z:
Taa başından itibaren böyle enterasan bir kadındı, böyle bir kadınla çalıştığım için çok mutluyum. İnsanlar oyuncularla çalıştığı zaman falancanın tavuğunu ürkütürüm, şu bana bunu şunu der gib birtakım kaygılar görürsünüz. Halbuki Rum Popi Avraam’ın aldığı riski düşününce tüm bunların çocukça olduğunu görüyorsunuz. Filmde rol beş Rum oyuncunun da hiç çekinmeden kahraman olduğunu söyleyebilirim.
Her oyuncu için diyemeyiz belki ama sanatçı biraz da böyle olmalı gibi düşünüyor insan, kendi kararlarını verebilme, risk alma ve farklı olma…
D.Z:
Birtakım şeyleri aşabilme ve risk alabilme gücü var. Gerçekle ve gerçeklikle uğraşıyorsunuz. Bu çok kolay değil. Sanatçının önemli görevlerinden bir tanesi dile getirilememiş olanı, güçsüzlerin, sessizlerin sesi olmaya çalışmaktır. Bu insanlarda kendi tarihlerinde, kendi resmi görüşlerinin ortaya çıkma ihtimali olan bir filmde oynadılar. Bu sessizlerin sesi olma anlamında risk almaları anlamına geliyor. Gerek yapım, gerek yapım sonrasında bir yüzleşme projesidir. Hristiyanlık’ta Katolik ve itiraf kültürünün olduğu yerlerde bunu yapmak daha kolaydır. Gerçi bundan ibaret değil sadece, zekice birtakım taktikler var. Kıbrıs, Yunanistan ve bizim ülkelerde hakikat komisyonlarının işlevsel olacağıyla ilgili benim kuşkuları var. Bizde aslolan pisliği halının altına itmektir. Eğer o pislik görülmüyorsa sen normal hayatına devam edersin. İnsanlar itiraf ettikten sonra risk alırlar hayatları dağılır. Lafı şuraya getirmeye çalışıyorum. Bireyler üzerinden yüzleşme biraz zor olacağı için bunu sanat üstlenecek. Belli insanların adını vermeden anonim biçimde bunu yapıyorsun. Gölgeler ve Suretler bu anlamda bir yüzleşme sunuyor hem Türkler hem Rumlar. Bu da ileride barışın imkanlarının artmasına yol açacak.
Kameranın döndüğü bir plan var, o çok etkili fantastikti. İleride fantastik bir film çekmeyi düşünür müsünüz?
D.Z:
Gerilim filmi yaparım ama fantastik… Son zamanlarda sizi etkileyen filmler nedir diye falan sorulur ya Pan’ın Labirenti iyiydi. Fantastik yaparsam öyle bir şey yaparım, o sularda gezinen. Gerçeklikle ilgili meselesini topu fazla dolaştırmadan vermeye çalışıyor. Bu söylediği şeyin içine fantastiği de yerleştiriyor. Ama burada o dokuyu kullanmam çok mantıklı değildi, aksiyon çizgisinin sade oldu bir iş yapmak istedim, gerçi fantastik öğeler de var, daha önceki filmlerimde olduğu gibi.
Bu filme hem bizden hem de Rum kesiminden haklar ve çıkarların savunumu anlamında bir eleştiri gelirse neler hisseder?
