Zeynep bonçe
Ocak dizileri, bu can çekişen sezonu canlandırmaya yetecek mi, onu zaman gösterecek. Ama en azından dizi meraklılarının programlarını hareketlendirmeye yetti. Kimileri spekülasyonlarıyla, kimileri kaliteleriyle, kimileri de tanıdık yüzleriyle televizyon gündemine oturdu. Aralarından en çok ses getirenlere yakından bakalım.
Başarılı bir İngiliz uyarlaması; Shameless
Orijinalini izleme fırsatı bulamadan Amerikan versiyonuyla tanıştığım için, ne yazık ki aslıyla kıyaslayamayacağım. Ancak genelde uyarlamalardan hoşlanmayan benim gibiler için William H. Macy’nin ve Emmy Rossum’un oynadığı, hatta tabiri caizse döktürdükleri Amerikan uyarlamasından başlamak bir şans olarak da görülebilir. Dizi, alkolik bir babanın ve çocuklarının fakir bir mahalledeki yaşam mücadelesini anlatırken, bu banal hikayeyi unutulmaz bir şekilde aktararak, es geçilmeyecek bir yapıma dönüşüyor. İlk bölümde İngiliz dizilerine saygı duruşunda bulunduğu birçok sahne ile de orijinal yapısından çok da ödün vermeden “Amerikanlaşacağının” sinyallerini veren dizi, hedefi on ikiden vuruyor.
Yeni bir çizgi romana ihtiyacımız var mı?
Heroes’un bol kahramanlı koltuğuna konu bazında oturmaya çalışan No Ordinary Family’nin vasat anlatımı ve güvenli sulardan çıkmaya korkan üçüncü sınıf televizyon yapımı tarzından dolayı yaşadığı reyting hüsranından sonra, Heroes’un çizgi romansı anlatımını kopyalayan bir dizimiz var artık. The Cape, süper pelerini ile Palm City özel polis şirketine karşı savaş açan, eski bir polisi anlatıyor. Summer Glau’nun üst üste üç beş cümle kuracak kadar fazla konuşturulmasına alışkın olmayanlar için keyifli bir deneyim olan dizi, birçok açıdan da No Ordinary Family’nin düştüğü hatalara düşüyor. Bir yandan fazla çocuksu gelen dizi, bir yandan da gülümsetmeyi başarıyor. Pek şansı olmadığını düşündüğüm diziyi yine de Keith David, James Frain ve Summer Glau için izlemeye devam edecek, birkaç bölüm daha şans vereceğim.
Being British
Being Human, son birkaç senedir iyice sertleşen, dilinin kemiği olmayan, ar damarı çatlamış muhteşem İngiliz dizilerinin en güzel örneklerinden biri. Bir vampir, bir kurt adam ve bir hayaletin dostluğunu anlatırken, bir an bile konusu kadar basitleşmeyen dizinin orijinali, gerek oyuncuları gerekse sınır tanımayan senaristleri ile fantezi sevenlerin listelerinden en üst sıralarda yerini almışken, Amerikan versiyonu çıkıverdi karşımıza. Orijinaline olan aşırı bağlılığım ve uyarlamasının fragmanlarından hiç mi hiç hoşlanmamış olmam yüzünden izlemeyi düşünmesem de, İngiliz dizilerinden hoşlanmayanlar için bir alternatif olabilir. Yine de diziyi asıl güzel yapan şeyin hikayenin sertleştiği yerler olduğu düşünülürse, bunu yapamayacağı aşikar olan SyFy, hangi akla hizmet bu uyarlamayı yapıyor anlayamıyorum.
Saltanatın kılıcı izleyiciyi ikiye böldü.
Muhteşem Yüzyıl ekrana da, gündeme de bomba gibi düştü. Televizyon eleştirmenlerine söz hakkı bile kalmadı dizi hakkında. Her gazetede, her kanalda konuyla alakalı, alakasız birçok insan konuştu. Bunların arasında televizyon açısından diziyi değerlendiren kimse yoktu, olmasına gerek duyan yayıncılar da olmadı. Ahlak kurallarından, tarihin ne kadar kurgulaştırılabileceğine; tarihi şahsiyetleri tabulaştırmaktan, Osmanlı padişahlarının cinsel hayatlarına kadar birçok konu tartışılırken, yapımın başarılı olup olmadığına dair çok az yorum duyabildim. Beni de her izleyici gibi bu tartışmalardaki siyasi altyapı da, toplumsal takıntılar da ilgilendiriyor ancak bu köşenin konusu bunlar değil. O nedenle sadece ve sadece yapımı değerlendirmek istiyorum.
Şu ana kadar izlediğim en başarılı Türk dizisi, Muhteşem Yüzyıl. Bir sinema filmi için gerçeklere bağlı kalmak bir nebze zaruri olabilir ama bir dizi için, birinci amaç izleyiciyi ekran başında tutmaktır. Bu nedenle de gerçekler esnetilebilir, hareketlendirilebilir, hatta yeni karakterler eklenebilir. Zira elimizde tarihi temel alan bir dram var. Şu ana kadar izlediğim kadarıyla –ki tartışanların çoğunluğu gibi sadece fragmanı değil, diziyi izledim- hataları olsa da, oldukça başarılı ve Türkiye standartlarına göre güçlü bir yapım. Bence önyargılarımızı biraz bastırıp şans verirsek keyifle izleyeceğimiz Muhteşem Yüzyıl, tolerans sınırları çok aşağıda olanların kazanması halinde yayından kalkarsa da çıtayı biraz daha yukarı taşıyacak yapımlara öncülük edecek kadar güzel bir dizi.
Yine aynı dram
Adını Feriha Koydum, başarılı oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Kapıcıların fragmanı görüp –yine sadece fragmanı izlemenin yettiği bir durum- ayaklanmaları, Gülten Dayıoğlu’nun hikayenin kendisinin olduğunu iddia etmesi gibi ufak haberler, Muhteşem Yüzyıl tartışmalarının gerisinde kaldı ama yine de belli bir kitleyi toplayacağı belli. Çünkü Türk izleyicisinin en sevdiği dramlardan biri var önümüzde. Güzel ve zeki ama özgüven sıkıntısı çeken, gözü yükseklerdeki kapıcı kızı Feriha’nın hiç de dramatik olmayan dramı. Kızın, onu çok seven, kendileriyle barışık insanlardan oluşan bu ailede nasıl bu kadar özünden kopmuş biri haline geldiği sorusunu açıklamazsa, gerçekten havada kalacak güzelim konu. Oturmayan tek karakterin Feriha olduğu dizi, yine de oyuncularının başarılı performansıyla göz dolduruyor.
Yeni bir şatafat şovu
Çok zengin bir aile, gözü parada olmayan iyi niyetli bir öğretmen, bir cinayet, bir şüphe, falan filan… Konu güzel olabilir. Ne de olsa “Katil kim?” sorusu her daim iş yapar. Ama bu konudan çıksa çıksa bir bölüm polisiye dizi çıkar. Hatta iyi bir polisiye, bu konuyu işlerken, bir yandan da kendi kahramanlarının hikayesini sığdırır kırk beş dakikaya. Peki bu vasat hikayenin kendini izleteceğini zannedenler, bu yanılgıya nasıl düştüler? Aklıma sadece, Aşk-ı Memnu’nun bitmesiyle boşalan “lüküs hayat” dizisi koltuğuna oturtmak için Şüphe’nin üretildiği geliyor. Reytingleri de beklenenin çok altında olan dizinin yapmacık karakterleri, kötü oyunculukları ve hiçbir heyecan yaratmayan kurgusu pek umut vermiyor ne yazık ki.