Zeynep bonçe
Çoğu dizi severin yabancı diziden anladığı Amerikan dizileri olsa da, bilen bilir İngiliz dizilerinin farkını. İzleyicinin ahlaki olarak hasar görmesini daha az kafaya takan sivri dilli İngilizler, çoğu zaman şaheserler yaratırlar. Esprileri, dramları, şiddetleri çok daha gerçek, çok daha serttir. İngiliz yapımı deyince aklına sadece Office, Coupling, Doctor Who, Merlin ve -maalesef hala- Benny Hill Show gelenlere biraz daha bilgi vermekte fayda var.
İngiliz dizileri, çoğunlukla hemen Amerikan versiyonları yapılacak kadar iyi olmalarına rağmen, sağlam bir mide, esnek bir ahlak ve arsız bir espri anlayışı gerektirir çoğu zaman. Tutucu, at gözlüklü izleyiciye hitap etmez. Kıvrak bir zeka, ince ama haşin bir zevk sahibiyseniz keyiflidir. Bir de tabi güzel müziğin O.C. tarzı Amerikan gençlik dizilerinde çalan Indie gruplardan ibaret olmadığını bilen, müzikten anlayan kulaklar lazımdır. Gerçek televizyon deneyimi için, kendine güvenen her izleyicinin Krallığa bir şans vermesi gerekir. İşte Ada’dan ithal en güzel diziler.
Hex: 2004 yapımı cadılı, şeytanlı bir gençlik dizisi olan Hex’in en büyük özelliklerinden biri, bugünlerde yıldızı artık iyice parlayan Michael Fassbender’ın Azazeal isimli iblisi canlandırmasıydı. Şatodan bozma bir yatılı okulda geçen dizi, cadı soyundan bir kız öğrenci ve onun arkadaşı olan bir hayaletin bu iblisle savaşını anlatıyordu. İkinci sezonda diziye giren 445 yaşındaki cadı Ella Dee ile bambaşka yollara giren hikaye, ne yazık ki tadı damağımızda kalarak son bulsa da, Buffy’den beri gördüğümüz en leziz avcılarından biri olan Ella, unutulmaz bir karakter olarak hafızalarımıza kazındı. Asıl hüsran ise, dizinin yapımcılarından yeni bir başyapıt beklerken başarısız bir modern Van Helsing uyarlaması olan Demons ile karşımıza çıkmaları oldu.
Torchwood: Doctor Who’nun spin off’u –aynı zamanda da anagramı- olan bilimkurgu, bir zaman doktorunun ekibi ile çoğunlukla Cardiff’te yaşadığı maceraları konu alıyor. Romantik bir gay olan Amerikalı Captain Jack Harkness, izlenesi bir karakter. Doctor Who’nun çocuksu anlatımına ve retro efektlerine tahammül edemeyenler için daha olgun, ayakları daha yere basan, sarsıcı bir fantastik hikaye Torchwood. Bilimkurgu sevenlerin baş tacı yaptığı dizi, beş bölümlük özel son sezonu “Children of Earth” ile tadımlık olarak hasret giderdiğimiz ama bir an evvel uzun bir sezon ile karşılaşmaya can attığımız dizi.
Being Human: Şu aralar oldukça vasat Amerikan versiyonuyla gündemde olan Being Human, günümüzün en başarılı doğaüstü hikayelerinden biri. Hassas ve gergin kurt adam George, kırılgan sevimli hayalet Annie ve seksi vampir Mitchell, oldukları gibi, yani aşırı İngilizken mükemmeller. Dizinin başarısının altında yatan şey müthiş bir fikir değil, İngiliz eli. Yoksa, üç gerçeküstü karakteri ev arkadaşı yapmak tek başına bir şey ifade etmiyor. Bunu reytinglerde hüsrana uğrayacak Amerikan versiyonu da kanıtlayacak. Siz siz olun taklidine hiç bulaşmayın, oturun üçüncü sezonu taze başlamış olan İngiliz dostlarımızı izleyin.
Misfits: Asla ve asla Amerikanlaştırılamayacak dizilerden biri de Misfits. “Tutunamayan beş genç suçluya süper güçler verirseniz ve onları Hollywood ekseninden çıkarıp dünyayı kurtarma misyonundan arındırırsanız ne olurdu?” sorusuna cevap niteliğindeki hikaye, insanı kahkahalara boğan, küfürbaz, ar damarı çatlamış karakterleri ile tam bir eğlence. Bir İngiliz dizisi ile bir Amerikan dizisi arasındaki farkı daha iyi gösterebilecek bir dizi yok sanki. Bir bölüm Heroes ile bir bölüm Misfits izleyip siz de deneyebilirsiniz bunu. Espri kalitesi ile de çoğu yapımı geride bırakan Misfits’i izledikten sonra insanın canı bir süre Amerikan dizilerine bakmak bile istemiyor açıkçası. Özellikle gençlik dizilerinin en önemli unsurlarından biri haline gelen müzik seçimleri ile de bir numaraya oturan Misfits, İngiltere’nin hala müziğin beşiği olduğunu bize kanıtlıyor adeta.
Luther: İdris Elba’nın karizmanın kelime anlamı haline dönüştüğü dizi, aslında basit bir polisiye. Karanlık ve aydınlık arasında gidip gelen, kendine has yöntemleri ve sıra dışı bir kanun anlayışı olan dedektif John Luther’ın zekası hepimiz hayran bırakırken, insani gelgitleri de kafamızı kurcalayıp duruyor. Sonuç olarak gerek müzikleriyle, gerek ağırlığı altında ezildiğimiz senaryosuyla bizi kendine aşık ediyor. O altı uzun bölüm dişimizin kovuğuna bile yetmese de, neyse ki etkisi uzun sürüyor. Bir kanun adamı ile sosyopat bir katilin garip ilişkisini hikayenin zeminine yerleştiren dizi, ciddiyetle üzerinde durulması gereken bir yapım.
Bütün bu güzel dizilerin tek handikapları ise çoğunlukla kısacık tutulan bölüm sayıları. Bir yandan 55-60 dakikaya varan süreleri ile tadımlık değil doyumluk bölümlerle karşımıza çıkarlarken, 6 ila 12 bölümden oluşan kısa sezonlarıyla hayal kırıklığı yaratıyorlar. Değişmesi pek de muhtemel görünmese de, bir gün en kısası 12 bölüm olacak İngiliz sezonlarının hayalini kurmamak mümkün değil.