D.Z: Bir maymunu Gölgeler ve Suretler’in önüne getirelim. Belleği, kapasitesi ve hayata bakışı çerçevesinde bu filmi anlayacaktır. (Gülüşmeler)
Klasik sinemaya daha yakın duruşunuz var diyebiliriz, Antalya’da SİYAD ödülü aldınız ama ana jüri daha minimal bir film ödüllendirdi. Derviş Zaim sineması değişiyor ama çizgisini değiştirmeyen yönetmenler var…
D.Z:
Bir gol atıp onun üzerine yatan ve defansa çekilen adamlar, bir sıfır kazanıyor olsalar da bu benim hoşuma gitmiyor. Sürekli bir şeyler deneyen, risk alan insan olarak anılmak hoşuma gidecektir. Risk almazsanız keşfetme ihtimali ortadan kalkar ve potansiyelinizi değerlendiremezsiniz. Çok yoğun izleme yapmadım festivalde, bir ya da iki film izledim. Bu festivalin omurgası var mıdır, yok mudur, festival belli tarz sinemanın temsil edildiği yer midir değil midir’e gidiyor biraz laf. Bu yok, orada insanları şahsi kimyasıyla oluşan bir şey var. Buna bir şey deme hakkımız yok, o jüriyi biliyorduk, kararlarına saygı göstermek durumundaydık.
Geleneksel sanatlar üzerinden gidiyorsunuz filmlerinizde. Bu filmde önce hangisi oluştu kafanızda?
D.Z:
İkisi birbirini çağırır, ikisi bir yerlerde birbirlerini doygun hale getirmeye yaklaştırır. İkisi birbirini çağırır ve ortada bir yerde doygunluğa erişirler. Burada mesele biçimin ve içeriğin arasında bir dengesizliğin olmamasına, kantarın topuzunun kaçmamasına dikkat etmemektir. Bu işlerimde sevdiğim bir şeydir bu…
Siz bu filmin içinde yer almaya nasıl karar verdiniz…
Settar Tanrıöğen:
Ben de Kıbrıslıyım… (Gülüşmeler)
D.Z: Ben bir anımızı anlatayım.
Rol çaldınız…
D.Z:
Settar Abiyle ilgili bu anlatacağım şey. Belli bir kalibresi, belli bir düzeyi olan oyuncu. Bunu bilmeyen de yok zaten. Nokta’nın çekimleri sırasında bir kulübe vardı, malum tek dam altı. Herkesin sığındığı tek yer. Settar abi ‘filozofu tanıyor musun’ diye bir laf attı bana. Filozof Kıbrıslı bir adamın lakabı. Settar abi tanıma şansına sahip olmuş. Ve etkilenmiş. Taklidini yapmaya başlamış. Nokta’nın hazırlıkları sırasında birdenbire arkamda Kıbrıs şivesi duymaya başladım. 90’lı yılların ortalarında Settar Abi’nin gerçekleştirdiği stand up’ın önemli bölümlerinde filozof varmış ve o karakterin ağzıyla konuşuyormuş. Nokta’nın çekimleri sırasında yapılan bu şive Settar Tanrıöğer’in Gölgeler Ve Suretler’de yer alması için etkenlerden biri oldu. Yerini hazırladı. (Gülüşmeler) Bunu Fellini’yle Marcello Mastroianni ilişkisine benzetebiliriz. Hep Mercello ile çalışıyor ya Fellini. Bir film daha yapacağım ve bu kez Marcello’yu oynatmayacağım demiş. Marcello bozulmuş ama bir şey dememiş. Fellini cast için çeşitli adamlarla görüşmüş ama türlü istediği adamı bulamamış. Ama gözü şöyle olacak, omzu şöyle olacak, şöyle bakacak diye anlatıyormuş. Marcello’da evde çalışıyormuş. Bunlar bir gün kafa çekerken Marcello tam da istediği adam gibi davranmış. Sonra Fellini ‘ya sen de olursun aslında demiş’… (Gülüşmeler…) Bizimkisi de farklı bağlamda ama yumuşak bir geçiş oldu öyle… Buğra orada yedi yıl kalmış mesela…
Evet herkesin bir Kıbrıs bağlantısı var galiba?
Buğra Gülsoy:
Ben Kıbrıs’a mimarlık eğitimi için gittim. Orada bir beş yıl kaldım. Daha sonra dönecekken enteresan bir şekilde orada kaldım ve Devlet Tiyatroları’nda çalışmaya başladım.
S.Ö: Mimar olamadı, oyuncu oldu… (Gülüşmeler)
Orada okurken bu filmin konusunu oluşturan konulardan, siyasi havadan haberdar mıydınız?
Kıbrıs’a üniversite okumak için gittiğinizde çok fazla siyasi hayatı içinde yer alamıyorsunuz. Kampüs içinde evrenizdeki insanlar da çok Kıbrıslı olmuyor. Ben mezun olduktan sonra Kıbrıs halkının içinde yaşamaya başladım. Tiyatroda çok değerli insanlar vardı, onları geçmişlerini dinleyerek Kıbrıs meselelerini öğrenmeye başladım. Kıbrıs’taki olayların aslında bizim hiç de Türkiye’den baktığımız gibi olmadığını öğrendim. Kıbrıs Türk, Kıbrıs Rum, gerçekten de Adalı. Ortak kültürleri var, bunlar zamanında aynı köyde, aynı çatı altında yaşıyorlarmış. Onlar Adalılar. Politikaların baskısından dolayı birbirlerinden uzaklaştırılmış, düşmanlaştırılmışlar. Bunları gözlemledim.
Bir Settar Tanrıöğen olarak her yerde olma hali var ama kaliteden ödün vermeden…
S.T:
Ne mutlu kaliteli filmler yapılıyor ülkemizde ve bunlardan azımsanmayacak kadar var. Uluslar arası anlamda dikkat çeken bir ülkeyiz, üretim ve nitelik anlamında…
Hangi kriterlere göre rol seçiyorsunuz? Derviş Bey’i kıramamış olabilirsiniz ama…
S.T:
Yok yok kırarım çok kolay kırarım. (Gülüşmeler) Derviş benim arkadaşım. Kırılması gerekiyorsa çok rahat kırarım, o da beni… Hikayenin gerçekliği birinci planda. Bence hikaye oyuncusunu ikna etmek zorunda, çalışanını ikna etmek zorunda. Senaryonun gerçekliğine ikna olduğunuz noktada o karakter orada nasıl dolanıyor ona bakıyorsunuz. Böyle bir adam tanıyorum, böyle bir karakter olabilir hayatta dersiniz…
Bir hazırlık süreci oluyor mu, yoksa çıkıp oynuyor musunuz? Canlandırdığınız karakterler birbiriyle çok ayrı çünkü…
S.T:
Hem çıkıp oynuyorum hem de çok uzun hazırlanıyorum. Şöyle ki oyunculuk bir insanı tanıma ve algılama meselesi benim için. Bir karakter çıktı karşıma gideyim gözlem yapayım, arkadaş olayım bunlar yalan olur. Bu kadar kısa sürede bir insan tanınmaz. Eğer siz hayata bakınan bir insansanız daha önce bu tip karakterler olmuştur hayatınızda, tanıdık gelmeye başlar. Dolayısıyla insanın ömrüne yayılan bir hazırlık ve gözlem sürecinden bahsedebiliriz.
Rum bir oyuncuyu canlandırmanız gerekseydi oynar mıydınız?
Derviş Zaim:
O risk bana ait.
S.T: Konuşurduk bu konu hakkında tabii.
D.Z: Rumları Rumlar oynasın istedim. Hiç bulamadığım noktada da çok iyi konuşan bir Kıbrıslı Türk’ü tercih ederdim.
Türk sinemasının sıkıntısıdır zaten, yabancıları hep Türkler oynar…
S:T:
Evet gibiymiş gibi yapılmaması gerekir. İnandırması gerekiyor.
D.Z: Rum oyuncu bulabilmek için adaya gittiğim sefer sayısı herhalde rekordur. Kuzeyden güneye, güneyden kuzeye pasaportu doldurdum neredeyse. Çok sayıda insan reddetti, korktular çünkü. Tekrar söylüyorum bu filmde oynayan Rum oyuncular birer kahramandır. Türk oyuncularım da çok emek verdiler ama onların yaptıkları çözülmemiş politik br risktir, saygıdeğer bir konuma getiriyor bu da onları.
Size Kıbrıs Rum kesiminden Türk oyuncuları oynamanız yönde bir teklif gelse kabul eder misiniz?
S.T: Olasılıklar ve koşullar üzerine konuşuyoruz. Derviş bir Rum yönetmen olsaydı, aynı senaryo olsaydı tabii ki oynardım.
B.G: Benim kafamda Kıbrıs hakkında oluşmuş bir fikir var. Bunu Rum tarafından biri de yazabilir, İspanyol birisi de, fikirlerim doğrultusundaysa oynamak isterim.
Sizin rolünüzde bir dervişlik, bir delilik, o ciddi havayı biraz da olsa kırma hali var…
S.T:
En masum karakterler arasında Cevdet ve ilk olarak o ölüyor. Üstelik bir savaşın içinden geçip gelmiş, savaş görmüş birisi. Aklının gidip gelmesi belki de biraz ondan.
Ahmet nasıl birisi?
B.G:
Ahmet aslında filmin içinde kendi karakterini oluşturmaya çalışan bir genç. Köyün delikanlılarından biri, kahvede çalışıyor. Muhtemelen anne babası ölmüş veya yok. O yüzden işte baba konumuna getirdiği bir adam var. Bu süreçte, o toplumsal baskıların içinde kendini ait hissedeceği bir yer arıyor ve onu da milliyetçi duygularda buluyor.
Çatışma sahnesine gelelim, çünkü Türk sinemasında pek benzerini görmedim. Çatışarak geri çekiliyorlar. Oyuncu ve yönetmen olarak neler söylersiniz o sahnelerle ilgili…
S.T:
Yağmur yağdı ve çekemedik… (Gülüşmeler.)
D.Z:
Şimdi gelelim komedilere. İlk gün çekmeye başladık, o ana kadar damlayan hava yağmaya başladı. Setup değiştirip kapalı bir yere geçelim dedik. Orada oynatmam gereken oyuncu İstanbul’daydı. Komutanı canlandırdığım sahne o gün çekilmek zorunda kalındı. Etrafta oynayacak adam kalmamıştı, herkes bir şekilde gözükmüştü.
Bizde Derviş Zaim son yılların kendisini filmlerinde gösteren yönetmenler modasına uydu mu diye düşündük…
D.Z:
Hiç öyle bir hırsım yok. Hayat şartları buraya getirince yapmak zorunda kalıyorsun, kendimi başka yerlere getirmek gibi büyük hırslarım yok. İlgili sahnelerde Buğra’nın sigara tutkusu, terlemesi, astımını olması bizi bir hayli zorladı, düşündürdü.
B.G: Bundan sonra özellikle dikkat edeceğim, koşma, çatışma varsa iki kere düşüneceğim. (Gülüşmeler)
D.Z: Tarlalarda köye doğru koştuğu sahne var Ahmet’in. Ciğerleri tekrarlar nedeniyle zorlanmaya başlamıştı. Tarlada yılan görmüş tekrarlardan birinde.
B:G: Ben yedi sekiz yıl Kıbrıs’ta yaşadım. Yılanlar çok meşhurdur özellikle bahar mevsimi geldi mi yuvalarından çıkarlar. Yedi yıl görmedim, orada gördüm. Kaçmaya başladım.
D.Z: Durması gereken yerde durmadı, kaçmaya başladı. Bunlar işin tuzu biberi. Yoğun bir program oldu, işin altından kalkmak için çok yoğun çalışıldı herkese çok teşekkür ediyorum. Filmde etken olan erkek oyuncular ama iki kadın oyuncunun gözü pekliği de gözden kaçmıyor.
S.T:
Cevdet’in erkekliği çenesinde kalmış…
B.G: Ben şunu söylemek istiyorum birde. Çatışma sahnelerinde köy halkını Akdeniz Üniversitesi’nden Radyo tv sinema bölümünde okuyan arkadaşlarımız oynadılar, yardımcı oldular. Toplu olarak çok iyi organize olmak lazımdı, çok iyi oynadılar. Köyden yaşlılar vardı.
Filmin zamanlaması için neler söylersiniz, şu aralar Kıbrıs meseleleri tekrardan..
D:Z:
Kıbrıs ve Kıbrıs meselesi her zaman gündemdedir ama Türk basını Kıbrıs’ın satmadığını düşündüğü için yukarılara taşımaz. Kıbrıs her zaman sıcak bir konudur. Ama evet, geçmişle kıyaslandığında daha fazla bir kaynama var. Ama bunun hesabını kitabını yaparak bu filmi yapmadım. Çamur’u yapmıştım Kıbrıs’ta çekememiştim ama bunu Kıbrıs’ta yaptığım için mutluyum. Otantik temsil bağlamında ki buna çok değer veririm ben taşların yerine geldiği bir film oldu bu. Oranın coğrafyasını, atmosferini, eşyasını kullandık. Bu açıdan mutluyum.
İlk filmini çeken yönetmenlerle de çalışıyorsunuz, deneyimli yönetmenlerle de… Aradaki denge ve sıcaklığı nasıl kuruyorsunuz?
S.T: Onlarla tanışıp, çalıp, sohbet edip çalışabilmek benim için mutluluk verici. Kıyaslama yapamıyorsunuz. Ben zaten benimsemediğim, sevmediğim karakterleri oynamıyorum. İlk filmini çekecek olan yönetmenle bile sohbet esnasında tanıyorsunuz, az çok ne yapmak istediğini anlıyorsunuz. Ortak dil, arkadaşlık oluşuyor aranızda. İşini yapabilmek için olmazsa olmaz kural. Arkadaş değilsen, birbirini sevmiyorsan yapamazsın… Bütün işler için geçerli bu ama sinemada daha farklı. Hemen fark edilir, birbirine yan yan bakan iki insan.
Çok fazla filmde rol alıyorsunuz, çok fazla arkadaşınız ve uyumlu çalıştığınız insan var sonuçta?
S.T:
Evet evet çok arkadaşım var bu sektörde. Bundan da mutluluk duyuyorum. Tek başıma olsaydım Cevdet gibi bir olurdum, ne güzel işte böyle olması.
İkinci sinema filmin… Bundan sonarsı için neler düşünüyorsun?
B.G:
Mimarlık okudum ama artık oyunculuk yapmayıp mimarlık yapacağım diyeceğim bir noktada değilim…Mimarlığı bıraktım, zaten yapamam artık bu noktadan sonra. Kendimi geliştirmem lazım. Oyunculuğa kanalize olmuş durumdayım. Diziyi para kazanmak için yapıyorum. Tiyatroda yapıyorum.
S.T:
Yok canım, oynarım bende. Versinler paramızı oynarız, niye oynamayalım. Dizilerden şikayetçi değilim, sinemanın uluslar arası arenada bu kadar gelişmesinde dizilerin de katkısı var. Sektör çalışıyor, insanlar da bu sektörde kalıyor. Ben başka bir iş yapıyor da olabilirdim, Buğra mimarlık yapardı tekrardan.
B.G: Beni dizilerde izleyenler belki sonrasında sinema filminde çalışmak istiyorlar. Bu da önemli bir şey. Ama şöyle bir şey var. Tiyatro ve sinemada üretim söz konusuyken, dizide para kazanıyoruz ama orada bir süre sonra tüketmeye başlıyorsun. Sinemada canlandırdığınız karakterin başı sonu belli ama dizide uzadıkça uzuyor. Sonsuz bir şey, bir süre sonra tükendiğini hissediyorsun. Eleştiren birisiyim ben bir de kendimi, perdede izlerken… Sonrası için hep iyisi derim.
S.T: Olmazsa olmaz bir oyuncu duygusudur. Her planın arkasından bu daha güzel olabilirdi dersin yani. Tutulmamak lazım, onun sonu yoktur yani…

Fotoğraflar: Murat Tolga Şen

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.